14 Kasım 2012 Çarşamba

"Ekmeği karneye bağlayan CHP" ve söylenmeyen gerçekler...

Bugünkü iktidar ana muhalefet partisine hemen her çatışında; "siz ekmeği karneye bağlayan, milleti aç bırakan" bir partisiniz diyor ya, bunun doğruluğuna derhal iman edenlerin çokluğunu da görünce CHP adına değil ama bir hakkı teslim etmek adına, bildiğimiz ve o günleri bire bir yaşamış büyüklerimizden duyduğumuz gerçekleri derli toplu bir araya getirerek paylaşmak artık şart oldu.

CHP'nin halkı ekmeğe muhtaç edecek kadar kötü bir hükumet olduğunu vurgulamak için ikide bir bu iddiayı öne sürenler, ekmeğin karneye bağlanma kararının dünyayı adeta bir ateş topuna çeviren II. Dünya Savaşı nedeni ile alındığı gerçeğini gizlemeyi nedense tercih ediyorlar. Yani şu an maazallah bu çapta bir savaş çıksa, acaba kendileri ne gibi tedbirler alırlardı, o da ayrı mesele! 

Gerçi bütün bunlat elbette bilinmeyen şeyler değil ama her biri başka bir yerde, parça-bölük yazıldığı ve derli toplu bir araya getirildiğine en azından benim şahit olamadığım için, bu hususu konu başlığımız çerçevesinde toparlamaya çalışacağım.

Şu kadarını söyleyelim; burada "unutulan" diyemeyiz ama özenle unutturulan bir ayrıntı var. Siyaset yapmak uğruna, bir tarihi gerçekliğin nasıl çarpıtıldığına dair ibretlik bir örnek olmaya aday bir konu olan bu olayın gözlerden kaçırılmaya çalışılan o ayrıntısı ise işte şurada:

1933'de Almanya'da iktidarı ele geçiren Hitler, o tarihten itibaren ülkesini savaşa hazırlamaya başlamış ve bu amaçla ihtiyaç duyduğu hammaddeleri süratle ülkesine ithal etmeye başlamıştı. Bu maddelerden biri de ziraî adı "sorgum" olan, halk arasında ise "akdarı" ya da "cin darısı" olarak bilinen bir tahıl cinsiydi. Zira, akdarı depolanmaya dayanıklı bir tahıldır ve ondan elde edilen un ile yapılan peksimetler de yine aynı şekilde uzun süre dayanan, besleyici özelliği yüksek bir yiyecektir.

Devamını gör...

17 Ekim 2012 Çarşamba

"Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı"

Evrim Teorisi konusundaki tartışmalar aralıksız devam ediyor. Bu tartışmaların bilimsel argümanlar üzerinden yapılmasının insanlık adına yararlı sonuçlar doğuracağına ise şüphe yok. Pennsylvanya'da bulunan Lehigh Üniversitesi'nde biyokimya profosörü olan Michael Behe, "Akıllı Tasarım Teorisi" (Intelligent Design) ile Darwinci bilimadamlarının kafalarını bir hayli karıştırmış durumda. Onun görüşlerini içeren aşağıdaki makalenin bu konuya meraklı okuyucular için de ilginç olabileceğini düşünüyoruz.  



AKILLI TASARIM (INTELLIGENT DESIGN) TEORİSİ 

ABD deki devlet okullarında Darwin in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori.

Gücünü de, Darwinizm in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor. Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin in 1859 da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi.

Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyo ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde "tasarlayıcı bir aklın" olduğunu savunuyorlar. Bu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: "Akıllı Tasarım" (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD de ateşli bir tartışmanın odak noktası.

Devamını gör...

12 Ekim 2012 Cuma

Muhalefet partilerinden hâlâ medet uman vatandaşlara duyurudur


Bu haber bizim için bir haber değerinden çok daha fazlasını ifade etmiyor mu?..

Dünya milletlerinin bile üzerinde ittifak ettikleri; sakıncaları tescil ve kabul edilmiş ve uluslarası ilkeler haline gelmiş bir çok hususu görmezden gelerek, bırakın ülkesi lehine olmayı, ülkesi aleyhine olduğuna bile  aldırmadan onları çiğneyenler, bunun hangi zaruretin bir gereği olarak yapıldığını tarih önünde dahi makul bir gerekçe ile izah edemeyeceklerdir!      

"Biz korkularımızla ve bir takım önyargılarla hareket etmiyoruz" diyerek sözde cesur politikalar izleyen ve bu politikalarını eleştirenleri sözümona küçümseyen AKP zihniyeti, bedelini kendisinin değil milletin ödeyeceğini çok iyi bildiği bu politikalarından milletini değil yabancıları yararlandırdığını sanki bilmiyor mu?

Ey vatandaş, bu durumdan rahatsızsan ve yakın bir gelecekte sana ödetilecek faturanın büyüklüğünün farkındaysan şunu bil ki, "muhalefet tiyatrosu"nun verdiği temsilleri seyredip alkışlayarak bu belayı başından def edemezsin!..

Vatan senin namusun ise, namusunu yine en iyi senden başka kimse koruyamaz!

Devamını gör...

26 Eylül 2012 Çarşamba

Korkmayacakmışız, "bir başka resmi dil ile ülke bölünmez"miş!..


Bugün OdaTv'nin bir yazarı "Eğer bu akan kan duracaksa kırk parçaya bölünsün bu coğrafya!.." buyurmuş! Gerekçe olarak da; "Kapitalizmin, açık pazar yapmaya karar verdiği coğrafyalarda uyguladığı ve ne yazık ki hep başarıya ulaştığı "AYRIŞTIR! VURUŞTUR! MALI GÖTÜR!" politikasına çanak tutan ve bu ayrışmalardan şahsi çıkar sağlayan, ırkçı, mezhepçi, cemaatçi önderlerin çokluğu!" demiş.

Ona "başüstüne!.." demeden önce kendisine şunu soralım: İki dilli bir devlet olunca mesela kan duracak ve her şey durulacak mı?!... Hem bütün bunların bir kapitalist oyunu olduğunu söyleyeceksin, hem de onların taleplerini yerine getirerek ve hâttâ "yeter ki bu kan dursun" ucuz romantizmi içinde  "kırk parçaya ayrılmaya" dahi razı olarak güya onların bu oyununu bozmuş olacaksın! 

Bakın ben burada bu vesile ile başka bir şey diyeceğim.  Daha önce de yazmıştık, bütün bu sakat düşüncelerin temelinde şu var: Sosyalizm evrenseldir ve muhatabı bütün insanlıktır. Musevilik hariç, diğer büyük dinler de evrenseldir ve onların da muhatabı aynı şekilde bütün insanlıktır. Fakat devletler kendi politikalarını kendi jeopolitik konumlarına göre belirlemedikçe onun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamazlar! İşte Atatürk'ü farklı kılan şey evrensel düşünce ile yerel zorunluluklar arasındaki çizgiyi iyi belirleyebilmesidir. Bu inceliği anlayamazsanız işte böyle savunduğunuz ideolojinin elinde oyuncak olur ve karşı durduğunuzu zannettiğiniz emperyalizmin ekmeğine akılsızca yağ sürer durursunuz!..

Devamını gör...

18 Eylül 2012 Salı

Türkiye'nin Bölgesel Güç Olma Hesapları

"Güç", 'diğer varlıkları etkileyerek onların konumlarını, şekillerini değiştirebilme ve kendisine yönelik aynı etkilere direnme yeteneğini varlığında barındırma' olarak tanımlanabilir. Eskilerin deyimi ile mütteharrik (tahrik eden, harekete geçiren kuvvet) kuvvet olarak da özetlenebilir. 

Siyaseten, bugünlerde Türkiye hakkında çokça telaffuz edilen "bölgesel güç" söylemleri, kimi emeksiz-yemek heveslilerini heyecanlandırsa ve onlara eski imparatorluk rüyaları gördürse de, el eli ile gerdeğe girilmeyeceği gerçeği ortadadır. Türk milletine olmadık rüyalar gördürmeye kalkmadan önce konu ile ilgili aşağıdaki değerlendirmeleri okumak ve anlamak gerekir.     

Türkiye'nin Bölgesel Güç Olma Hesapları
Türkiye uzun bir süredir bölgesel güç olma iddiasında.

Toplam Gayri Safi Yurtiçi Hasıla değeri itibarı ile dünyanın ilk 20 ekonomisi içinde yer aldığından beri, kişi başına değer, gelir bölüşümü ve beşeri kalkınma indekslerindeki yerini göz ardı ederek bunu istiyor.

Onun için de birileri, bunlara ilaveten toplumsal ve siyasi sorunları da hesaba katarak, zaman zaman “siz önce evinizin içini düzeltin” diyiveriyor. Tabii değme güçlerin veya super güçlerin, hatta bu uyarıda bulunan pek ülke yetkililerinin de önce evlerinin içine bakması gerek. Oysa hak etsin veya etmesin birçok ülke, küresel veya bölgesel bir güç olmaya öykünüyor. Tabii Türkiye de.

Güney Kore dururken Türkiye Neyine Güveniyor?

Devamını gör...

13 Eylül 2012 Perşembe

Siyasette çap meselesi...



Şu, son zamanlarda ardı ardına gelen terör saldırılarına ve felaketlere bakınca insan hakikaten derin bir yeis içine düşmekten kendini alamıyor. 

Fakat bütün bu olup bitenler karşısında sorumlu ve yetkili şahısların bu hadiseleri değerlendirme yetenek(!)lerini görmek, içinizdeki derin üzüntüyü resmen dehşetli bir çöküntü duygusuna dönüştürmekte gecikmiyor!

İnsan psikolojisi böyle durumlarda haliyle kendisine metanet aşılayacak, soğukkanlılığını koruyabilen, aklıbaşında sözler edebilen ve karşı tedbirler alabilen birilerini arıyor. Ve şüphesiz ki, kimin devlet adamı, kimin tüccar-siyasetçi olduğu da özellikle böyle zamanlarda ortaya çıkıyor!

Ve zannederim ki, birilerinin yakın zaman önce diline doladığı ve adına "çap" denilen bu "adamlık ölçüsü" böyle zamanlarda çok daha fazla gündeme getirilmeye ihtiyaç duyuyor! Öyle afra tafra ile bağıra çağıra başkalarının çapına laf etmekle de iş bitmiyor. Çapları ancak çapsız adamlara hükmetmeye yetenlerin kağıttan kuleleri, gerçeklerle yüzleşmek zorunlu hale geldiğinde işte böyle yıkılıveriyor!

Devamını gör...

4 Eylül 2012 Salı

Padişahlığı ve halifeliği gerçekten Atatürk mü kaldırdı?

YA DA NEREDEN ÇIKTI BU SALTANAT TARAFTARLIĞI?...


İyi kötü okumuş yazmış ve tarihe meraklı bir adam olarak uzun zaman önce tarih okumak konusunda şöyle bir kanaata varmıştım: Tarih, sadece tarih kitapları okuyarak öğrenilemiyor. Bu türden kitaplar belki olayları kronolojik açıdan bir sıralama içine koymanıza yardımcı oluyorsa da, olayların niçin ve nedenleri konusunda okuyana çok sağlıklı bilgiler sağlayamıyor. İster istemez yazarının bakış açısı kitaba sindiği için, bir de bakıyorsunuz, orada ele alınanan bütün o olaylar, yazarın bakış açısına doğru eğilen bir düzlem üzerinde, o görüşe doğru akıp gitmeye başlamış! 

Bir tarih okuyucusu için bu türden sakıncaları hafifletmenin bence en güzel yolu, o dönemde yaşamış insanlarca kaleme alınmış olan "anı ve hâtırat"ları okumaktır. Ben uzun zamandır bu yönde okumalara yöneldim ve bunun çok da faydasını gördüğüm düşüncesindeyim. 

Böyle bir girişle yazıya başlamama sebep olan hususa gelir isek: Neredeyse üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen yakın tarihimize ait bir çok olayın halen hakkı ile açıklığa kavuşturulabilmiş olmamasındandır.  Bunlardan biri de hiç şüphesiz padişahlık ve halifeliğin kaldırılması meselesidir. Bu mesele bugün bile Türk Siyaseti üzerinde etkisini sürdürmekte, bilir bilmez bu milleti iki taraf haline getirmektedir. İşin daha da vahim olan yanı, bu milletin bir kısım insanının nedenini niçinini bilmeden, kendilerini "cumhuriyet düşmanı ve saltanat taraftarı" olarak görmesidir. Oysa, yukarda bahsettiğim saikle geçen gün okuduğum merhum Mahir İz tarafından kaleme alınmış hâtıra kitabında, bu konuda bakın merhum İz neler söylüyor:

Devamını gör...

2 Eylül 2012 Pazar

Küresel lağım sistemi insanlığı tehdit ediyor!..



1980'li yılların başlarına kadar bu memlekette Amerikalılarla ilgili çok yaygın bir rivayet vardı. Denirdi ki, bugün dünya atlasını bir Amerikalının önüne açıp koysan orada Amerika'nın yerini bulup gösteremez! 

Bizler ise içten içe bunun oldukça abartılı bir tespit olması gerektiğini düşünür fakat orada burada bunu iştahla dillendirmekten yine de kendimizi alamazdık. 

Demek ki, hayatta asla büyük laf etmeyecekmişsin!.. 

Doğru olması halinde rezalet olarak nitelenmesi kaçınılmaz olan böyle bir durum, döndü dolaştı nihayet bizi de vurdu! Şimdi artık bizde de ülkesinin komşularını dahi sayamayan ama kellesi kulağı yerinde, elinde son model telefonu ve i-padı ile ortalıkta gerine gerine dolaşan bir yığın sözde okumuş yazmışımız var. Tıpkı Amerika'daki gibi! Yani, artık öyle görünüyor ki, "küçük Amerika" olma hedefine vasıl olmuş durumdayız!..

'Niye böyle oldu' deyip şöyle bir geriye döndüğümüzde görüyoruz ki, dünyanın iki kutupluluktan çıkıp tek kutuplu bir dünya haline gelmesi ile birlikte iştahını daha fazla gemleyemeyen emperyalist sermaye, "küreselleşme" yaygaraları ile anavatanında üretip durduğu adına kültür bile denilemeyecek bir ucubeyi bütün dünyaya bulaştırmayı başarmış!.. 

Devamını gör...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Sizin umudunuz hangi demokrasi?



Liberal demokrasiler, en sıradan insanlara dahi devlet yönetme "hakkı"nı tanıdığını iddia eden sistemlerdir ve bu yönleri ile çok övünürler. Halbuki bırakın bununla övünmeyi, (anayasalar dahil) hiç kimsenin insanlığa zarar vermek gibi bir hakkı olmamak gerekir. Çünkü, öteden beri insanlık aleminde, "hak" dendiğinde hep liyakat akla gelmiştir. 

Liyakat dendiğinde layık olmak, yani ehliyyet, ehliyyet dendiğinde yeterlilik, yeterlilik dendiğinde istihkak, (ehliyyetli olanın kazandığı ve hak ettiği şey) ve istihkak dendiğinde de meharet (ustalık, beceriklilik) ve (ehliyetliler topluluğuna) mensubiyyet (alakalı bulunuş) anlaşılır... Bütün bu kelimelerin zorunlu sonucu ise "mesuliyyet", yani "sorumluluktur"

Görüldüğü üzere bu kelimelerin hepsi birbirine silsile yolu ile bağlıdır ve biribirinden doğmuş kelimelerdir. Öyleyse, gelin şimdi buradan hareketle bir çıkarımda bulunalım:

Bir "hak"kın kullanılabilmesi için hak sahibi olmak gerektiğine göre, önce hak sahibi olmak isteyenin o hakka sahip olup olamayacağına dair bir "liyakat" sorgulaması yapmak gerekecektir. Yani basitçe, araba kullanmak için sürücü belgesine sahip olduğunun belgelenmesi gibi... 

Peki, toplu yaşamanın bir gereği olarak hakların kullanımında ve hakların sınırlanması hususunda rüşd dahil, kanunlar yolu ile bir çok kriterler konup bunlara göre önce liyakat ve ehliyyetler belirlendiğine göre, bir devletin yani o devleti teşkil eden milletin geleceğini belirleme hakkına talip olanlarda aranacak ehliyyet ve liyakatın kriterleri nedir? 

Devamını gör...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

BOP Projesinde tarikatların yeri ve onları kullanmanın önemi


Malum, BOP denen küreselci proje, bölgede kendi işbirlikçilerine ayrı ayrı görevle veriyor. Bu görev paylaşımını yaparken de Batının eski tecrübelerinden yararlanmayı da ihmal etmiyor. Nasıl ki zamanında Ortadoğu coğrafyasını Osmanlılardan koparmak için Lavrens eli ile Vahhabilik denen sapık bir mezhep icat etmişse, bugün de kendi çıkarına uygun “ılımlı” bir tarikat bulmak ve onu kullanmak ihtiyacında.

Söze hemen şurdan başlayalım ki, bu projenin rahatça hayata geçirilmesinin ilk adımı olarak görülen Irak harekatının kolayca başarılabilmesi için Irak’ın içten ele geçirilmesi gerekiyordu. Bunu sağlayacak olan şey ise ne para, ne tehdit ve ne de silahtı. En zahmetsiz olan yol “inançları” kullanmaktı.

İşte, geçmiş tecrübeleri ile bunu gören Batı emperyalizmi aradığı kanı araya araya buldu: Kesnizani Tarikati!

Evet, o günleri yeniden hatırlarsak; herkes: “Esas savaş Bağdat’ta olacak” derken, Bağdat nasıl olmuştu da, tarihler 10 Nisan 2003’ü gösterirken savaşmadan Amerikan askerlerine teslim edilmişti?..

Devamını gör...

12 Temmuz 2012 Perşembe

Tarih, Tarih yazmak ve Tarihçiliğe dair küçük bir not...

"Bir milletin tarihini araştırmak sadece meslekten tarihçilere bırakılamaz. Çünkü ilim san'atın, ilim adamı san'atkârın gördüklerini göremez. San'atkârlardaki "nüfuz-ı nazar" (olaylara derinlemesine bakabilme) ilim adamında yoktur. Tarih ilmi, belgeleri konuşturarak, "Görünen Tarih"e dayanır. Oysa ki belgelerle tarih, vesikacı tarihçilik çok defa belgeleri yazanların maksadına, tercihine, şahsi yorumuna, o tarihi anların ve olayların durmadan değişen şartlarına bağlıdır. 


(II. Dünya Savaşı'ndan sonra ele geçirilen Nazi belgeleri o savaşı bizzat yürüten Alman generallerinin, savaş sonrasında Müttefikler'e söyledikleri ile çelişmiştir.) O bakımdan ilhamını tarihten alan, duygu ve düşüncelerini milli tarihin olayları ve kaynakları ile besleyen san'atkârların eserleri ve fikirleri, en az meslekten tarihçilerin söyledikleri kadar doğru ve değerlidir." 


                                                                                                  Nihad Sami BANARLI(*)


------------------------------------


(*) "Edebiyat Sohbetleri" adlı kitabından... (Shf.: 17)

Devamını gör...

10 Temmuz 2012 Salı

Atatürk Halife mi olacaktı?

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI, KAZIM KARABEKİR VE MUSUL MESELESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



Kimi çevrelerde Atatürk'e karşı dinmez bir husumet beslenilmesinin en önemli nedenlerinden biri de şüphesiz,  bu hilafetin kaldırılması meselesidir. 


Bu hadisenin nedenlerini bilmeden, yeni bir devlet kuracak kadar dirayet sahibi bir insanın sırf şahsi bir nefret hissiyle ve "inançsız(!) olduğundan dolayı" bir intikam hissi ile halifeliği kaldırdığını düşünmek; "kişiyi nasıl bilirsin: Kendim gibi..." özdeyişine hakikaten çok uygun düşüyor. Böyle düşünenler önce şunu bilmeli ki, "Hilâfet" sadece dini bir makam değil, aynı zamanda siyasi gücü olan bir makamdır da... Öyle ise, devletin başında bulunan herhangi bir adam bile bu gerçeği dikkate almadan o makamı kişisel öfkesine kurban edecek kadar akılsız olamaz! Öyle ise işin aslı nedir?


İşin aslı şudur: Bilindiği gibi, 1 Kasım 1922'de çıkarılan bir kanunla önce hilâfet ve saltanat birbirinden ayrılmış, sonra da saltanat kaldırılarak Osmanlı Devletinin siyasi varlığına son verildiği resmen ilân edilmiştir. Burada halifelik ve saltanatın ayrılmasında ve bunlardan sadece saltanatın kaldırılmış olması hususunu Atatürk'ün siyasi bir manevrası olarak görenler vardır. Evet, bu düşüncede olanlar bu düşüncelerinde haklıdırlar ve bu noktada hemen şunun da altı çizilmelidir ki, hilafet ve saltanatın ayrılmasına itiraz etmek bir yana, Atatürk'e muhalif olanlar bunun bizzat böyle olması için de gayret göstermişlerdir. Çünkü, Mustafa Kemal'in saltanata da göz diktiği düşünülmekte ve böylece bu makamın ikiye ayrılması ile Atatürk'ün işinin zorlaşacağı düşünülmektedir. Fakat hakikatte bu siyasi manevra Atatürk'ün işini kolaylaştırmış, bu kararın dışarıya yansıyan görünümü ise Atatürk'ün, hem halifeliği hem de saltanatı aynı anda kaldırmaktan çekindiği ve bu yüzden önce bu iki makamı ayırmakla işe başladığı ve böylece doğacak muhtemel tepkilerin önüne geçtiği şeklinde olmuştur.  

Devamını gör...

30 Haziran 2012 Cumartesi

Arapça Kur'an ve Türkçe İbadet üzerine bir kaç not...


Türkiye Cumhuriyetini kuranların üstünde en çok durdukları konulardan biri de geçmişte yaşanmış olumsuzluklarda din anlayışımızın önemli bir payı olduğu kanaati idi. Zira, özü ve verdiği mesajlar itibarı ile kendisine inananlar üzerinde herhangi bir eseri görülemez hale gelmiş olması, dinin din olmaktan çoktan çıkmış olduğunun en açık göstergesiydi. 


Şurası muhakkak ki,"günah korkusu" ile olur olmaz herşeyin "günah kapsamına" dahil edilmesini teşvik eden bir İslam anlayışı Müslümanlar üzerinde giderek daha etkili olmaya başlamış ve bu durum da Müslümanları yerlerinde saydırmak bir yana, geldikleri yerden çok daha gerilere atmıştır.


Konuyu dağıtmamak adına, Kuran-ı Kerîm'in orijinal hali ile, yani Arapça okunmasının şart olduğu, aksi halde ondan beklenen faydanın hasıl olamayacağı konusunda ısrar edenler, nasıl oluyor da Kuran-ı Kerîm'i asırlardır kendi dillerinde okudukları halde ondan bir fayda elde edememiş Arap milletinin bu hallerini göz önüne getirmiyorlar?..  Kaldı ki, Osmanlı döneminde aynı usule biz de devam ettik ama yıkılmaktan, parçalanmaktan kurtulabildik mi?!.. Demek ki, mesele dilde değil anlayış ve kavrayıştadır. O halde Allah kelamını hakkı ile anlayacak ve kavrayacak yeni bir anlayışa ihtiyaç vardır ve Türkiye, yeni kurulan cumhuriyetle birlikte işte böyle bir anlayış ihtiyacı içinde ezanın Türkçe okunması kararı alarak bu yönde ilk adımı atmıştır.


Bu noktada küçük bir parantez açarak şunları da kısaca not edelim ki, o dönemde hâlâ eski zihniyeti sürdürmekte ısrar edenlere karşı yönetimlerce takınılan sert ve kararlı tavır, bugün bile "dine karşı bir tavır" olarak anlatılmaya ve aktarılmaya çalışılmaktadır. Bu ayrı bir tartışma konusu olduğu için biz yine dönelim "dil" meselesine...

Devamını gör...

21 Haziran 2012 Perşembe

Şükrü Kızılot'tan Madde Madde Türk Ticaret Kanunu



Hürriyet yazarı Şükrü Kızılot Haziran ayı boyunca hergün "Madde Madde Yeni Türk Ticaret Kanunu" yazı dizisi ile herkesin merak ettiği soruları cevaplıyor...

-Hangi şirket tipi daha avantajlı?
-Şirkette para çekmede son durum ne?
-Herkes şirket yönetimine girebilir mi?
-Hapis cezaları ne oldu?

Hepsi ve daha fazlası Şükrü Kızılot’un kaleminden "Madde Madde Yeni Türk Ticaret Kanunu" yazı dizisinde.

Sizin de sorularınız varsa gönderin, Şükrü Kızılot cevaplasın Hürriyet'te ve hurriyet.com.tr'de yayımlayalım : hurriyet.com.tr/sorusor




Bir bumads advertorial içeriğidir.







Devamını gör...

12 Haziran 2012 Salı

Pi Sayısı Nedir?

Hiç şüphesiz ki, bu "pi sayısı" denen tanımlama, dünyanın en çok insan tarafından (en azından) duyulmuş tanımlamalarından biridir. 


Ezberci eğitim sistemimiz ise Pi sayısı şöyle tanımlar: Bir dairenin çevresinin çapına bölünmesi ile elde edilen ve sonucu daima 3,14...... olan bir sabit değer. 


Onun bu tanımlamasına karşılık, bu tanımlamayı görsel olarak anlatan aşağıdaki grafik resim ve bu resim üzerinde hazırlanmış hareketli ikinci bir resim (GIF resmi), Pi sayısının aslında tam olarak ne olduğunu bizlere açıkça gösteriyor. Yaşınız ve eğitiminiz ne olursa olsun, zannederim hepinizin ilgisini çekecektir.  






Devamını gör...

7 Haziran 2012 Perşembe

27 Mayıs'çı bir subayın Türkiye ve "anayasa" hakkındaki görüşleri

Tam olarak ne olduğu konusunda kimse ittifak içinde bulunmasa da, "demokrasi" kelimesi, arkasına sığınılacak bir sutre vazifesi görmeye devam ediyor.


"Demokrasiye karşı çıkan adam" damgası yememek, bugün ucundan kıyısından da olsa memleket meselelerine dokunan insanlar için bile önem taşıyor. Çünkü, çerçeveyi bir kere "demokratik mücadele" adıyla belirledin mi, içini ne kadar melanetle doldurursan doldur, bu çerçeve onu meşru bir söylem haline getirmeye yetiyor!..


Hemen her yazımızda bu durumun altını yeniden yeniden çizmek ihtiyacını boşuna duyuyor değiliz! Zira, kendilerini bu sutrenin arkasına gizleyerek ne kadar insanî ve millî değer varsa onları hedef seçenler, işlerine gelmeyen ne varsa onu derhal "demokrasi dışı" ilan ediveriyorlar!..


Bunlara göre, mesela, asker siyasetle uğraşmamalı! Siyaset dediğiniz, eline bir parti bayrağı alıp ordan oraya koşturmaksa, elbette bu "asker"in işi olmamalı ve bu anlamda asker siyasete "bulaşmamalı!.." Lâkin bu, asker ülkesine dair meseleleri "düşünmemeli" anlamına da gelmemeli!..


İşte bizim demokrasi "çerçevemiz" de bu. Ve bu çerçeve içinde, merhum gazeteci Uğur Mumcu'nun sararmış bir mektup kâğıdının unutulup gitmiş satırlarında rastgeldiği; bir "asker"in ülkesine dair düşüncelerini bugün okuyucu ile paylaşmak istiyoruz.


27 Mayıs ihtilalinin en sıcak günlerinde yazılmış olan bu satırlarda bir "asker"in ülkesi hakkındaki düşüncelerine şahit olacaksınız. Önyargılarla örülmüş zihinler için değil ama hür bir fikir ve hür bir vicdanla bu konulara ilgi duyup kafa yoranlar için, içinde bugün bile geçerli ve önemli hususlar bulunduğuna inandığımız bu mektup, 27 Mayıs 1960 yılında vuku bulan ve tarihe "27 Mayıs ihtilali" olarak geçen bu ihtilalin önde gelen isimlerinden Kur. Albay Osman Köksal'a hitaben, sınıf arkadaşı olan Kur. Albay Bedrettin Demirel tarafından yazılmış bir mektuptur. 

Devamını gör...

5 Haziran 2012 Salı

"Türkiye cahiliye dönemini yaşıyor!"

Dışarıdan bakıldığında "demokrasi mücadelesi" gibi görünen ama esası yüzyıllardır "akıl ve bilim ile dogmalar arasında sürüp gelen bir mücadele" olan Türk siyasi tarihi, günümüzde yeni bir safhaya girmiş bulunuyor. Fakat bu tarihi mücadelede akıl ve bilim cephesi, zamanında doğru ve "samimi" bir şekilde değerlendirmeye pek gerek görmediği "din" olgusunu dışlamakla ve onun "dogmalar" tarafından istilasına göz yummakla büyük bir hata etmiş görünüyor.


Şurası muhakkak ki, içeriği değiştirilmiş bir din anlayışı ile berbat bir siyasi argümanın aracı haline gelmiş bulunan bu dogmalar, çorak bırakılmış yamaçlardan aşağıya doğru bir anda kayıp ne varsa silip süpüren bir heyelân gibi her şeyin bir anda üstünü örtebilecek bir potansiyelle çoktan hareketlenmiş ve akıl ve onun ürünü olan bilimselliğin üzerine adeta tonlarca bir ağırlıklıkla çökmeye başlamıştır.


Bu durumun son halini fotoğraflayan ve yaşanan sorunlara dair bize önemli ipuçları verdiğine inandığımız bir röportajın son bölümünü buraya olduğu gibi alarak kayıtlarımıza geçirmeyi gerekli bulduk. Umuyoruz ki, bu konulara kafan yoranlar için gün gelir bir yararı dokunur.


"Türkiye cahiliye dönemini yaşıyor!"


BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞRETİM ÜYESİPROF. FARUK BİRTEK: 

Devamını gör...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

HAY AKLINIZIN DİBİNİ SEVEYİM SİZİN!..


Bir kanser gibi bu ülkenin her noktasına yayılan ve hemen her yurttaşın zihnine saldıran acaip bir çapsızlık ve sığlık hastalığı her gün yeni kurbanlar almaya devam ediyor!

İnsanın, etrafına baktığında zekâ eseri bir söz, aklı selîm bir fikir, zarif bir davranış görememesi gerçekten azap verici bir durum! 

Bu durumun uzunca bir süre devam etmesi halinde ise ortaya “mank” denecek kadar biçare ve güdülmeye hazır bir neslin çıkması da haliyle kaçınılmaz oluyor! Toplumu sinsice kemiren bu illetin yarattığı hasarlı beyinlere artık daha bir sık rastlar olmamız da boşuna değil!

Bu durumun nedenlerini zaman zaman muhtelif yazılarımızda kendimizce sorguladığımızdan, o konulara burada yeniden girmeyeceğiz. Bunun yerine, “nedenler, sonuçları ile ölçülür” ilkesinden hareket ederek, bu durumun nedenlerinden çok sonuçları üzerinde duracağız.

Bu noktadan sonra sadede gelecek olursak, kasıtlı olarak hızla ve sürekli olarak “değiştirilen” siyasi gündem tuzaklarından kurtulmayı başaramayarak fikri bir baş dönmesi yaşayan muhalif siyasilerimizin, bu durumdan dolayı artık zihinsel olarak kusmaya başladıklarını görmek vatandaş olarak bizleri gerçekten üzüyor!..

Nasıl derseniz; daha bundan birkaç gün önce, Ulusal Kanal adlı TV kanalındaki bir haber programında, “Yeni Anayasa” çalışmaları konusunda fikir beyan etmek üzere ekrana çıkan CHP Milletvekili ve aynı zamanda bir “Anayasa Hukukçusu” olan Prof. Dr. Süheyl Batum, canlı yayın esnasında öyle sözler etti ki, ekran başında kendisini izlerken adeta donduk kaldık!.. 

Devamını gör...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Ah Enver Paşa, vah Enver Paşa...

Bilindiği üzere, yakın tarihimize damgasını vuran İttihat Terakki Cemiyeti'nin üç önemli adamından biri olan Enver Paşa, Osmanlı imparatorluğunu içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak uğruna arkadaşları ile beraber giriştiği amansız mücadelenin hüsranla sonuçlanması üzerine, diğer iki arkadaşı; Cemal ve Talat paşalarla birlikte ülkeyi terk etmek durumunda kalmıştı. 


Herşeye rağmen mücadele azmini kaybetmeyen bu vatansever adamlar, ülkeleri adına birşeyler yapmak için ülke dışında da didinip durdular. Yalnız, şurası da muhakkak ki, böyle bir mücadele için sadece vatansever olmak yetmiyor; bu mücadelenin olayları hakkı ile değerlendirebilecek bir akıl ve yetenekle desteklenmesi de gerekiyor. Aksi halde, o mücadelenin başarı ile neticelenmesi ve "talihinizin yaver gitmesi"(!) imkânsız denecek kadar zordur!    


Son zamanlarda, Türkiye siyasetinde gözlenen aşırı dalgalanmalar ve yön arayışları siyasi kadrolarla beraber vatandaşlar arasında da derin fikir ayrılıklarına yol açmakta, bu vesile ile de geçmişte yaşanmış olaylar ve kişiler yeniden ele alınmakta, çünkü taşların yerli yerine oturmadığı düşünülmektedir. Eskilerin dediği üzere, evveliniz neyse, ahiriniz de odur. Öyle ise, demek ki biz şimdi bu anlamda geçmiş hayatımızın ahiretini yaşıyoruz ve bizim bugün yapıp ettiklerimiz de yarın, bizden sonrakilerin ahireti olacaktır. O halde biz, bizim bu günlerde yaşadıklarımızda artı ya da eksi katkısı olanları doğru değerlendirmeli ve sırtımızı kimlere dayadığımıza dikkat etmeli, geçmişten doğru dersler çıkarmalıyız. 


Şu halde, yukarıda söylediklerimiz ışığında, "Sarıkamış Hareketi" dahil, bir çok hatalı karara imza atan ama bütün bunlara rağmen bugün bir kısım insanımız tarafından, "kıymeti bilinmemiş, talihi yaver gitmemiş, şanssız bir kahraman" olarak değerlendirilen ve 4 Ağustos 1922 yılında, Türkistan'da Rus Bolşeviklerine karşı adeta "intihar" gibi yaptığı bir saldırıda, henüz 41. yaşında iken hayata veda eden Enver Paşa'nın, kendisini böyle bir sona götüren bu hareketine dayanarak, onun siyasi kişiliği ve vizyonu hakkında bize yeteri kadar fikir verebilecek tarihi bir mektuptan bahsetmeye geçebiliriz. 

Devamını gör...

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Afrika ne kadar büyük, hiç merak ettiniz mi?

Dünyanın orta yerinde durup durduğu halde, çoğu zaman nasıl oluyorsa gözlerden uzak kalan ve ancak "açlık" ve "yoksulluk" konuşulduğunda akla gelen, o da yetmiyor gibi çoğu zaman da "Kara Kıta" olarak anılan bu devasa kıtanın gerçekte ne kadar bir büyüklüğe sahip olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? 


Zira Afrika kıtası, dünyadaki belli başlı ülke ve kıtalarla karşılaştırıldığında ortaya çok ilginç bir tablo çıkıyor. Bunu anlamak için ise aşağıdaki "karşılaştırmalı" grafik/tabloya bakmak yetiyor:


(Resmi, gerçek boyutu ile görmek için üzerine tıklayınız...)


Devamını gör...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Türk halkının olağanlaşan çaresizliği ve Türkiye'nin demokrasisi

Bu kadar uzun süren bir "istikrar"(!) döneminde nasıl oluyor da, daha hâlâ bu ülkenin yarısı böylesine istikrarlı bir gidişten rahatsız oluyor da, bu istikrarın "müsebbibi" olan bir iktidara muhalefet ediyor?!.. Veya, soruyu tersten soralım: Mevcut iktidara muhalefet edenler, iletişim vasıtalarının bu kadar ileri olduğu bir çağda, nasıl oluyor da halkın yarısının ülke gerçeklerinden habersiz yaşadıklarını ve bu yüzden bu iktidara destek vermeye devam ettiklerini, bu sebepten onları bu gerçeklerden haberdar etmenin en başta gelen bir "vatanseverlik görevi" olduğunu ama bunda bir türlü başarılı olamadıklarını düşünüyorlar?..


Bu ülkenin siyasi tarihinde ve hatta dünyanın bilinen siyasi tarihinde dahi bir eşine rastlanmayacak bir siyasi yapılanma karşısında, bu yapılanmayı deşifre ederek buna karşı bir türlü bir strateji geliştirememek, ilk anda, parlamentoya girmeyi başarmış iki büyük siyasi partinin muhalefet ettikleri bu siyasi yapıyı hakkı ile deşifre edemediklerini ve dünyaya hakim olan küresel gücün yöntem ve argümanlarını kavrayamadıklarını düşündürüyor. Fakat, öyle görünüyor ki, bu bir "kavrayamama" sorunu olmaktan çok, muhaliflerin ekserisini temsil eden bu muhalefet partilerinin "yeni dünya düzeni"ni çoktan kabul ettiklerini ama asıl "sıkıntı"yı, kendilerini bu "yeni düzen"e adapte etme konusunda yaşadıklarını gösteriyor.


Devamını gör...

25 Nisan 2012 Çarşamba

Sonsuzlukla Kurulan Göbek Bağı:"Karındaki İkinci Beyin"


"İnsan aklının, bilim tarihinin geçmişinde olmadığı kadar hızlı keşif ve buluşlara imza attığı 21. yüzyılın bu ilk yılları, gerçekten şaşırtıcı gelişmelere sahne oluyor ve bu gelişmeler, bugüne kadar doğruluğuna kesin olarak iman ettiğimiz kimi fikirleri yeniden ele almamızı zorunlu kılıyor. 


Hepsi bir yana; bir taraftan gözünü uzayın sonsuzluğuna diken insanoğlu, diğer taraftan bizatihi kendisinin sonsuz derinlikleri dolduracak bilimsel bir hazine olduğunun farkına varıyor. Böylece, bugüne kadar metafizik boyuta ait olduğu varsayılan kimi gerçekleri hisseden fakat izah edemeyen insanoğlu, bu yeni keşifler sonucunda yeni bir bilim zemininde yürümeye hazırlanıyor. Aşağıdaki makale de, işte bu dediklerimizin ne anlama geldiğini daha açık ve daha somut bir şekilde ortaya koyuyor." (A. H. Sezgin)

Nöro-bilimcilerin ifadesine göre, karındaki ikinci beyin; hücre yapısı, etken maddeleri ve reseptörleri sayesinde kafadaki beynin bir ikizi olacak kadar beynin aynısıdır. İkinci beyin; düşünüyor, hissediyor, hatırlıyor ve karar veriyor. Özellikle korku, sevinç ve üzüntü gibi yüksek duygularda büyük rol oynuyor.


Bilimin eski gerçeklik çizgisi, her gün bir başka yerinden kırılmaya devam ediyor. On-on beş yıl önce, kafamızdaki beyin dışında, karnımızda ikinci bir beyin daha var diyenin aklından şüphe duyardık mutlaka. İlginç olan şey, bizim bilimi gündelik hayata çok geç geçirdiğimiz gerçeğidir. Zira karındaki ikinci beyin konusunu ortaya atan bilim adamı Prof. Dr. Michael Gershon, The Second Brain kitabını 1998 yılında yazmış. 1998 ile 2011 arasında geçen zaman, iletişim çağının hızlı özellikleri düşünüldüğünde hiç de az değil. Yeni bir cep telefonu çıktığında yıldırım hızıyla çekip yaşantımızın içine alıyoruz da gerçek gelişimi sağlayacak bilimsel konularda taş devri hızına düşebiliyoruz. Bu konuda yazılmış çok az yerli bilgi kaynağı var ve hepsi birbirinin kopyası adeta.

Devamını gör...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Türk Solu ve Nazım Hikmet


Bir vatandaş kimliği ile Türk soluna dair yaptığımız kimi gözlemleri zaman zaman burada sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey, sol düşünceye karşı özel bir tavır almaktan çok, üzerinde bulunduğu toprakların jeopolitiği ve bu toprakların barındırdığı Türk nüfusu ile emperyalistlerin gözüne bir diken gibi batan Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı kesintisiz bir şekilde devam eden saldırılar karşısında bir türlü doğru tavır alamayan Türk solunun, bu hali ile Türkiye'ye verdiği zararı ortaya koymaktan ibarettir. Umulur ki, hiç olmazsa artık bundan sonrasında milleti ile barışık milli bir güç olsun da, meydan bugünkü kadar boş kalmasın!..


Evet, bu girizgâhtan sonra gelelim Türk solcularının yerli yersiz, her fırsatta öne çıkardıkları ve "vatan uğruna mücadele vermiş bir kahraman" ilan ettikleri Nazım Hikmet'e... Buna dair, http://devriye.wordpress.com adresli blogda, İbrahim Altuncu imzası ve "Ne ola şu Nazım Hikmet fetişizmi?" başlığı ile yayınlanan ve konuyu bir çok yönü ile ele alan dikkate değer bulduğumuz bir makaleyi, konunun önemine binaen olduğu gibi buraya alıyoruz.


Ne ola şu Nazım Hikmet fetişizmi?


"Türkiye solu başlangıcından bugüne romantik-skolastik doğasını korumaya ısrarla devam ediyor. Bir anlamda modern kültürel hareketler solun ve sağın romantik tavırları ile yoğurulageldi. Her ikisi de aynanın iki tarafında duran bu akımlar edebiyatımızı da etkiledi ve şekillendirdi.

Devamını gör...

Medet ya Akıl!..

Şaşkın ördeklerin göle nasıl daldığını zamanında atalar söylemiş, biz buradan tekrar etmeyelim! Lâkin, epey bir zamandır bu memleketin içinde bulunduğu badireden nasıl çıkacağı hakkında bilir bilmez ahkâm kesenlerin aklının dibini gördükçe, insanın neredeyse; "başımıza bunca iş boşuna gelmemiş" diyesi geliyor!


Atatürk'ün manevi gölgesi altında yıllar yılı barındıkları halde onun nasıl var olduğuna kafa yormamış olanlar,  emperyalizmin cehennemi ateşinden yıllardır kendilerini koruyan bu kalkan üzerlerinden kalkınca ne yapacaklarını şaşırır oldular. Yani, bugüne kadar sahip çıkmadıkları, bugün kıymete bindi!.. Şimdi, bir telaşe içinde vatandaşa çağrılar yapıyorlar: "Birleşin!.."


Özgürlüğün olmazsa olmazı olan "vatan" için bir araya gelmek ve bu niyetle çağrı yapmak elbette abes değil. Ama ayda 1 milyondan fazla ziyaretçisi olan bir "ulusalcı" sitede yazan bir yazarın yaptığı çağrının şekline bir bakar mısınız:

Devamını gör...

27 Mart 2012 Salı

"İzmir Marşı" ve bir ihanetin düşündürdükleri...



I. Dünya savaşı esnasında Lawrence adlı İngiliz casusunun yalanlarına kanıp bizi arkadan vuran "İstanbul doğumlu" Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve ona bu ihanetinde destek olan oğullarının ibretlik sonlarını gözler önüne seren bu hikaye, sadece tarihe ışık tutan bir belge olmakla kalmıyor, bugün aynı yola sapan benzerlerinin sonlarının ne olacağı konusunda bize de, onlara da fikir verebilecek tarihi bir vesika niteliği de  taşıyor. Bundan sonrasında sözü sahibine bırakaca olursak:


Dışişlerinde 34 yıl hizmet etmiş olan eski Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Siyasi Daire Genel Müdürü olarak, 1942 yılında, geçici bir görevle Arap ülkelerine gönderiliyor. O tarihte henüz bağımsızlığını kazanmamış olan Ürdün'e de uğrayan Erkin, Şeria nehrinin karşı yakasında kurulmuş bir çadırda, Ürdün Emiri Abdullah tarafından kabul ediliyor. 


Emir Abdullah'ın babası bilmem kaçıncı göbekten peygamberin torunu olan eski Mekke Şerifi Hüseyin'dir. Hz. Muhammed'in bu hayırsız torunu, İngiliz altınına tamah ederek, Osmanlı devletine ihanet etmiş ve I. Dünya Savaşında, İslamın kutsal topraklarını savunmaya çalışan Türk askerini arkadan vurmuştur. 


Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah, İstanbul'da büyümüş, İstanbul'da okumuş ve eski Şûrayı Devlette (yani Danıştay'da) üyelik yapmış bir İstanbul efendisiydi. Tabii, pürüzsüz bir İstanbul Türkçesi konuşuyordu. Erkin'le karşılaşınca, âdeta eski günleri hatırlayarak hasret gidermek istemiş, Türk konuğunu yemeğe alıkoymuş ve bir ara başbaşa kalınca ona içini dökmüş. Âdeta günah çıkarmak istercesine, Erkin'e şu ibret verici hikâyeyi anlatmış:

Devamını gör...

22 Mart 2012 Perşembe

Sürüngen Zihinlerin Yeni Dünya Düzeni

"Yeni dünya düzeni" ve bununla bağlantılı olarak dünyadaki masonik yapılanma ile ilgilenenler, David Icke adını mutlaka duymuşlardır. 


"Dünyayı gerçekten kim, nasıl yönetiyor?" sorusuna yazı, makale ve muhtelif medya mecralarında yaptığı konuşmalarla açıklık getirmeye çalışan bu İngiliz yazar, 2005 yılından bu yana, bu konuda ortaya koyduğu görüşlerle, çalışmaları, dünya kamuoyunca ilgi ile takip edilen bir yazar konumuna gelmiş durumda.


İnternet ortamında bir çok çalışmasına kolayca ulaşılabilecek olan bu yazarın, "Yeni dünya düzeni"nin önde gelen savunucuları hakkında yaptığı bir tanımlamayı aktararak konuya girmek istiyorum. Aslına bakarsanız, sadece bu tanımlama bile dünyanın başına bunca iş açan o malûm "büyük başların" ve onların şahsında somutlaşan bir zihniyetin ne mahiyette olduğunu açıkça ortaya koymaya yetiyor. Şimdi, dönelim David Icke'ye ve bakalım neler dediğine:

Devamını gör...

13 Mart 2012 Salı

Sahi eskiden çok mu dindardık?

Bu ülkede kök salmış nice yalan-yanlış inanışlardan biri de, cumhuriyetten önceki dönemde yani Osmanlılığımız zamanındaki müslümanlığımızın bugünkünden çok daha ileride bulunduğu inanışıdır. 


Buna inananlara göre, cumhuriyetin kurulması ile beraber iktidar mevkiinde bulunanlar maskelerini indirerek gerçek yüzlerini göstermişler ve İslam dinine ve ona inanan müslümanlara karşı bayrak açmışlardır. Onlara göre bunun en açık delillerinden biri ezanın Türkçeleştirmesi ve ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğinin savunulmasıdır.


İşte buna inananlar da şimdi güya onların bugünkü temsilcilerinden bunun hesabını sormakta ve sözümona ülkedeki bu "dinsizliğe" artık dur demekteler ve böylece yeniden, dinlerini gereği gibi yaşayabildikleri o eski güzel günlere kavuşma imkânı(!) bulabileceklerini düşünmekteler. 


Öyleyse gelin eskiden din ve diyanetle aramızın nasıl olduğuna bir göz atalım.


Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, bugün çok hayırlı bir iş yaptı ve "Yüz yıl önceye göre çok daha dindarız..." başlığı ile yayınlanan makalesinde, Şevket Süreyya Aydemir’in hayatını anlattığı ‘Suyu Arayan Adam’ kitabından şöyle bir alıntı aktardı:


"Topraksız bir çiftçi ailesinin oğlu olan Şevket Süreyya, 1897 yılında Edirne’de doğmuş ve ailesinin özverisiyle iyi bir eğitim alıp öğretmen olmuş. Sonra yedek subaylığını meşhur Sarıkamış faciasına uğrayan 28’inci Tabur’da (bozgundan önce alaymış) yapmış... Bir yandan bitmek bilmeyen Rus baskınlarına direnirken, diğer yandan da öğretmenliğin verdiği sorumlulukla emrindeki askerleri eğitmeye soyunmuş... Uluç Abi’nin ısrarla okumamı önerdiği bölüm özetle şöyle:

Devamını gör...

27 Şubat 2012 Pazartesi

Nedir bu "cari açık" meselesi?

İkiye ayrılarak çekişmeye milletçe yatkın olduğumuzdan olsa gerek, ekonomik meseleler gibi hesaba kitaba dayalı işlerde bile neyin ne olduğuna dahi kulak vermeden tuttuğumuz tarafa göre hareket etmeyi seviyor ve kimi  matematiksel gerçekleri dahi görmezden gelip, hata ve yanlışları alkışlayabiliyoruz. 


Bu duruma örnek teşkil edecek konulardan biri de hiç şüphesiz, bugünlerde ülke gündemini ister istemez gelen "cari açık" meselesi.


İktidar partisinin ağzına bakıp; "şu kadar milyar dolarlık ihracat yaptık!" diyenleri iştahla alkışlayanlar, "peki, ne kadar ithalat yaptık" diye sormadıkları gibi, bunu soranlara da "fitne, fesat çıkaran adam" gözü ile bakıyorlar. Bu sebepten, bu meselenin basit bir muhalefet malzemesi olmadığını anlamak ve ihracat ve ithalat arasında giderek açılan ve adına "cari açık" denilen bu makasın ne olup ne olmadığına bir bakmak ve onu en öz şekli ile anlamak gerekiyor.


Ekonomik meseleleri rakamlara boğarak anlatmak yerine, onu halkın anlayacağı bir şekle sokarak anlatabilen nadir insanlardan biri olduğuna inandığımız sayın Ege Cansen, 1 Şubat 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinde kaleme aldığı; "Cari açık herhalde kapanmaz" başlıklı makalesinde, konu ile ilgili ilginç hususların altını çiziyor. 


Meseleye, "Ödemeler Dengesi" tablosunu izah ederek başlayan Cansen, iki kısımdan oluşan bu tablonun bir tarafında yer alan ve adına "Cari İşlemler Hesabı" denen kısmına, "ithalat, ihracat, turizm, taşımacılık" gibi işlerden elde edilen gelirlerin ve bütün bu faaliyetler için yapılan harcamaların, yani giderlerin yazıldığını, ayrıca  yurt dışından yurt içine veya yurt içinden yurt dışına yapılan kâr, kira, faiz ve ücret havalelerinin de bu bölüme dahil olduğunu belirtiyor. Bu gelir ve giderler arasındaki fark fazla bakiye veriyor ise bunun adına "Cari İşlem Fazlası", şayet eksi bakiye veriyor ise de buna "Cari İşlem Açığı" denir, diyen Cansen, "Fazla veren olmazsa açık veren de olmaz" gerçeğinden hareketle, dünya ülkelerinin cari işlem fazlası ile cari işlem açıklarının cebirsel toplamının sıfır olması gerektiğini söylüyor. 

Devamını gör...

25 Şubat 2012 Cumartesi

Suriye yakında Tunus gibi olabilir

Ellerinde; "Nikab Haktır", "Nerede bu ülkenin müslüman erkekleri!" yazılı pankartlarla gösteri yapan Tunuslu kadınlar...

"Arap Baharı" adı ile janjanlı bir ambalaj içinde sunulan ve CIA/MOSSAD ortak prodüksiyonunun ürünü o malûm "devrim"lerden ilk nasibini alan ülke olan Tunus'ta ekilen kabaklar şimdiden bu "bahar"ın müjdecisi gibi çiçek açmaya başladı bile!


Çoktan "halledilmiş" bir ülke olarak Tunus, "sırasını"(!) bekleyen Suriye yüzünden olsa gerek bugün gözlerden uzak bir vaziyette sessiz sedasız "yeni"(!) hayatına alışmaya çalışıyor. CIA devrimi ile devrilen Zeynel Abidin Bin Ali'ye kadar, onun liderliğinde nispeten müreffeh ve liberal bir hayat düzenine sahip olan Tunus'ta bugün "daha fazla özgürlük" ümidi, yerini korkuya bırakmış durumda.


İngiliz Independent gazetesinde yazan gazeteci Robert Fisk, "Poisoned spring: revolution brings Tunisia more fear than freedom"(*), yani; "Zehirli Bahar: devrim Tunus'a özgürlükten daha çok korku getirdi" başlıklı makalesinde ilginç saptamalar yapıyor.

Devamını gör...

22 Şubat 2012 Çarşamba

Bana üstadını söyle...

Liberalizmin insan hayatını ve düşüncelerini şekillendirmede büyük ölçüde etkili olduğu bu çağda, insanların ekserisinde gözlenen yüzeysel düşüncelerle "varsayılan" doğrular üzerinden "light fikirler" üretmek işi, kendi müşterisini yaratmakta hiç de zorlanmıyor! 


Yani, öyle bir durumdayız ki, teşbihte hata olmaz dedikleri hesap; Osmanlı sadrazamına: "Yarabbi, şu Arabın aklını bir geceliğine bana ver de, hiç olmazsa rahat bir uyku uyuyayım!.." dedirten haremağasının verdiği akıllar gibi, yüzyılların biriktirdiği sorunları sanki bir anda çözüverecek sihirli cümleler, ardı ardına ülke gündemine düşüp durmakta! 


Sonunun nasıl biteceğine kafa yormayanlar için her tür rüyayı hayata geçirmeyi mümkün kılan bu liberal düzen, "ah beni bir başbakan yapacaklardı ki..." diyenlerin dahi rüyasını gerçek kılabilirken, söz konusu biz olunca; liberal batının "taç giyen baş akıllanır" sözü pek geçerli bir sözmüş gibi görünmüyor.


Daha önceki bir makalemizde ele aldığımız "kinini din etmek" meselesinde altını çizmeye çalıştığımız hususlar, nihayet bizzat sayın büyüğümüzün ağzından da teyit edilmiş oldu. Atatürk'ün ünlü "Gençliğe Hitabe"sine alternatif olarak gördükleri anlaşılan ve "üstad" kabul ettikleri Necip Fazıl tarafından yazılmış bulunan bir yazıdan yaptıkları alıntı ile, onun; "Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik..." sözlerini, düzenlenen bir telekonferans vasıtası ile kamuoyuna aktaran sayın başbakan, o cümlede geçen "kininin davacısı" ibaresinin ne anlama geldiğini de açıklasa iyi olurdu ama buna gerek görmedi.

Devamını gör...

16 Şubat 2012 Perşembe

Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal ve İttihatçılar

"Atatürk "İttihatçı" mıydı?" başlıklı bir önceki yazımızın devamı olarak nitelenebilecek, Gürkan Hacır tarafından kaleme alınan aşağıdaki makale, İttihatçılar ve Mustafa Kemal arasında kurtuluş savaşımızın başlangıcında yaşanan ilginç çekişmeye ışık tutuyor. Bu vesile ile tarihin karanlıkta kalmış bir yüzü daha aydınlanmakla kalmıyor, bu olaylar Mustafa Kemal'in liderlik sırlarına ışık da tutmuş oluyor. 


Milleti ile kendisi arasına hiç bir gücün girmesine izin vermediği gibi, birilerinin gücü ile başa geçmek kolaycılığına kapılmadan, sadece kendi fikirlerine ve kendi şahsiyetine dayanarak milletini nasıl selamete çıkardığının ipuçlarını da veriyor. 


Bir takım güçler tarafından parlatılarak iktidar olabilen ve onlara söz verdikleri tavizleri yerine getirerek iktidarını sürdürebileceğini zannedenler için de büyük bir ders olacak bir şahsiyetin sahibi olan Mustafa Kemal ile İttihatçılar arasında yaşanan o tarihi hadiseleri, buyrun şimdi beraber okuyalım. 
  
Mühür kimdeyse Süleyman Odur



MİT Müsteşarı'nın KCK şüphelisi olarak ifadeye çağırılması tartışmayı tam anlamıyla gün yüzüne çıkardı. Artık bir kulis fısıltısı değil. Başbakan'ın doğrudan talimatıyla hareket eden MİT Müsteşarı'na cezaevinin kapısını işaret eden irade Gülen cemaatine yakındır. Yani daha düne kadar cemaatle kol kola giren Başbakan şimdi onlarla kıyasıya bir kavganın içerisinde.

Devamını gör...

13 Şubat 2012 Pazartesi

Atatürk "İttihatçı" mıydı?

Cumhuriyet öncesinin politik tartışmaları, cumhuriyet sonrası Türkiye'sinde de ne ilginçtir ki, aynen devam ediyor! 


II. Meşrutiyet döneminde zirve yapan zihniyet ayrışması, politik bir çekişme boyutunun çok ötesine geçmiş ve tarafları, birbirlerinden "öç" almaya sevkedecek kadar ileri ve keskin bir düşmanlık boyutuna taşımıştı. Dönüp dolaşıp, 100 yıl sonra yine aynı noktaya geldiğimize ve "ittihatçı" sözcüğü yeniden siyasi lügatimize bir "suçlama" sözü olarak girdiğine göre, bu konuda tarihten küçük bir hatırlatma yapmak artık bir gereklilik oldu.


Osmanlının son dönemine damgasını vuran ve başlangıçta gizli bir dernek olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası, yani bugünün Türkçesi ile; Birlik ve İlerleme Topluluğu (ya da partisi), iktidar olduğu dönemde yapıp ettiği işler ve Osmanlı imparatorluğunu I. Dünya Savaşına sokması ve bu savaşın sonuçları sebebi ile pek hayırla anılan bir parti olmamıştır.  


Siyasi ve tarihi açıdan önemi ise, bir dönem gençliğinin özlem ve arzularını ifade eder bir mahiyeti olmasıdır. Fikri temelleri 1860'lara dayansa da, İttihad-ı Osmani Cemiyeti adı ile 1889' Mayıs'ında gizli bir cemiyet olarak kurulmuş olan bu teşkilatın kuruluş amacı, 39 maddelik tüzüklerinin birinci maddesinde: "Adalet, eşitlik, özgürlük gibi insan haklarını ihlal eden, bütün Osmanlıları ilerlemeden alıkoyan ve vatanı yabancı tasallutu altına düşüren yönetime karşı, İslam ve Hristiyan yurttaşlarını uyarmak" olarak tanımlanır.

Devamını gör...

8 Şubat 2012 Çarşamba

Dünya Karikaturistleri Gözüyle Wikileaks

-Yakanızı kanun önünde Assange'dan kurtarabilecek misiniz?
-Geçmişte böyle bir problem asla olmamıştı (Arka plandaki par
maklıklar üzerindeki "Hicks" ibaresi ise (hödükler), diğer bir deyişle "taşralılar" 
için-yani Assange için hazırlanmış olan bir hücreyi temsil ediyor )   

Devamını gör...

2 Şubat 2012 Perşembe

Siyasal İslam var da Siyasal Hıristiyanlık yok mu?!..

"Gündem belirlemek", her alanda bir "güç" göstergesidir. Gündemi belirleyecek gücünüz yoksa gündemi belirleyen gücün yarattığı gündemlerin arkasında sürünür durur, farkında bile olmadan, onların ortaya koyduklarını mutlak doğrular olarak kabul eder ve kendi kendinizi birden o gündeme göre konumlandırmanın telaşı içerisinde bulursunuz.

Son dönemde ortaya atılan "Siyasal İslam" kavramı da işte bunlardan biri. Batı mahfillerinde pişirilip bizim gündemimize oturtulan bu kavram, dünyevi olaylara karışmaması(!) "gereken" İslam dininin, "çığırından çıkarak" insanlık düşmanı, (yani Batı düşmanı) bir siyasi harekete dönüşmesi anlamına geliyor!.. 

"Laiklik" anlayışını, "dinden uzak durmak" olarak anlamış ve onsuz bir medeniyet anlayışı geliştirmeye kendilerini adamış olan bizim Batı emperyalizmi karşıtı okumuş-yazmışlarımız da, "tarihsel materyalizm"e fazlaca kafa yorduklarından, Batı'nın bu yeni tezgâhını anlamakta epey geç kalmış görünüyorlar.

Yalnız, bu noktada, konumuzun İslam dinini "anlamayana anlatmak" olmadığının hemen altını çizelim. 


Anlatmaya çalıştığımız şey, birbirine karşı konumlanmış iki dinden biri olan Hıristiyanlığın, İslam dinine, dolayısı ile "İslam alemi" olarak tanımlanan ve bilhassa "Orta Doğu"da yoğunlaşmış olan "Doğu Halkları"na hangi argümanlar üzerinden yaklaştığı ve düşünce sistematiğinin ne olduğudur. 

"Siyasal İslam" diyerek bunu bir tehlike olarak işaret eden Batı emperyalizmi, kendisinin bizatihi "siyasallaştırarak" kendi emperyalizm politikalarının emrine tahsis ettiği hıristiyanlığının, insanlığın başına açtığı belalardan ise nedense hiç söz etmiyor?!.. Bize "ılımlı İslam" tavsiye ediyor ama kendi dininden hiç bahsetmiyor!.. 

Devamını gör...

31 Ocak 2012 Salı

Hâlâ mı aynı aymazlık?!..

Bugün bu ülke insanlarının fikren ve zihnen dört bir yana savrulmuş şu hali, yarım kalmış bir "zihniyet devrimi"nin bir neticesidir ve bu ülke için kafa yorduğunu düşünen bir aydın için bu durumun nedenlerini ortaya koymadan çözümler üretmeye girişmek, sonu kaçınılmaz olarak abesle iştigal olacak, verimsiz ve beyhude bir çabadır.


Ne yapmak ve nereye varmak istediğini açıkça anlattığı halde bunu metodolojik bir temele oturtmaya ömrü vefa etmeyen Mustafa Kemal'in geriye bıraktıklarını bir miras olarak görmeyip, gündelik politikaların rüzgârına kendilerini bırakanlar, bir o yana bir bu yana savrula savrula, kendileri ile beraber vatandaşın da başı dönderdiler.


12 Eylül 1980 darbesi ile önündeki engelleri tamamen kaldıran ve nihaî hedefine doğru koşar adım ilerleyen Batı emperyalizmi, bizim; bu, birbirleri ile "demokrasi yarıştıran" aymazlarımız sayesinde, cesaret ve cür'etini, daha da artırma fırsatını bulmuş oldu!..


Batı'nın, kendi tarihsel süreci içinde ortaya çıkmış sınıfları ve bunlar arasındaki çıkar çatışmalarını uzlaştırmak maksadı ile  icat ettiği "çok partili" demokrasiye, tam bir taklitçilikle ve hiç düşünmeden atlayan, "onlar gibi olmakla" bütün dertlerimizden kurtulucağımızı düşünen bu ülkenin bir çok okumuş-yazmışı, bugüne kadar yabancılardan gelen her şeye, her fikre rağbet ettiler de, Allah'ın her millete kolay kolay nasip etmediği Mustafa Kemal gibi bir adamın düşünce ve fikirlerine, her ne hâl ise bir türlü rağbet etmediler!..

Devamını gör...

25 Ocak 2012 Çarşamba

Emperyalist Demokrasi Güncellemeleri...

Ertuğrul Özkök, bugünkü (24 Ocak 2012) köşesinde ilginç bir makaleye imza attı. "O gün düşen bir UFO muydu?" başlıklı makalesinde Özkök, 21 Haziran 2011 günü Libya semalarında meydana gelen bir olaya işaret ederek, şöyle diyor:


"O gün Kaddafi yanlıları, üzerlerinde uçan bir cismi düşürdü. Askeri bir başarı ile moral arayan askerler heyecanla çöle düşen cisme doğru koştular. Amaçları, araçtaki pilotları ve yabancı askerleri yakalayıp psikolojik üstünlük elde etmekti. Ancak düşen cismin yanına gelen askerleri bir sürpriz bekliyordu. Düşen aracın içinde kimse yoktu.


Oysa daha 5 dakika önce o aracın içinden kendilerine ateş açılıyordu. Öyleyse düşürdükleri bu cisim neydi? 


Ama asıl şaşkınlığı ertesi gün yaşayacaklardı. 22 Haziran günü dünyadaki gazetelerde ve televizyonlarda düşürdükleri araçla ilgili tek kelime haber yoktu. Üstlenen kimse de çıkmamıştı.(..) (Ama) Aracın düştüğü yerden binlerce kilometre uzakta bir yerde bir takım insanlar, ne olup bittiğini çok iyi biliyorlardı. Düşen araç, "fire scout" modeli bir helikopterdi ve Amerika Birleşik Devletleri'ne aitti. Pilotu olmadığı için, hayatını kaybeden veya esir düşen bir Amerikan vatandaşı da yoktu. Dolayısı ile haber olması bile gereksizdi. Ancak gazetecilerin bile üzerinde durmadığı bu olayı, yakından takip eden bir "tarassut köpeği"(watch dog) vardı ve daha o gün, düşen aracın içinde ölen "hayalet pilotun" hikayesini yazmaya başlamıştı.  


Bu kişinin adı Peter W. Singer'di ve "Brooking Institution"da çalışıyordu. 

Devamını gör...

22 Ocak 2012 Pazar

2011’DE NELER GÖRDÜM , NELER ÖĞRENDİM

Hukukçu, Eğitimci ve Yazar sayın Salih Altun bey, 2011'de yaşayıp, gördüklerimizi, (kendi deyimi ile "öğrendiklerimizi") pek güzel bir şekilde özetlemiş. Yazısını: "Herkese, açık bir göz, mühürlenmemiş bir gönül; gideni aratmayacak bir yeni yıl dilerim"  diyerek bitiren sayın Altun'a bu güzel dilekleri için teşekkür ederek, "olan, biteni" bir daha hatırlamakta fayda var deyip, makalesini okumaya başlayalım:


2011’DE NELER GÖRDÜM, NELER ÖĞRENDİM


                *Siyaset makamının yüksek mevkilerinde oturanların, dün “Postal yalayıcı, cebine pasaport koymasaydık Kuzey Irak’an dışarı çıkamazlardı.”dedikleri Barzani ve Talabani’yi kırmızı halı kenarında hizaya geçerek karşıladıklarını ,aile fertleriymiş gibi “KAK”,”MAM”(ağabey,amca)sıfatlarıyla kucakladıklarını,

”Libya’da Natonun ne işi var?” diyenlerin, canları sıkıldıkça  Esad ailesine aile boyu gece oturmasına gidenlerin  Atlantik ötesinden esen rüzgarların etkisiyle birden Kaddafi’ye Esad’a sırt çevirip cephe aldıklarını gördüm.

                *Bu ülkede tutarlılığın, sözünde durmanın hiçbir işe yaramadığını özellikle siyasette bir yere gelebilmek için gayet esnek bir omurgaya sahip olmanın; daha iyisi omurgasız olmanın gerekli hatta zorunlu olduğunu öğrendim.

                *Başbakanın hastalığı ve sporda şiddet yasasının veto edildiği günlerde iktidar cenahında yer alan anlı şanlı zatların danslarını, kıvırmalarını ibretle seyrettim. Saflarını ne kadar da kolay değiştirdiklerini sonra kolayca eski saflarına dönüp hiçbir şey olmamışçasına yer tuttuklarını gördüm.

Devamını gör...

17 Ocak 2012 Salı

Hayatın ve Ölümün Şehri


NANKİNG KATLİAMI


II. Dünya Savaşının hemen arefesinde Uzak Doğu'da yaşananlar Batı Cephesinde olup bitenler kadar nedense pek ilgi çekmemiştir. 


İlgi yönlendirmede önemli bir araç olduğu inkâr edilemeyecek sinema sanatını en güçlü şekilde icra eden Amerikan sinemasının, yani Hollywood'un, (özellikle savaş filmleri söz konusu olduğunda) içinde Amerika'nın olmadığı bir hikayeye pek sıcak bakmaması, dolaylı olarak dünya milletlerinin kendi sunduklarına göre odaklanmasını sağlmaktadır. 


"Sağlamaktaydı" desek daha doğru olacak. Zira değişen dünya koşulları ile beraber, Amerika'nın bu konudaki "tekel"i de kırılacak gibi görünüyor. Öyle ki, Uzak Doğu'da yeni ve büyük bir yıldız olarak parlayan Çin, sadece sınai üretimde değil kültürel konularda da artık dünya çapında önemli eserlere imza atıyor. Bunlardan biri de; "City of the Life and Death", yani "Hayatın ve Ölümün Şehri" adlı 2009 yapımı bir film.


Bütünüyle Çin sinemasının imkânları, yönetmenleri ve oyuncuları ile "siyah/beyaz" olarak çekilen bu film, izleyenlerin zihinlerinde gerçekten önemli izler bırakan, son derece etkileyici bir film.


Konusunu yaşanmış bir olaylardan alan bu film, emperyalist paylaşım savaşlarının Doğu cephesindeki yansımalarına da ışık tutuyor. Bu anlamda, Ağustos 1937'de Çin üzerinde egemenlik hakkı olduğu iddiası ile Çin'e asker çıkaran Japonya'nın, kimilerince "Büyük Doğu Asya Savaşı" olarak da adlandırılan bu savaşta, Nanking şehrinde Çin halkına yaptığı katliamlar ve Çinli kadınlara reva gördüğü tecavüzler, bu filmle son derece çarpıcı bir şekilde sinema diline aktarılmış. 

Devamını gör...

14 Ocak 2012 Cumartesi

12 Eylül çöplüğünde eşelenenler...

Bu "12 Eylül" meselesi, epey bir zamandır; bir; "Allahına kadar demokratız ulan!.." diye naralanmadıkları kalmış, "ordunun içine bıraksan demokratlıklarına bir halel gelmeyecek kadar demokrasiye düşkün"(!) olanların diline sakız oldu ya,  artık kedinin yün yumağı ile oynadığı gibi şurasından burasından çekiştirip durmazlarsa olmayacaktı, netekim olmadı da!..


Bunları dinlerken cidden hayretlere gark oluyorum!.. "Denmez ki, diyesin" dedikleri hesap, insanın bunlara: "Ulan, bu 12 Eylül dediğiniz dönemin içinde biz de yaşamadık mı, olup bitenleri biz de görmedik mi?!.." diyesi geliyor!.. Yani öyle bir anlatıyorlar ki, eğer ordu demokrasiye müdahale etmemiş olsa, bizim demokrasi kahramanı siyasetçilerimiz, bu memleketin bütün o kördüğüm olmuş meselelerini sanki ilmek ilmek çözeceklermiş, amma bunlar gelip de bir anda darbe yapınca, memleket bunca hayırlı işten böylece mahrum kalmış!.. Yuh üstüne yuh!..


Bakın, şimdi, şurasını ilk başta ayrı bir yere koyalım da, "akım" demek isterken başka bir şey demiş olmayalım: 


Evet, "birileri", darbe ortamını olgunlaştırmak için elinden geleni yaptı, sağ adına vurdurdu, sol adına kırdırdı! Ülkenin rotasının başka bir yöne çevrilmesi gerekiyordu ve öyle de oldu. Buraya kadar tamam. Peki, birileri bunun böyle olmasını gerekli görüyorlardı da, bizim siyasetçilerimiz ne yapıyorlardı? Ecevit, bir yerlere "elinizi çabuk tutun" mesajı veriyor ve : "Biraz daha geç kalırsanız birileri sahaya iner, düdüğü çalar ve oyunu bitirir!" demiyor muydu?!.. O "geç kalmaması gerekenler" kimlerdi?.. "Oyun" dediği neydi? Ecevit, hangi demokrasinin hangi "demokratik" kurumunu ne için, nereye davet ediyordu ki?!.. Yani, meselâ, kimdi o beklediği?!.. 

Devamını gör...

7 Ocak 2012 Cumartesi

Yurttaşlığın Yabanıl Düşmanları: Etnik Ayrımcılık ve Aşiret Sorunu 2

Birinci yazımda ele aldığım bütün bu olgular, Avrupa'da aşirete, kana, döle, soya dayalı toplulukların mezar kazıcısı olan 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin köklerinin doğuda olduğunu, insan haklarına aykırı aşiret yasalarını "antla edinilebilir kan kardeşliği"yle etkisizleştiren ve Tanrı'nın "hepiniz Adem'le Havva'nın çocuklarısınız, dil ve ırk ayrımlarına dayanmayın" bildirgesine bağlı Müslüman Türk yönetim biçiminin, İnsan ve Yurttaş Hakları'nın oluşum sürecinde önemli bir etkisi bulunduğunu kanıtlamaktadır.


Goethe'nin yapıtları ve Beethoven'in günümüzde Avrupa Birliği Marşı olarak benimsenen 9. Senfonisinde yankılanan "Kardeş olun ey insanlar bunu ister Tanrımız!" çığlığı; "soygüdücü feodal aşiretler Avrupası"nın, "özgür yurttaşlar Avrupası"na dönüşüm sürecinde Müslüman Türk etkisinin Antik Yunan ve Roma etkisinden çok daha güçlü olduğunu göstermektedir.


Karanlıklar Avrupa döneminde "ışık Doğu'dan yükselir" diyerek Doğu'nun ışığını Prometheus gibi "çalıp" Batı'ya getiren "hümanist", "masonik" çevreler; ilk iş olarak Doğu'nun ışığını söndürmeye, böylelikle tüm aydınlığı kendi tekellerine almaya kalkışmışlardır. Emperyalistler kendi toplumlarını hızla uluslaştırırken, Müslüman Türk coğrafyasındaki aşiret kalıntılarını koruyup yaşatmak için var güçleriyle çalışmış; bir yandan Peygamber'in "Veda Haccı Söylevi"nin ve Kuran'ın soygüder aşiret yasalarını geçersiz kılan buyruklarına aykırı "Medine Vesikası" diye bir yazı ortaya atıp, bunu "Peygamber tarafından hazırlanmış ilk İslam Devleti Anayasası" diye yutturarak, aşiret yapılanmalarının dinen dokunulmaz olduğunu söylemişlerdir. İslam'a en uygun düşen yönetim biçiminin aşiretler konfederasyonu olduğu yalanını Müslümanlar arasında yayarken; öte yandan soygüderlik, üstün ırkçılık tohumları aşıladıkları Osmanlı uyruklarını ayrılıkçılığa ve ayrı devlet kurmaya yöneltmişlerdir.

Devamını gör...

6 Ocak 2012 Cuma

St. Petersburg yakınlarında Sovyet döneminden kalma bir Tank Bakım Atölyesinden görüntüler...

Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile beraber ortaya çıkan "tek kutuplu" dünya, bu konumunu uzun süre muhafaza edecek gibi görünmüyor. 


Rusya'nın öncülüğünde gerçekleştirilen Birleşik Devletler Topluluğu (BDT) ve son dönemde askeri ve ekonomik alanda önemli ataklarda bulunan Çin, ABD öncülüğünde sürdürülen bu tek kutuplu dünya düzenini değiştirecek gibi görünüyor. Bu anlamda, eski "doğu bloku"nda gözlenen "toparlanma"ya dair haberler gelmekte... Bu da, bu haberlerden biri...

Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.