25 Ağustos 2011 Perşembe
KİNİNİ “DİN” ETMEK…
İslami literatürde, Müslümanlara yönelik çok önemli bir uyarı vardır. Onlardan, “kinlerini din etmemeye” özellikle dikkat etmeleri istenir. Çünkü, Müslümanlar için böyle bir tehlike daima vardır ve bu tehlikenin girdabına kapılanlar, giderek “dinlerine” değil “kinlerine” tapar hale gelirler!.. Bu tehlike ile karşılaşmış ve derhal kendisine çeki düzen vererek Müslümanlara ibretlik bir davranış örneği sergilemiş olan Hz. Ali’nin başından geçen o ünlü hadiseyi, burada bir kere daha tekrarlamakta fayda görüyoruz:
“Bir savaşta, yere yıktığı düşmanını öldürmek üzere kılıcını onun boynuna dayamış olan Hz. Ali, düşmanının yattığı yerden yüzüne tükürmesi üzerine, kılıcını derhal düşmanının boynundan çekiyor. Bu duruma çok hayret eden adam, Hz. Ali’ye, kendisini öldürmekten neden böyle birden bire vazgeçtiğini soruyor. Bunun üzerine Hz. Ali de: “Peki sen niye bana tükürdün?!..” diye soruyor. Adam derhal cevap veriyor: “Seni öfkelendirip de bir an önce canımı alasın diye!..”
İşte, bundan sonrasında da, Hz. Ali şu ibretlik cevabı veriyor:
“Ben seni Allah rızası için öldürecektim, lakin sen benim yüzüme tükürünce işin içine nefsim karıştı. Buna rağmen seni öldürseydim, bu defa seni Allah için değil, kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. İşte bu yüzden seni öldürmekten vazgeçtim!..”
Bu muhteşem cevap üzerine, biraz önce kendisinin can düşmanı olan adam, af dileyerek Müslüman oluyor.
Şimdi, bunları niye yazıyoruz?
Şunun için ki, bu; kendilerini “muhafazakâr” olarak tanımlayan bir iktidar döneminde, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sürdürülen operasyon(!)larda ortaya konan kimi tavır ve davranışlar, bize yukarıdaki hadiseyi çağrıştırıyor da o yüzden!..
Şimdi, bu insanlar, -suçlarının kesinleşmiş olduğunu farz etsek bile-yürüttükleri görev ve işgal ettikleri makam bakımından birer adi suçlu muamelesine tabi tutulabilirler mi?
Bırakın kanunu, hukuku, şunu bunu bir tarafa, savaşta esir düşmüş bir generale bile reva görülmeyecek muameleleri, siz nasıl ve neye dayanarak kendi vatandaşınıza reva görebilirsiniz?!.. Meşhur Plevne müdafaasının unutulmaz kahramanı Gazi Osman Paşa, Ruslara esir düştüğünde, düşman, düşmanken bile onun kılıcına el sürmemiş ve düşmanlıkla saygısızlık arasındaki farkı ortaya koymasını bilmişti! Keza Mustafa Kemal Paşa’nın, esir alınanYunanlı general Trikopis’e ve ayağının altına serilen Yunan bayrağına gösterdiği, o “adamca” saygı da, hala hafızalardadır.
En sıradan insanlara bile, “yargılama mı, aşağılama mı” dedirtecek uygulamalar, hukuk ve kanun denilerek savunulamayacağına göre, kamu vicdanını yaralayan bu türden uygulamaların başka bir sebebi olmalı demekten doğrusu insan kendini alamıyor!.. Sıradan vatandaşlar olarak bizim dışarıdan edindiğimiz bu izlenimi, bakın, Balyoz davası sanıklarından Tümamiral Semih Çetin, geçen haftaki duruşmada yaptığı savunmada nasıl ortaya koyuyor:
Tümamiral Semih Çetin, savunmasında aynen şunu söylüyor:
“15 yıl önce Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren bir kriz döneminde gemimizle Kardak bölgesinde görev yaparken çok yanımıza sokulan Yunan gemilerindeki subaylarda gördüğüm nefreti hiç unutamadım. Ama bu olaydan yıllar sonra soğuk bir şubat gecesi Beşiktaş Adliyesi’ndeki gözlerde bundan çok daha fazla nefret göreceğimi hiç aklıma getirmemiştim.”
İşte, bir Tümamiral, yargılandığı davada bu kadar "acı" bir söz sarf etmek ihtiyacını niye duyar, durup bir düşünmek lazım!..
Şurasına şüphe yok ki, insanı hakikatlere götüren bilgi ve bilimin, insanı makul kılmak gibi de bir özelliği vardır. Bu, aynı şekilde İslam dininin de temel bir özelliğidir. Mukaddes dinimizde: “Allah rızasını gütmeyen hiçbir amel, Allah katında makbul değildir. Velev ki, namaz bile olsa!..” denilerek, nefsani hırs, arzu ve öfkeleri tatmin etmenin Allah’ın rızası dışında olduğu ve bütün bunların Allah adına yapıldığının iddia edilemeyeceğinin altı çizilmişken, bu "kin ve nefret" niye?!..
Öteden beri, kendi zihinlerine zerk edilen yalan yanlış dedikoduları bilgi zannederek bunlara inanan ve akıl, iz’an ve ilmi dışlayarak kendilerine hurafelerden ibaret yeni bir din kuranlar, bu hurafelerin yarattığı öfke ve kinlerini kendilerine “rabler” edinmiş bir ruh hali ile, kendilerini; bu rablerinin öfkesini teskin etmek için sürekli ona kurbanlar sunmakla mükellef “kullar” olarak görüyorlar!..
Hatırlanacağı üzere, bağımsızlık ve esaretten kurtuluş savaşı verdiğimiz o yıllarda bile asıl büyük mücadele, bir anda düşman yanında beliriveren ve ona canla başla destek veren bu illetli düşünceye karşı verilmişti.
Can Ataklı’nın da ‘Amiral’den ibretlik sözler’ başlığı ile köşesine taşıdığı bu hadiseye dair yazdıklarından alıntıladığımız yukarıdaki paragraf, hukuk adına maruz kalınan muamelelerin birinci elden duyurulması bakımından önem taşıyor ve “yargılama mı, hesaplaşma mı” sorularının artık sorulması gerektiğini gösteriyor..
“Bir savaşta, yere yıktığı düşmanını öldürmek üzere kılıcını onun boynuna dayamış olan Hz. Ali, düşmanının yattığı yerden yüzüne tükürmesi üzerine, kılıcını derhal düşmanının boynundan çekiyor. Bu duruma çok hayret eden adam, Hz. Ali’ye, kendisini öldürmekten neden böyle birden bire vazgeçtiğini soruyor. Bunun üzerine Hz. Ali de: “Peki sen niye bana tükürdün?!..” diye soruyor. Adam derhal cevap veriyor: “Seni öfkelendirip de bir an önce canımı alasın diye!..”
İşte, bundan sonrasında da, Hz. Ali şu ibretlik cevabı veriyor:
“Ben seni Allah rızası için öldürecektim, lakin sen benim yüzüme tükürünce işin içine nefsim karıştı. Buna rağmen seni öldürseydim, bu defa seni Allah için değil, kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. İşte bu yüzden seni öldürmekten vazgeçtim!..”
Bu muhteşem cevap üzerine, biraz önce kendisinin can düşmanı olan adam, af dileyerek Müslüman oluyor.
Şimdi, bunları niye yazıyoruz?
Şunun için ki, bu; kendilerini “muhafazakâr” olarak tanımlayan bir iktidar döneminde, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sürdürülen operasyon(!)larda ortaya konan kimi tavır ve davranışlar, bize yukarıdaki hadiseyi çağrıştırıyor da o yüzden!..
Şimdi, bu insanlar, -suçlarının kesinleşmiş olduğunu farz etsek bile-yürüttükleri görev ve işgal ettikleri makam bakımından birer adi suçlu muamelesine tabi tutulabilirler mi?
Bırakın kanunu, hukuku, şunu bunu bir tarafa, savaşta esir düşmüş bir generale bile reva görülmeyecek muameleleri, siz nasıl ve neye dayanarak kendi vatandaşınıza reva görebilirsiniz?!.. Meşhur Plevne müdafaasının unutulmaz kahramanı Gazi Osman Paşa, Ruslara esir düştüğünde, düşman, düşmanken bile onun kılıcına el sürmemiş ve düşmanlıkla saygısızlık arasındaki farkı ortaya koymasını bilmişti! Keza Mustafa Kemal Paşa’nın, esir alınanYunanlı general Trikopis’e ve ayağının altına serilen Yunan bayrağına gösterdiği, o “adamca” saygı da, hala hafızalardadır.
En sıradan insanlara bile, “yargılama mı, aşağılama mı” dedirtecek uygulamalar, hukuk ve kanun denilerek savunulamayacağına göre, kamu vicdanını yaralayan bu türden uygulamaların başka bir sebebi olmalı demekten doğrusu insan kendini alamıyor!.. Sıradan vatandaşlar olarak bizim dışarıdan edindiğimiz bu izlenimi, bakın, Balyoz davası sanıklarından Tümamiral Semih Çetin, geçen haftaki duruşmada yaptığı savunmada nasıl ortaya koyuyor:
Tümamiral Semih Çetin, savunmasında aynen şunu söylüyor:
“15 yıl önce Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren bir kriz döneminde gemimizle Kardak bölgesinde görev yaparken çok yanımıza sokulan Yunan gemilerindeki subaylarda gördüğüm nefreti hiç unutamadım. Ama bu olaydan yıllar sonra soğuk bir şubat gecesi Beşiktaş Adliyesi’ndeki gözlerde bundan çok daha fazla nefret göreceğimi hiç aklıma getirmemiştim.”
İşte, bir Tümamiral, yargılandığı davada bu kadar "acı" bir söz sarf etmek ihtiyacını niye duyar, durup bir düşünmek lazım!..
Şurasına şüphe yok ki, insanı hakikatlere götüren bilgi ve bilimin, insanı makul kılmak gibi de bir özelliği vardır. Bu, aynı şekilde İslam dininin de temel bir özelliğidir. Mukaddes dinimizde: “Allah rızasını gütmeyen hiçbir amel, Allah katında makbul değildir. Velev ki, namaz bile olsa!..” denilerek, nefsani hırs, arzu ve öfkeleri tatmin etmenin Allah’ın rızası dışında olduğu ve bütün bunların Allah adına yapıldığının iddia edilemeyeceğinin altı çizilmişken, bu "kin ve nefret" niye?!..
Öteden beri, kendi zihinlerine zerk edilen yalan yanlış dedikoduları bilgi zannederek bunlara inanan ve akıl, iz’an ve ilmi dışlayarak kendilerine hurafelerden ibaret yeni bir din kuranlar, bu hurafelerin yarattığı öfke ve kinlerini kendilerine “rabler” edinmiş bir ruh hali ile, kendilerini; bu rablerinin öfkesini teskin etmek için sürekli ona kurbanlar sunmakla mükellef “kullar” olarak görüyorlar!..
Hatırlanacağı üzere, bağımsızlık ve esaretten kurtuluş savaşı verdiğimiz o yıllarda bile asıl büyük mücadele, bir anda düşman yanında beliriveren ve ona canla başla destek veren bu illetli düşünceye karşı verilmişti.
Can Ataklı’nın da ‘Amiral’den ibretlik sözler’ başlığı ile köşesine taşıdığı bu hadiseye dair yazdıklarından alıntıladığımız yukarıdaki paragraf, hukuk adına maruz kalınan muamelelerin birinci elden duyurulması bakımından önem taşıyor ve “yargılama mı, hesaplaşma mı” sorularının artık sorulması gerektiğini gösteriyor..
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Perşembe, Ağustos 25, 2011
Etiketler: Emperyalist bir argüman olarak "Demokrasi", İslamiyet ve din kültürümüz
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder