31 Aralık 2011 Cumartesi

“Belki bizi mahvedecekler ama, yolumuz mezbahaya uğramayacaktır”

Bir önceki bölümdeki kaldığımız yerden devam ederek hatırlayacak olursak; Hitler’in temel stratejisini İngilizlerin tarafsızlığını sağlamak üzerine kurduğu anlaşılıyor. 

Bunu da şu sözleri ile teyid ediyor: 

“Biz her zaman anlaşma yollarına gitmeye ve Britanya İmparatorluğunun devamını sağlamak için, bütün kuvvetimizi terazinin kefesine atmaya hazırdık. 



Kaldı ki hakikatte dünya'nn en sefil insanı dahi bence İngiliz dediğimiz bu azametli adalıların herhangi birinden daha sempatiktir.” 

Ve ardından da detaylara iniyor ve şöyle diyor: 

“Harbin başında İngiltere yolunu seçmek imkânına sahipti. Hiçbir şey İngilizleri harbe atılmaya zorlamıyordu. Halbuki bunlar, yalnız harbe atılmakla yetinmeyip, aynı zamanda mücadeleyi kışkırtmışlardı. Şayet harbe taraftar olan İngiliz ve Fransızların kötü niyetli politikaları olmasaydı, Polonya intihar politikasına sürüklenmezdi. Bütün bunlara rağmen, İngiltere bu hataları işledikten sonra bile, ya Polonya'nın harp dışı edilmesinden veya Fransa'nın mağlûbiyetinden sonra oyundan dışarı çıkabilirdi. Böyle bir davranış, muhakkak ki İngiltere için çok şerefli sayılmazdı. 

Bununla birlikte bu konularda zaten İngilizlerin izzeti nefsi pek hassas değildir. İngiltere hiçbir şey yapamasaydı, Fransa'nın 1940 Mayısında Belçika için yaptığı gibi mağlûbiyetinin büün mesuliyetini eski müttefikleri üzerine atamaz mıydı?” 



Devamını gör...

25 Aralık 2011 Pazar

Evrim Teorisi, Yaradılış, Fraktal Geometri ve İterasyon üzerine...

Uzun yıllardır bir kör döğüşü halini almış bulunan ve Darwin'le başlayan evrim teorisi tartışmaları, meseleyi giderek çok daha farklı bir boyuta; "inanç ve inançsızlık" boyutuna indirgemiş bulunduğundan, meseleyi sükûnetle ortaya koyup üzerinde düşünmek yerine, bütün düşünceler; daha baştan doğru olduğuna karar verilmiş bir sonucun ispatına angaje olmakta ve bu da işi, bir fikrin tartışılmasından çok karşı tarafa bir "hücum" şekline çevirrmektedir. 


Bu bakımdan meseleye duygu ve önyargılardan uzak bir şekilde, sükûnetle yaklaşmak akıl ve bilimin bir gereğidir.


İşe İslamiyet cephesinden baktığımızda, daha ilk başta, yaradılışın gerçekleşmesi için Allah'ın "OL" emrinin yeterli olduğunu görüyoruz. İslamî görüş çerçevesinde meseleye yaklaşanlar, bilhassa Allah'ın bu "kudreti"ne  dayanarak, Allah'ın insanı insan gibi, hayvanı da hayvan gibi yarattığını ve bunların sonradan bir takım başka haller içine girerek yeni formlar oluşturmalarına ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar.


Fakat, böyle düşünenler, Allah'ın kainatı 6 günde yarattığını (Secde Suresi-4) söylemesine neden kulak vermiyorlar? Bu (haşa) Allah'ın kudretinin ancak bu kadarına mı yettiğini gösteriyor, yoksa başka bir duruma mı işaret ediyor? Elbette burada çok daha farklı bir noktaya işaret edilmekte ve Allah'ın her şeyi bir "hesap üzerine" yarattığına (Furkan Suresi-2) (bizzat Kuran-ı Kerim'de belirtildiği üzere) delalet etmekte değil midir?


Çok uzağa gitmeden, ana rahminde önce bir "pıhtı" sonra da bir "cenin" olarak "belirli bir dönem" hayat "evresi" geçirmek durumunda bulunan insanın, "insan olma yolunda" nasıl "halden hale geçtiğine", nasıl "evrildiğine" bir bakalım.

Devamını gör...

23 Aralık 2011 Cuma

Namuslu olmak yetmiyor...

Yazılarını merak ve ilgi ile takip ettiğim blog yazarı sayın Serdar Ant'ın ünlü şair ve düşünür Sabahattin Ali'nin aşağıdaki sözleri ile başlayan ve "NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ…" başlığı altında yayınlanan makalesi vesilesi ile (kendisine de yorum olarak ilettiğim) düşüncelerimi, bu vesile ile burada da paylaşmak gereği duyuyorum. 




Şöyle diyor Sabahattin Ali: 


"Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? 


Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika`ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir. Meğer ne büyük günah işlemişiz! 


Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. 


Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”


Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?" 

Devamını gör...

21 Aralık 2011 Çarşamba

Robotlar ve insanlar arasındaki olası istihdam sorunları

İnsan yüzünün bütün ifadelerini taklit edebilen yeni nesil robotlar, Japonya'daki hastahanelerde istihdam edilmeye başlandı.


* * *


Hastaların sorularını cevaplamak ve onlarda ortaya çıkabilecek olası sıkıntıları algılayarak, konuşma ve mimikleri ile hastayı rahatlatıp sakinleştirebilecek bir yetenekte dizayn edilen bu robotlar, aynı zamanda "robotik" konusunda ortaya çıkması muhtemel şu soruları da gündeme getiriyor:


1- İnsanlar, karşılarındakinin insan mı robot mu olduğunu nasıl anlayacaklar?


2 - Robotların insanların işlerini ellerinden alması, insanlarda ne gibi bir tepkiye yol açacak? İnsanlarla robotlar arasında şiddete varan çatışmaların olması durumunda ne olacak?


3 - Robotların günlük hayata bu kadar entegre edilmeleri ve artan nüfusun iş ihtiyacı arasında ortaya çıkması muhtemel olan bu gerilim, robotların bu rutin işlerden ziyade daha spesifik ve bilimsel çalışmalarda istihdamı  ile sınırlandırılır ise çözülebilir mi? Ya da böyle bir sınırlama mümkün olabilir mi?


Soruları çoğaltmak mümkün. 


Bütün bunları daha iyi anlamak ve robot teknolojisinin geldiği noktayı görmek bakımından, şimdi Scientist dergisi tarafından test edilen ve "Actroid-F" adı verilen bir Japon hastahane robotunun aşağıdaki videosunu izlemeye başlayalım.

Devamını gör...

Kürdistan, Kürdistan über alles!..

Yıllar yılı, kendi geçim derdiyle hemhâl, külfeti kendi sırtına vurulduğu halde, bunca vurguna, bunca soyguna ses çıkarmadan katlanan bu ülkenin sıradan vatandaşları, yüzlerce yıldır "devlet" saygısı sebebi ile, devletin ne kadar maddi ve manevi yükü varsa hep sırtlarına vurulmuşken dahi, yine de seslerini yükseltmeden sabırla beklediler. 
Bu emeklerine karşılık bekledikleri ise, sadece ve sadece "huzur" ve "güven" içerisinde yaşayabilmekten ibaretti. 
 Hiç bir zaman bencil olmadılar. Bir fukara gördükleri zaman kendi fukaralıklarını unuttular. "Yok" demeyi ayıp saydılar, gâvur müslüman demediler, Ermeni, Rum demediler, ekmeklerini bölüştüler, yeri geldi canlarını su ettiler ama insanlıklarından, adamlıklarından bir an bile vazgeçmediler. Yine de, "aklı ermez", "Etrak-ı bîidrak" (idraksiz Türkler) denilerek aşağılanmaktan kurtulamadılar!.. 


Herkes "ben" demeyi kendine hak sayarken, onlar ne zaman "ben" demeye kalksalar binbir yaygara birden koparıldı!. Ne "ırkçılıkları" kaldı, ne "soykırımcılıkları"... Çünkü onlar, ayrı bir "ırk"a mensup olmaktan çok, ayrı bir "insanlık alemine" ait gibiydiler. Batı'nın hiç alışık olmadığı bir "insanlık" alemine! İşte bu yüzden de Batı'nın "burnunun dibinden" uzaklaştırılmalı, yok edilmeliydiler! Eğer yok edilemiyorlarsa, çok ama çok uzaklara sürülmeliydiler. Bunun için de ellerinden gelen ne varsa yaptılar, yapıyorlar!


Tam, sonunda "bitirdik" diye sevinirlerken, yüzlerce yıldır kayıp olan o mavi gözlü "bozkurt" yeniden ortaya çıktı, geldi ve yine milletini düştüğü o ölüm çukurundan yine çekip çıkardı. Yine sevinçleri kursaklarında kaldı. Ama vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler! Bu defa da "içten" vurmayı seçtiler! Hem de bu milletin hiç bir zaman ayrılık gayrılık gütmediği, "kardeş" bildikleri içinden "seçtikleri" "kimileri" eliyle! 

Devamını gör...

18 Aralık 2011 Pazar

"Hitler'in Vasiyeti"


İnsanlık aleminin yaşadığı en büyük yıkım olarak kabul edilen ikinci dünya savaşının baş sorumlusu olarak gösterilen Adolf Hitler'in, kendi elinden çıkmış "Kavgam / Mein Kampf" adlı kitabından başka kendisi hakkında kaleme alınmış pek çok kitabın da var olduğu şüphesiz hepimizin malûmudur. Fakat bunların içerisinde üzerinde halen tartışılan öyle "özel" bir kitap daha var ki, bu kitabı okumaya başladığımızda, bu büyük savaşın çıkmasına sebep olarak bize biteviye anlatılıp duran ve yoğun bir medya sağanağı altında bize  ezberletilen nedenleri yeniden gözden geçirmekle kendimizi adeta mükellef hissetmeye başlıyor ve asıl nedenlerin çok daha farklı olduğu ya da olabileceği konusunda ister istemez bir daha düşünmek durumunda kalıyoruz..

Önsözü; “Tarafsız bir kalemden Nazi Almanya'sının tarihi henüz yazılmamıştır" cümlesi ile başlayan ve 2002 yılında orijinal adı "Die Bormann Vermerke / Bormann'ın Notları" olan ve “Hitler’in Vasiyeti” adı altında, Prof. Dr. Kâmil Turan tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlanan çok ilginç bir kitap var. 

Kaleme aldığı önsözde Prof. Turan kitabı şöyle tanıtıyor:

Devamını gör...

14 Aralık 2011 Çarşamba

AKP'nin derdi Bahçeli'yi yine gerdi!..

Türkiye'nin siyaset sahnesinde ne gibi bir rol oynadığı halen meçhulümüz olan Devlet Bahçeli bey, her ne kadar muhalif bir siyasi partinin genel başkanı gibi görünse de, oy aldığı vatandaşlarının duygu ve düşüncelerini sahiplenmekten ziyade partiler üstü bir "ağır abi" gibi davranmayı daha çok sevmiş görünüyor. 


Devlet Bahçeli'nin bugüne kadar yapıp ettiklerine ve söylediklerine bakıldığında, ortada; "sorumluluk sahibi bir siyasetçi" profilinden çok, yukarıda zikrettiğimiz portrenin var olduğunu görmek zor değil. 


Bahçeli ile ilgili düşüncelerimizi yeniden gündeme getirmemizin sebebi ise şu:


Başbakan Erdoğan'ın sağlık durumunda ortaya çıkan beklenmedik bozulma sonrasında AKP içinde başlayan hareketlenme, Bahçeliyi fazlası ile ürkütmüş olmalı ki, bir kaç gün önce Vatan gazetesinden Deniz Güçer'in kendisi ile yaptığı ve 'şike yasası', Fethullah Hoca Cemaati ve AKP arasında yaşanan tartışmalar vb. gibi güncel meselelerin ele alındığı röportajda şunları söylüyor: 


"Türkiye’nin bu kadar iç ve dış sorunlarının arttığı bir dönemde, tek başına iktidar olmuş bir partinin kaosa girmesi o partiden ziyade Türkiye’ye zarar verir. Çünkü alternatif hükümetler kurulması bu Meclis yapısıyla mümkün görünmüyor..." 


?!!!...

Devamını gör...

1 Aralık 2011 Perşembe

Irak ne alemde?



Topraklarında "kitle imha silahları" olduğu gerekçesi ile Saddam Hüseyin liderliğinde hayatiyetini sürdüren Irak devletini 20 Mart 2003'te işgal etmek için harekete geçen ABD, bu harekât sonrasında mevcut Irak yönetimini devirerek Irak'ı işgal etmiş ve bilâhare Saddam Hüseyin ve yakın çevresini idamla cezalandırarak, bu ülkede kendine göre bir yönetim kurmuştu. Bu işgal sonrasında Irak'taki güçlerini azaltacağını ve Irak'ı "tedricen" boşaltacağını beyan eden ABD'nin arkasında kaos içinde boğuşan bir Irak bırakacağı ise aşikâr. Daha uzun yıllar sükuna kavuşma şansı bırakılmayan Irak'tan gelen son görüntüler ise aşağıda:

Devamını gör...

28 Kasım 2011 Pazartesi

Kafanız çok mu karışık?

"Eksen"i Mustafa Kemal'ce "müdafaa-i hukuk ideolojisi" olarak belirlenmiş Türkiye Cumhuriyeti'nin bu eksen üzerinde bulunduğundan bîhaber bir biçimde; ona "yeni bir eksen" arayarak bu ülkenin yıllarını bu uğurda heba eden ama buna rağmen kendilerini "Kemalist" olarak tanımlamakta da ısrar eden kimi "solcu" zevatın millet üzerinde bıraktığı en olumsuz intiba'dan nasibini alanlardan biri de hiç şüphesiz Mustafa Kemal'dir.


"Okumayan" ve "okutulmayan" bir milletin Atatürk'ü bunlar üzerinden tanımış olması, bu milletin en büyük talihsizliğidir. Onu ve görüşlerini sahiplenir bir görüntü vererek onun görüşleri ile uzaktan yakından bir alâka kurulması mümkün olmayan muhtelif fikirlere dört elle sarılan, o fikirlerin sahiplerini kendilerine "önder" edinen bu insanlar, ülkenin bugünkü durumundan kendilerine düşen sorumluluk payını bir daha düşünmeli, Atatürk'ten ve onun fikirlerinden bu kadar uzağa düşmüş bir milletin bu vaziyetine kendileri tarafından yapılan "katkı"yı artık bir an önce durdurmaları gerektiğini görmelidirler...


Bu düşüncelerimizi bir defa daha tekrar etmemizi sağlayan ve internet mecrasında yayınlanmış bir makalenin okuyucu yorumları bölümünde tesadüf ettiğimiz bir okuyucu yorumunu, bir "hatırlatma notu" olarak buraya almakta doğrusu fayda görüyoruz. 


"Klişe" düşüncelerle boğuşup duranlar için bir faydası olmayacaksa da, "ülkesi ve milleti için" doğruyu arayan genç beyinler için önemli bir "hatırlatma" olduğuna inandığımız bu notta, okuyucu şöyle diyor:

Devamını gör...

27 Kasım 2011 Pazar

İşte senin üstadın!..

Mustafa Kemal'in cumhuriyeti bir "erik kurusu" gibi içlerine oturanlar, durup durup her gün "cumhuriyet" aleyhine yeni bir iftira atarak gündem oluşturmaya ve içlerinde kalmış ve o bir türlü hazmedemedikleri bu erik kurularını bir bir dışarıya çıkararak kendilerince rahatlamaya çalışıyorlar.


En son bir "Dersim" meselesi ortaya atarak, tarihe bir "isyan" ve genç cumhuriyete karşı bir "kalkışma" olarak tarihe geçmiş, bir anda yüze yakın askerimizin şehit edilmesi ile başlatılan esef verici bu kanlı hadise üzerinden "Atatürk Cumhuriyeti"ni küçük düşürmek, onu neredeyse sudan bahanelerle kendi vatandaşlarını katledecek kadar gözü dönmüş bir eşkıya çetesinin yönettiği, önyargılı bir "barbar-devlet" olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Bütün bunları da "sağlam kaynak" diye bildikleri bir takım kişileri referans göstererek yapıyorlar.


Bir taraftan, ayakta duramayacak kadar hasta bir Mustafa Kemal önderliğinde, tıpkı bir Musul, tıpkı bir Kerkük gibi bizden koparılmış "Hatay" geri alınmaya uğraşılırken , diğer taraftan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile İstanbul boğazı üzerindeki hakimiyetimiz perçinlenmeye çalışılırken, ikinci dünya savaşı ufukta görünmüşken, "manidar" bir şekilde başlatılan ve miadının dolması sebebi ile "gizliliği" ortadan kaldırılan İngiliz belgelerinin de ortaya koyduğu üzere dış bağlantıları olduğu gün gibi aşikâr olan bu kalkışma üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e saldırmak yüzsüzlüğünü gösterenlere "ibretlik" bir cevap mahiyetinde olan Zahide Uçar'ın aşağıdaki; "Sana Üstadını Anlatayım Mı Sayın Erdoğan?" başlıklı makalesi, eminim ki aynı zamanda bir "tıynet"i tescil eden bir belge olarak da tarihe geçecektir. Buyrun:

Devamını gör...

21 Kasım 2011 Pazartesi

"Solcuların tamamını Atatürkçülükle suçlayamayız!.."

Daha önce de ifade etmeye çalışmıştık, "küresel emperyalist elit" geçen zaman içinde hatalarından ders aldı, daha bir tecrübe kazandı, "maşa" kullanmakta artık daha da bir ustalaştı. Yeryüzünde bileğini bükemedikleri tek adam olan Mustafa Kemal'in eseri Türkiye Cumhuriyetini nasıl ortadan kaldırırız diye kıvranıp dururken, ona kendisinden daha fazla düşmanlık içinde bulunan bir zihniyet ile yeniden omuz omuza verip yan yana saf tutacağını ise herhalde kırk yıl düşünse aklına dahi getirmezdi! 


Kendilerini "Kemalist" olarak tanıttıkları halde, ellerine teslim edilen vahayı cennete çevirmek varken bununla yetinmeyip sağda solda yayılacak mera arayanlar yüzünden içi hakkıyla doldurulamamış olan "müdafaai hukuk ideolojisi", böylece meydanı, usul usul, kimi "din tüccarı", parlak tüylü "mahsere cardınlarına"* ve Kürtleri haraca bağlamayı gözüne kestirerek yutkunup duran kimi "Kürtçü" ayakçılara terk etmiş oldu. 


Bu milletin dinine sövmeyi Kemalizmin "amentüsü" sayanlar ile bunlara bakarak Atatürk'e sövmekle dinine sahip çıktığını zannederek, bu öfke ile din tüccarlarının kucağına oturanlar arasında baş gösteren bu guruplaşma, bir zamanlar emperyalist sömürgenlere yasaklanmış olan bu temiz yolu, bunların çamurlu çizmeleri ile kirletmelerine böylece yeniden fırsat vermiş oldu. 


Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, din adına Atatürk'e şuursuzca hakaret edenlerin düştükleri durumu ele almak ve bu uğurda kimlerle beraber olduklarını, Atatürk'e hakaret edip sevap(!) kazandıklarını düşünenlerin aslında kimlerin ekmeğine nasıl yağ sürmekte olduklarını kendilerine hatırlatmaktır.

Devamını gör...

20 Kasım 2011 Pazar

Paralel Evrenler ve 10. Boyutu Anlamak...

Hayatınızın herhangi bir noktasında bir an durup “de ja vu” dediğiniz oldu mu acaba?


Nedir bu “de ja vu”?


“Matrix” filminin 1. bölümünde de Neo bir apartmanda merdivenleri çıkıyordu ve bir kedi gördü, aniden “de ja vu” dedi. Hepimiz "de ja vu"yu “bu anı ben yaşamıştım sanki” diye kullanmaktayız. Peki, bizler bu boyutta yaşamaya devam ederken nasıl oluyor da yaşamda tecrübe ettiğimiz bazı olay ve hisleri sanki daha önce yaşamışız gibi algılıyoruz?


Ya da birisiyle karşılaştığımızda, O kişiyi uzun zamandır tanıyormuşuz gibi gelmez mi? Acaba “evren” diye adlandırdığımız içiçe geçmiş, birbirleri ile iletişim halinde olan paralel evrenlerin bulunduğu sonsuzluğun içindeki bir kesit mi?


“Beynin veri tabanının derununda “çok boyutlu tek kare resim” vardır! Burada geçmiş ve gelecek kavramı bulunmaz. Dejavu’nun kökeninde bu derinlikle iletişim yatar. Holografik gerçeklik, bunun temelini anlatır.”,


diyor Araştırmacı-Yazar Sayın Ahmed Hulusi


(http://www.ahmedhulusi.org/yazi/yenilenartik.htm)


Hadi o zaman gelin bir düşünce seyahatine çıkalım ve paralel evrenlerle ilgili aşağıdaki 44 dakikalık ingilizce olan videoyu seyredelim. Belki bu şeklide paralel evrenler hakkında daha kapsamlı bilgiye sahip olarak, yaşadığımız sisteme bakış açımız değişir.


Devamını gör...

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kraliçe Viktorya döneminde İngiliz tesettürü!..

Britanya imparatorluğunu, öldüğü 1901 yılına kadar tamı tamına 63 yıl 7 ay süreyle yönetmiş olan kraliçe Viktorya'nın "muhafazakârlık" ve "şeklî ahlâk" konusunda gösterdiği titizlik, 19. yüzyıl İngiltere'sinde önemli izler bırakmıştır.


Aşağıdaki resimlerde de görüleceği üzere, İngiliz kadınları, çocukları ile resim çektirseler dahi yüzlerini saklamak zorunda kalmışlardır. Kimi görüşlere göre, asıl maksadın, sandalyede kendi başına oturamayacak kadar yaşı küçük olan çocukların resminin çekilmesi esnasında onları kucaklarında tutmak ve kendilerini de bu esnada stüdyoda bulunana perde vb. gibi örtülerle kamufle ederek bu durumu gizlemek olduğu öne sürülse de, mevcut resimler, bu görüşleri geçersiz kılmaya yetiyor. 


Gerçek olan şu ki, kendisi de bir kadın olan kraliçe Viktorya döneminde kadınlar, (anne dahi olsalar) daima birer potansiyel günah kaynakları olarak görülmüşler ve bu yüzden de sürekli aşağılanmaya ve ikinci sınıf insanlar olarak yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. O döneme ait aşağıdaki resimlerin, bu konuda bize daha fazla söz söyleme gereği bırakmayacak kadar net ve açık olduğu ise su götürmez bir gerçek!..

Devamını gör...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Almanya niye bu kadar güçlü?

Küresel ekonomik krizin kazdığı kuyuya düşenlerden birinin de Avrupa Birliği olduğu hepimizin malûmu... 


Mevcut krizden ziyadesi ile etkilenen birlik ülkeleri ise, bu beladan kurtulmak için Avrupa Birliği'nin adeta kasası durumunda olan Almanya'dan medet ummaya devam ediyorlar. 


Öteden beri güçlü bir ekonomik yapıya sahip olagelmiş Almanya'nın bu özelliğini hâlâ koruyor olması, doğal olarak bir çok araştırmacının dikkatini çekmekte. Dolayısı ile de dünya üzerinde bu konuya dair yazılmış ve yazılan bir dolu araştırma mevcut. Buna en son eklenen araştırmalardan biri de George Friedman tarafından yazılan "The Next 100 Years" (Gelecek 100 Yıl) başlıklı kitap. Kurucusu olduğu ünlü düşünce kuruluşu Stratfor'da bu kitabının tanıtımı yayınlanan Friedman, konuyla ilgili olarak şunları söylüyor: 

Devamını gör...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Cehalet ve Zulmün Kıskacında Kürt Meselesi

Adnan Menderes Kaya 
Haber Akademi  
4 Kasım 2011


19. yüzyıl başlarından günümüze kadar devam eden Kürt meselesi, Kerkük konusuyla birlikte yeni bir şekil almaya başladı. Bir Kürt isyanı neticesinde terk etmeye mecbur kaldığımız Kerkük-Musul bölgesinin Irak’a ait olduğunu 1926 Ankara Antlaşmasıyla onayladık.


Bu durumda Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu için zaten Türk Devleti’nin bir parçası olan Kerkük-Musul, eğer Irak parçalanırsa Türk Devleti’ne ilhak edilmelidir.


Ülkemizde de Türk Devleti’ni bölmeyi, Türk Milleti’ni bir iç savaşa sürüklemeyi hedefleyen Kürtçülük faaliyetleri bilindiği gibi 1980’li yılların başlarından itibaren gerekli ve yeterli tedbirler alınmaması sebebiyle azgınlaşmış ve mevcut durumda neredeyse terörist başının affedilme ihtimaline kadar uzanmıştır.

Devamını gör...

3 Kasım 2011 Perşembe

Türkiye'yi ele geçiren vasatlar cuntası!..

Adına "küreselleşme" denilen bir illet, dünya ülkelerinin sadece ekonomik varlıklarını bir sülük gibi emmekle kalmıyor,  binlerce yıldan bu güne süzülerek gelmiş koca bir dünya kültürünü de bir kemirgen hızıyla yeyip bitirerek arkasında, adına "kültür" denilemeyecek kadar iğrenç bir atık bırakıyor. 


Dünyadaki her bir şeyi ölçüp biçmekte "maddiyat ölçeği"nden başka bir ölçek tanımayan bu "küresel elit", yediği bunca herze yetmiyormuş gibi bir de, kurduğu çadır tiyatrosunda sahneye çıkardığı çengilere bizden "sanatçı" muamelesi yapmamızı bekliyor!.. 


Seviyesizliğin her türlüsünün yüceltilmeye ve ödüllendirilmeye değer bulunduğu bu yapay dünyada, olan bitenleri büyük bir merakla takip eden ve yeni katılımlarla giderek büyüyen ve bir "sürü" haline gelen bir "güruh"un varlığı her ne kadar bir gerçek ise de, bu sürüye dahil olmayı sonuna kadar reddeden önemli bir topluluğun varlığını korumakta olduğu da inkâr edilemez. 


"Sürü"ye dahil olmayı reddederek seviyesini korumakta direnen kararlı insanlar için giderek yaşanması zor bir hale gelen bu yapay dünyada, "sufliyet" ile "asalet" arasında derinden derine yaşanan bu çatışma, bakalım nasıl sonuçlanacak diyelim ve konu ile ilgili güncel bir vak'ayı mükemmel bir şekilde tahlil eden aşağıdaki makaleyi okumaya geçelim:  


Neşet Ertaş'tan Nihat Doğan'a Nasıl Düştü Bu Ülke?

Devamını gör...

Asıl tehdit İstanbul medyasıdır

İstanbul, konumu ve geçmişi itibarı ile diğer dünya metropollerinden elbette çok daha farklı bir şehir. Ancak onu diğerlerinden ayıran öyle bir farkı daha var ki, bu fark, bütün bir Türk milletini, yüzyıllardır bir beladan diğerine sürükleyip durmakta... 


Kendini gizlemekte, ya da bu milletten biri gibi görünmekte son derece ustalaşmış olan bu gizli elin ne derece şerir olduğunu çok iyi bilen Mustafa Kemal'in, yeni cumhuriyete başkent olarak Ankara'yı seçmesi rastgele alınmış bir karar değildir. 


O daha genç bir subay iken: "İstanbul, İstanbul'da kalınarak idare edilemez. İstanbul, ancak ona hakim olunabilecek bir noktadan idare edilmelidir!.." diyerek, daha o günden bu o "çok önemli" gerçeğin altını çizmiş oluyordu.


Konuyu daha bir anlaşılır kılmak bakımından şunu açıkça belirtelim ki, İstanbul'un fethi ile birlikte başlayan o tarihi süreçten bu yana, devlet kademelerinde önemli mevkiler edinmiş bir "dönmeler ve devşirmeler" zümresinin hakimiyeti altında bulunmaktan kendini bir türlü kurtaramamış olan İstanbul, eskiden olduğu gibi bugün de Türkiye'nin kaderini kendi çıkarı doğrultusunda dizayn etmek adına, hamle üzerine hamle yapmaktan bir an bile geri durmuyor!.. 

Devamını gör...

26 Ekim 2011 Çarşamba

CHP ve MHP Anayasa çalışmalarından derhal çekilmelidir!..

ABD, AB ve PKK'nın ısrarla talep ettiği ve AKP'nin de vazife kabul ettiği "yeni anayasa" çalışmalarına "görüş"(!) bildirmek üzere katılacaklarını beyan eden MHP ve CHP, şayet bu kararlarından vazgeçmezler ise millet ve tarih nezdinde büyük vebal altında kalacaklardır!.. 


Artık şunu iyice anlamış olmaları gerekir ki, "Bölünme Anayasası" olduğu apaçık belli olan ve Cumhurbaşkanı tarafından "ideolojisiz anayasa" olarak tarif edilen bu "Türkiye'yi Türksüzleştirme anayasası"nı yürürlüğe koymak için iktidarın, bu iki muhalefet partisinin ne görüşlerine, ne de fikirlerine ihtiyacı vardır. AKP'nin bu aşamada ihtiyacı olan tek şey, "meşruiyet" tartışmalarına meydan vermeden "vazifesini" bir an önce kotarmaktır. Sayısal anlamda bunu engelleme imkânı bulunmayan muhalefet, değiştiremeyeceği bir netice için "dolgu malzemesi" olmayı kabul etmek yerine, bu, çok önceden tasarlanmış senaryonun figüranı olmayı reddettiğini açıkça beyan etmelidir!.. 


Hülâsa, muhalefete düşen iş-eğer gerçekten muhalefet ise-(bir başlarsa, bir daha durdurmaya güç yetiremeyeceği) anayasa çalışmalarını asla başlatmamaktır!.. Hele ki, karşılarında; "sadece "cumhuriyet" kelimesine dokunmayacağız!.." diyen bir iktidar partisi varken!..

Devamını gör...

Uzaylılar kara deliklerde mi yaşıyor?


Her geçen gün dünya ötesi yaşama dair yeni iddalar türetiliyor. Uzaylı kolonilerinin kara deliklerde gizlendiği iddia ediliyor 


Moskova'daki Rus Bilimler Akademisi Nükleer Araştırma Enstitüsü'nden Profesör Vyacheslav Dokuchaev'e göre, bazı kara deliklerin iç yapısı karmaşık ve bu karmaşık iç yapı fotonların, moleküllerin ve gezegenlerin merkezi bir tekilliğin yörüngesinde dönmesine imkan veriyor.


Tekillik, kara delikte uzayın ve zamanın sonsuz olduğu bölgeye deniyor. Ama profesör, belli kara deliklerin merkezinde ve doğru koşullar altında uzay ve zaman çatısının bir kez daha var olduğu bir bölgenin mevcudiyetini iddia ediyor.


Buna göre, eğer yüklü ve dönen bir kara delik yeterince büyükse, olay ufkunun yani ışığın ve hiçbir şeyin olmadığı noktanın ötesindeki çekim güçlerini zayıflatabilir ve kara deliğin çekiminden kaçabilmek söz konusu olabilir.

Devamını gör...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Amerikan kılavuzluğunda PKK ile mücadele!..

Son olmasını can-ı gönülden dilediğimiz ve fakat bu gidişle bunun "son" olamayacağını içimiz kan ağlayarak gördüğümüz PKK terörü, bir gün arayla 32 vatan evladının daha canına kıydı. Bu yazının yazıldığı gün, ne yazık ki, 3 şehadet haberi daha geldi.


Söylemeye ne kadar gerek var, bilemiyorum, rutin olduğu üzere, televizyon ekranlarından derhal; "savaş uçaklarımız Kandil'i bombalıyor!.." haberleri geçmeye başladı!.. Şehit sayısının yüksekliği, "güzel şeyler olacak" diyen cumhurbaşkanını bile ürkütmüş olmalı ki, durumun vehameti, kendisine "intikam" sözcüğünden başka bir söz sarfetme imkânı bırakmadı. Daha bir kaç gün önce, askere "moral" vermek için "gizlice" ziyaret ettiği (fakat ne hikmetse ziyaretten sonra poz poz resimleri basına dağıtılan bu ziyaretten sonra) birliğimiz 8 koldan PKK saldırısına maruz kaldı!..


Bu defa rutinin dışına çıkıldı ve "Kandil'e Hava Harekâtı"na ek olarak, "başkomutan sıfatı ile harita üzerinde, harekâta dair subaylardan brifing alan cumhurbaşkanı resimleri eşliğinde" sınır ötesi harekât başlatıldığı haberleri verilmeye başlandı. Ardından da, "flaş haber" olarak Amerika ile "nokta istihbarat" konusunda anlaşmaya varıldığı haberleri geldi. Lâkin, çok geçmeden "sınır ötesine" bir harekât yapıl(a)madığı bizzat Genel Kurmay tarafından duyuruldu!.. Arkasından da; "aralarında üst düzeyden olanlar da dahil 40 küsür teröristin etkisiz hale getirildiği" ilan edildi ve böylece millet üzerinde büyük bir infial yaratan bu son hadisenin şoku nispeten hafifletilmiş oldu.


Buraya kadar, bunlar hepimizin bildiği, kamuoyu önünde cereyan eden şeyler. 


Fakat bir de bu işin bir arka yüzü var ki, tam anlamı ile içler acısı!..  

Devamını gör...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sahi, ne oldu Kaddafi ?!..


Daha bir kaç ay öncesine kadar Libya'nın "özgürleştirilmesi" faaliyetlerini "canlı canlı" bütün dünyaya ulaştıran ajanslar, arada bir de Kaddafi'nin ya da oğullarından birinin yakalandığını anons etmeyi ihmal etmiyorlardı. Daha seyrek olmakla beraber şimdi de bu türden haberler duyuluyor ama yine arkası boş çıkıyor. Daha bir kaç gün önce Libya'nın başkenti Tripoli'de Kaddafi güçlerinin muhaliflere ciddi bir saldırıda bulunduğu haberleri geldi. Öyle anlaşılıyor ki, Kaddafi'yi saf dışı bırakmak göründüğü kadar kolay olmayacak.


...








Devamını gör...

14 Ekim 2011 Cuma

Uçan Telekulaklar!..

Devletler arası istihbarat faaliyetlerinde kullanılan tekniklere, teknolojik gelişmelere paralel olarak her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. 


Soğuk savaş döneminde, Amerikan havacılık şirketi Lockheed (şimdi Lockheed-Martin oldu) tarafından geliştirilen ve "Dragon Lady" adı ile bilinen Amerikalıların o ünlü U-2 casus uçağı ile başlayan ve yine o ünlü "SR-71 Blackbird" uçağı ile devam eden istihbarat havacılığı, şimdilerde insansız (unmanned) hava araçları ile daha da bir ivme kazanmış durumda. 


Bunun en son örneği, Amerikan Northrop Grumman şirketi tarafından geliştirilen "RQ-4A Global Hawk" insansız hava aracı idi. Global Hawk, bu defa Almanlar tarafından revize edilip geliştirilerek Almanya'nın hizmetine konulmuş durumda... 


Konuya dair Türk medyasında yer alan haber ise şöyle:

Devamını gör...

13 Ekim 2011 Perşembe

Fıtrat, Kader ve İrade üçgeninde insan

"Kendi değerlerinden habersiz bir hayat sürerek, her şeyin en iyisi ve en doğrusunun Batı'da olduğu zehabına kapılmak ve Batı'dan gelen her şeyi baş tacı etmek, kapitalist tahakkümün zihinlere kazıdığı geri kalmışlık duygusunun tezahüründen başka bir şey değildir. 


Yeryüzünde, maddi ve manevi ne kadar değer varsa hepsini "meta"laştırıp alınır-satılır bir mal haline getiren bu zihniyet, şimdi de habire insanlara, insani değerlerini nasıl maddeye tahvil edebileceğinin yollarını (sözümona) gösterecek kitaplar yayınlayıp duruyor!.. 


Bu, bol reklamlı, "az bir paraya, çok şey vaadeden hazır reçeteler" için oluk oluk para akıtan insanlarımızın, ceplerinden çıkan paraların, ne karşılığında nereye gittiğini, aşağıdaki yazıyı okuyarak bir daha düşünmesini diliyorum." 


Fıtrat, Kader ve İrade üçgeninde insan 


Semavî dinlerin aşkın boyutunu yok sayarak mesajlarını dünyevîleştiren ve tek boyuta indirgeyen veya hakikatin bir kısmını öne çıkarıp diğer boyutlarını göz ardı eden, öteleyen onlarca kitabın yayımlandığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.

Devamını gör...

4 Ekim 2011 Salı

Barış Ümidi(!) var mı?!..

Tarih, 3 Ekim 2011. Akşam saatleri...


Habertürk Kanalında "Akşam Raporu" adlı program yayında.


Konuk Hasan Cemal. 


Konu: "Kürt Meselesi(!)'nde Çözüm ümidi!.."


Hasan Cemal yeni bir kitap yazmışmış. Spiker kız soruyor: 


"Barış ümidi var mı?"


Hasan "abi", önce derin bir ümitsizlik içinde imiş gibi şöyle bir duruyor, sonra "derin bir nefes" alıyor ve arkasından, en ümitsiz zamanlarda rüyalara giren o aksakallı dedeler gibi dudaklarını oynatıyor:


"Var!.."


Bizler de; "Ohh!.." diyerek, derin bir nefes alıyoruz.


İlahi, Hasan abi!


Yapma bize böyle, az daha yüreğimize indiriyordun!..


Arkasından, "yürek ferahlatan" ikinci bir haber daha geliyor:


-"Peki, bu konuda bir teklif gelse, "arabuluculuk" yapmaz mıydınız?.."

Devamını gör...

2 Ekim 2011 Pazar

Halk ve Siyaset

"Halk, basit yaşar ama basit bir yığın değildir." 


Prof. Dr. Şahin Filiz'in; "Halkın Sırtına Binenler" başlıklı makalesinde geçen bu muhteşem vurguyu, bu ülkeyi "muhalefetsiz bırakan" o sözde siyaset erbabına ithaf etmek istiyorum! 


Halk, bireylerden meydana gelse de, bireyden çok daha farklı ve çok daha ötede bir karaktere sahiptir. Bu durum, "toplumsal psikoloji", ya da "kitle psikolojisi" adı altında çok çeşitli incelemelere konu edilmiş ise de, sayın Prof. Dr. Şahin Filiz'in aşağıdaki makalesinin, günümüz Türkiye'sinin fotoğrafını gayet net bir şekilde ortaya koyması ve daha güncel ve daha somut teşhisler içermesi bakımından ayrı bir önem taşıdığına inanmaktayım.


Bu makaleyi; karada yaşamakta ısrar eden balıklar gibi siyasetin kıyısında çırpınıp duran "müzmin muhalefet"e bir faydası olacağını düşündüğümden değil ama en azından "milli muhalifler" için "ufuk açıcı" bir makale olacağının muhakkak olduğu düşüncesinden yola çıkarak sizlerle paylaşmayı gerekli buldum. Şimdi, geçelim o makaleyi okumaya:


HALKIN SIRTINA BİNENLER



Devamını gör...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Kuklacının Oyunları ve Pinokyo'nun Halleri


"Hayal kurmak" ve "hayal etmek" çoğu kez aynı anlamda kullanılsa da ikisi de biri birinden farklı kavramlardır. Birincisinde, insanın o an için canı ne istiyorsa onu aklından geçirmesi yeterlidir. İkincisinde ise; (o gün için) gerçekleşmesi fiilen imkânsız olan "niyet ya da emelleri" bir gün gelip gerçek kılmaya yönelik bir "hedef tayini" vardır ve bunun temelinde de mutlaka ki geçerli, tutarlı ve "haklı" gerekçeler olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, "ülkü" edindiğiniz ve ona ulaşmayı özlemle beklediğiniz şey her ne ise, onun için uzun vadeli ve tutarlı bir eylem içinde bulunuyor olmanız gerekir. Aksi halde, sizin bu niyetinizden haberdar bulunanlar-hele ki, ihtirasları aklının önüne geçmeye meyyal biri iseniz-karşınıza özlediğiniz o fırsatı koyar, koyar ama onun hemen önüne de koca bir çukur kazar da, sizin ondan gözünüzü alamayacağınızı ve o çukuru görmeyeceğinizi iyi bilir. Hülasa, emek vermeden "yemek" olmayacağını ve el eli ile "vuslata" erilmeyeceğini iyi bilmek gerekir!...     
Son zamanlarla hızla tırmanan iç ve dış olayların tozu dumanı içinde her kafadan bir ses çıkarken ve Türk medyasının aklı başında yazarlarına birer ikişer kalemden el çektirilirken, yine de internet üzerindeki mütevazi web sitelerinden seslerini duyabildiğimiz nadir akil kalem erbapları, "akıl sahipleri"ne hitap etmekten-şükür ki-vazgeçmiyorlar. Bunlardan biri olan sayın Fatma Sibel Yüksek'in 24 Eylül 2011 tarihli; "Kuklacının Oyunları ve Pinokyo'nun Halleri" başlıklı makalesini, ben de burada "akıl sahipleri" ile paylaşmayı kendime vazife sayıyorum. Söz, sayın Yüksek'te:   


* * *

Devamını gör...

Kapitalist kriz nedir?

Anti-kapitalist makale ve kitapları ile ses getiren İspanyol felsefeci ve yazar Santiago Alba Rico'nun "Kapitalist Kriz"lere dair yazdığı, kısa ama çarpıcı gerçekleri dile getiren bir makalesi, dünyamızda kim bilir kaçıncı kez yaşanan ekonomik krizleri, sanki hayatın doğal rutininden kaynaklanıyormuşçasına ve adeta "doğal bir afet" imişçesine bizlere sunmaya kalkışarak, kapitalizmin gerçek yüzünü insanlardan saklamaya çalışanların bu gayretlerini mükemmel bir şekilde boşa çıkarıyor. 


Bütün bir insanlığı bir avuç elitin kölesi haline getirmek hedefinde olan kapitalizm, kaçınılmaz krizlerinin çözümü için kendi koyduğu kurallar dışında başka bir çözüm yolu yokmuş gibi davranmaya devam ediyor. Oysa, insanlık artık (liberal) "demokrasi" adı altında "kutsanan" bu soygun düzeninin gerçek demokrasi ile bir ilgisinin olmadığının farkına daha çok varıyor ve "emperyalist soygun"a karşı çıkmanın "demokrasiye karşı çıkmak" demek olmadığını daha iyi anlıyor ve anlatıyor. 


Bundan sonrasında söz, Santiago Alba Rico'da...




Kapitalist kriz nedir? 


Öncelikle kapitalist krizin ne olmadığına bakalım. 

Devamını gör...

22 Eylül 2011 Perşembe

Kana petrol karışınca Libya’ya leş kargaları üşüştü

Yağmaya hücum!.


 Bir gazetenin başığı aynen şu şekildeydi dün: 


“Yes you can!” 


 Utanmadan gaz veriyorlar bir de... “Evet yapabilirsin!” 


Yapamazsan da “no problem”, yaptırırız be abi! 


İsyan nedir, nasıl çıkarılır, kimlerle işbirliği yapılır bir bir anlatır, baktık hâlâ “rolü”nün ne olduğunu kavrayamamışsın, bir de provasını yaptırırız; kostümlü, kostümsüz... 


Bize hepsi uyar! 


Dünkü gazetelere bakılırsa, uymuş da zar: Libyalı muhalifleri Türk özel harekâtçılar eğitiyormuş. “Hedef” ülkeye “gazeteci” kılığında sızdıktan sonra, “isyancı adayları”nın “koç”luğuna başlamışlar: Teknik, taktik... Muhalif ordusu Türkiye’de 


Birkaç gün önce Arslan Bulut da yazdı: Suriyeli muhaliflerin rol dağılımının yapıldığı yer de Türkiye! 


Bu iddianın sahibi genç bir AKP’li! 

Devamını gör...

21 Eylül 2011 Çarşamba

Tasmalı Kölelik !

SAKSON KÖLELERİ!





Sakson köleleri, boyunlarında efendilerinin adının yazıldığı tasmaları taşırlarmış. Ki, sahibinin kim olduğu belli olsun, ona göre muamele görsün! 

Saksön köleliği, milattan önce 3. yüzyıldan itibaren biliniyor. Avrupa kıtasının eski kavimlerinden olan saksonlar Germen asıllıdırlar. Bugünkü Almanya’nın Saksonya eyâletine ad veren bir kavimdir. Ren ile Elbe nehirleri arasında, M.Ö. 3. yüzyıldan beri bulundukları biliniyor. Mîlâttan sonraki ilk yüzyıllarda bölge dışına taşarak, Britanya Adasına, yâni İngiltere’ye gittiler. Britanya Adasının her tarafına yayıldılar; güney ve güneydoğu kısmına hâkim olup sömürge hâline getirdiler. Denizlerde korsanlık yaptılar. Sekizinci yüzyılda dörde bölünüp, parçalandılar. Zulüm, onları da tarih sahnesinden sildi.

Devamını gör...

18 Eylül 2011 Pazar

Maksat "Kürtçülük" olsun!..

Türkiye'de "aydın" olmak, "namuslu" olmak anlamına gelmiyor.


Önemli olan, "insan hakları" denince akıllarına Türklerden başka herkes gelen, "hayvan hakları" dahil, her türlü hakka saygılı olduklarını göstermek için büyük gürültüler koparmaktan sakınmayan "Türkiye'nin bu aydınları(!)", nedense; bırakın "Türk"ün adını ağızlarına almayı, "kimliğinden vazgeçmedikçe" onun varlığına dahi tahammül edemediklerini her fırsatta ortaya koymayı mutlak bir "gereklilik" olarak görüyorlar!..


Bir kaç istisna hariç olmak üzere, içlerinde bir çoğu "marksist/leninist vb." (ve aynı zamanda da kemalist(!)) olan ve dillerinden düşürmedikleri "halkların kardeşliği" sloganı ile, bu ülkenin "kaynaşmış" insanlarını ayrı ayrı tarif etmeyi bir marifet sayarak emperyalizmin ekmeğine yağ süren bu saftirikler, yıllardır sürdürdükleri bu aymazlıklarının ülkeyi ne hale getirdiğine dahi aldırmadan, aynı aymazlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. "Ezilenlerin yanında olmak", onların lügatinde, "ezen Türk"ün karşısında olmakla aynı anlama geliyor. Bunun binlerce örneğinden biri, daha doğrusu en sonuncusu "Emrah Gezer davası"...

27 Aralık 2009'da vuku bulan olayla ilgili "Kürtçe şarkı tartışmasından cinayete.." başlığı ile verilen haber şöyle:


"Ankara'da Çankaya ilçesinde Emrah Gezer adlı genç, arkadaşının doğum gününü kutlamak amacıyla eğlendiği bir barda, Kürtçe şarkı söylediği için tartıştığı Özel Harekat polisi tarafından 3 kurşun ile öldürüldü. Olayın görgü tanıkları, polis memurunun Gezer"i hedef seçerek ateş ettiğini iddia etti. Olay, polis tutanaklarına da “Kürtçe şarkı yüzünden çıkan olay” şeklinde geçti. Diyarbakır"ın Silvan ilçesi nüfusuna kayıtlı 29 yaşındaki Emrah Gezer, 1994 yılından beri yaşadığı Ankara"da söylediği Kürtçe şarkı nedeniyle öldürüldü. İddialara göre olay şöyle gelişti: Emrah Gezer, 27 Aralık"ta Ankara"nın Çankaya ilçesine bağlı Kavaklıdere semtinde bulunan bir barda arkadaşının doğum günü partisine katıldı. Geç saatlere kadar burada eğlenen Gezer, canlı müziğin sona ermesinden sonra arkadaşlarına Kürtçe şarkı söyledi. 

Devamını gör...

14 Eylül 2011 Çarşamba

"Bu iş federasyonla hâllolur" mu?

Akşam gazetesinde yazan Gürkan Hacır, geçen günkü köşe yazısında yakınlarda vefat eden Mihri Belli ile vefatından kısa bir süre önce yaptığı bir röportajdan bahsediyor ve bu röportaj sırasında "Kürt meselesi"ne de değindiklerini ve Belli'nin; "bu iş federasyonla hallolur ve bölünme filan da olmaz" dediğini söylüyor. 


Bunu söylerken de bunun "aklıselim"in bir gereği olarak böyle olacağını (ya da olması gerektiğini) vurguluyor.

Biz de diyoruz ki; peki; "aklıselim" bir şekilde düşünelim ve şu "federasyon" işine bir bakalım. "Federasyon" bu işi çözebilir mi, çözemez mi, bir bakıp görelim ve bu işe de, daha önce altını çizdiğimiz "Anadolu coğrafyası"nın konumunu ele alarak başlayalım. 

Bugün, sadece coğrafi konum itibarı ile bile Anadolu yarımadası, üzerinde "Türk mevcudiyeti" bulunduğu sürece, ikinci bir  "milleti" taşıyacak bir mahiyette değildir. 


Özellikle bölgenin "doğusu"nda, -"özerklik" adı altında dahi olsa- ayrı bir "statü" verilmiş bir bölgenin varlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için kısa zaman içinde "zayıf karın" haline gelecektir..

Devamını gör...

11 Eylül 2011 Pazar

Kabil'in Sinemaları

Zaman zaman tv haberlerinde, (o da ya El Kaide, Taliban ve Usame bin Ladin adı ile birlikte geçmek şartı ile) varlığından haberdar olduğumuz, bunlar da olmasa çoktan aklımızdan çıkmış olan Afganistan hakkında, çok da bir merak içinde olduğumuz söylenemez.  


Bugün,  küresel hegemonik gücün denetiminde, Hint okyanusu üzerinden Orta Asya içlerine kadar uzayan bir yolun geçiş güzergâhı üzerinde, önemli bir konumda bulunan Afganistan ile ilgili bütün tarihi avantajlarımızı cömertçe bir kenara atıp ondan vazgeçtiğimiz günden beri, başından bin türlü bela eksik olmayan Afganistan ve Afgan halkı, hâlâ normal bir günlük hayat düzenine geçme mücadelesi veriyor. 


Bugün, bu anlamda, bize başkent Kabil'deki günlük yaşamdan bir kesit sunan Jonathan Saruk'un bu bir dizi fotoğrafını, biz de; "Kabil'in Sinemaları" başlığı altında sizlerle paylaşıyoruz.

Devamını gör...

7 Eylül 2011 Çarşamba

Russia-2045 Projesi


1940 yılında, ilk kez Amerikalı Profesör Norbert Wiener tarafından, bir "uçaksavar projesi" çalışması sırasında ortaya atılan "sibernetik" kavramı, Wiener'in 1948 yılında yazdığı "Hayvanlarda ve İnsanlarda Sibernetik veya Kontrol ve İletişim" adıyla yayınladığı kitabıyla bütün dünyaya yayılmıştı. 


Bu kavram, teknik cihazlarda ve insan dahil diğer bütün yaşam formlarında sinyal iletişimi, bu sinyallerin ayarlanması ve düzenlenmesine dair çalışmaları içermektedir. 


Daha sonraki çalışmalarla, "Cyborg" adı verilen, "yarı canlı-yarı makina formları" oluşturma aşamasına gelen sibernetik bilimi, bugün çok daha ileri bir noktaya ulaşmak üzere. "Russia-2045" adı verilen proje, emsallerinden çok daha farklı bir noktadan hareket ediyor. Çağlar boyunca "ölümsüzlüğü" arayan insanoğlu, bunun çaresini, hep "mevcut bedenin ömrünü uzatmakta" aramıştı. Fakat "Russia-2045" projesi, bu bakış açısını radikal bir şekilde değiştiriyor ve konuya çok daha farklı bir noktadan yaklaşıyor. Nasıl mı? 

İşte o makale:

Devamını gör...

6 Eylül 2011 Salı

İsrail, yardım gemilerini böyle durduracak

İsrail'in, epey bir zamandır, bölgedeki konumunu muhafaza etmek ve güçlendirmek için konvansiyonel çatışmalara gerek bırakmayacak teknolojilere yöneldiği
gözlenmekte. 


Daha önce duyurduğumuz üzere, İran'ın nükleer çalışmalarını silahlı bir saldırı ile durdurmak yerine, yeni bir bilgisayar virüsü geliştirerek bundan yararlanması, bunun ilk işaretlerinden biriydi. "Israel Defense" dergisinin 4 Eylül 2011 tarihli haberine göre, bu türden bir çalışma da, bu defa Gazze'ye yardım götüren gemiler konusunda yapılıyor. 


Haber şöyle:   


"İsrail Savunma Bakanlığı, Gazze'ye yaklaşacak büyük gemileri, Mavi Marmara örneğinde de olduğu gibi, herhangi bir askeri harekete, bombalamaya ya da gemileri batırmaya gerek kalmadan onları daha açık denizdeyken durduracak bir teknoloji geliştirilmesi için bir kaç yabancı ve yerli güvenlik firmasından teklif istedi. 


"Israel Defense" dergisinin internet sitesinde; "Mission Impossible" başlığı altında verilen haberde, "bu gemileri batırmaya ve zor kullanarak gemilere çıkıp onları durdurmaya ya da ateş açarak ya da sualtı bomba ve benzeri patlama cihazlarına ihtiyaç kalmadan durdurmanın en iyi yolu, onların motorlarını durdurmaktır" deniliyor.

Devamını gör...

5 Eylül 2011 Pazartesi

"İsrail Doğu Akdeniz'de Sahibini Bile Isırmıştı"

Bugünlerde malûm, İsrail ve Türkiye arasında oldukça soğuk rüzgârlar esmekte.
                                                                                               "Bölgenin ağabeyliği" rolüne soyunmayı "geç kalınmış bir iş" olarak gören büyüklerimiz, yılların "açığını" tez zamanda kapatmaya kararlı görünüyorlar!..


"Komşularla sıfır sorun" politikasının, politika değil bir hayâl olduğu gizlenemez olunca, bilhassa iç politika bakımından verimli bir malzeme olan "İsrail'e haddini bildirme işi" yeniden gündeme alınmış görünüyor.


Öyle ya, bir taraftan İran'a karşı "füze kalkanı projesi" gerçek olurken, hemen bunun arkasından şimdi de Karadeniz sahillerimizde 
konuşlandırılacak NATO Radar Sistemleri dayatılmaya başlandı bile!..


İsrail ile her alanda çıkar birliği içinde olan ABD'nin istekleri adeta emir kabul edilirken, İsrail'e kafa tutmak da neyin nesidir diye sormaktan doğrusu insan kendini alamıyor!..


Bir de şu var; "BOP Projesinin eşbaşkanlarından biri de biziz" diyen sayın Başbakanımız, "diğer eşbaşkanın" İsrail olduğunu nasıl unutur ki?!.. 


Eğer gerçekten "eşbaşkanlıklar arası"nda bir sorun varsa, bunun kaygısını; bunlara bu görevi veren "büyük patronları" çeksin diyeceğiz ama bu işin "faturası"nın da (her zaman olduğu gibi) bize çıkacağı neredeyse mukadder olduğundan, ister istemez burada durup, kafayı bir kaşıma ihtiyacı duyuyoruz.. Gerçi, bu türden "yüksek politikalara" aklımız ermez. Ermediği için de, önce sayın hükümetimize Karacaoğlan'dan iki mısra okuyarak bu konuyu noktalayalım ve arkasından da asıl konumuza, geçmişte yaşanmış önemli bir olayı aktarmaya geçelim.


Şöyle diyor Karacaoğlan:

Devamını gör...

4 Eylül 2011 Pazar

Mustafa Kemal Filistin Cephesinden Kaçtı mı? (2)

Yazı dizimizin bu üçüncü bölümüne başlamadan önce kısa bir "kronolojik" hatırlatma yapmakta fayda görüyoruz:

Mustafa Kemal, 7 Mart 1917'de karargâhı Diyarbakır'da bulunan 2.Ordu Komutan Vekilliliğine atandıktan sonra Hicaz Kuvveyi Seferiyesi Komutanlığına getirilmek istenmiş, ancak bunu kabul etmeyince 5 Temmuz 1917'de Yıldırım Orduları Grubu emrinde bulunan Halep'teki 7.Ordu Komutanlığına atanmıştı. Mustafa Kemal 20 Eylül 1917'de 7. Ordu Komutanı sıfatıyla, İstanbul'a; memleketin ve ordunun durumunu açıkça ortaya koyan bir rapor gönderdi ve görüşlerinin dikkate alınmamış olması sebebi ile de 6 Ekim 1917'de de, 7. Ordu Komutanlığı'ndan istifa ettiğini bir yazı ile Enver Paşa'ya bildirdi. Akabinde de, 15 Ekim 1917'de, 2. Ordu komutanı sıfatı ile izinli olarak İstanbul'a döndü.

9 Aralık 1917'de İngilizler Kudüs'ü işgal ettiklerinde, M. Kemal, veliaht Vahdettin'in "yaver"i olarak ona Almanya seyahatinde eşlik ediyordu. 

(Bunun özellikle altını çizdik ki, bugün Kudüs'ün elimizden çıkmasından Mustafa Kemal'in sorumlu olduğu yalanına inanan maalesef bir çok insan var!..) 

Devamını gör...

2 Eylül 2011 Cuma

Mustafa Kemal Filistin cephesinden kaçtı mı?

("I. Dünya Savaşını bize kaybettiren büyük hatamız!.." başlıklı yazımızda, Filistin Cephesi'ndeki bozgunu hazırlayan nedenlere değinmiş ve Mustafa Kemal'in bu bozgunu, İngilizlerle anlaşmış(!) olduğu için bilerek(!) sağladığı iddialarının geçersizliğini ortaya koyan tarihi gerçekleri "Mustafa Kemal Filistin cephesinden kaçtı mı?" başlığı altında ortaya koyacağımızı söylemiştik. İşte bugün, bu konuya, kaldığımız yerden devam ediyor önce iddiaları ve sonra da Mustafa Kemal'in "kaçtığı" iddia edilen Filistin Cephesinin o günkü durumunu ortaya koyarak işe başlamak istiyoruz.


* * *


Milliyetçi muhafazakar kesim tarafından "üstad" olarak kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek, "Dedektif X" mahlası ile makaleler yazdığı "Büyük Doğu" dergisinin 8 Eylül 1950 tarihli, 25. sayısının 3. sayfasında, "Filistin cephesinin çöküşü"nü 19 madde halinde ele aldığı bir makale var. Bu türden iddialara dayanaklık etmesi ve referans(!) gösterilmesi bakımından, bu 19 maddelik "iddia"yı buraya alıyoruz:


"1 — Birinci Cihan Harbinde İmparatorluğun çöküşü, Filistin cephesinin birdenbire yıkılmasiyle olmuştur.


2 — Evet, Birinci Cihan Harbinde Filistin cephesi birdenbire yıkılmış; bu cephe üzerinde her şey, müthiş bir bozgun ve misilsiz bir panik kasırgasiyle altüst olmuş ve neticede bu iş, bütün felâketler bilançosunun yekûn hattını çekerek Türk vatanının istilâsına ve Mondros esaret senedinin imzasına kadar götürmüştür.


3 — Acaba Filistin cephesinin âni çöküşü, 4 küsur yıllık Birinci Cihan Harbinin her gün üstüste yığılan faciaları sonunda zuhura gelmiş tabii bir netice midir; yoksa bununla beraber ve bilhassa bundan kuvvet alarak araya giren bir kast ve menfi irade mahsulü müdür???


4 — Biz, bütün bir tarih seyrini değiştirecek kadar mühim bu sualin cevabını şöylece veriyoruz ki, imparatorluğu birdenbire dize getiren Filistin cephesinin çöküşü, üstüste yığılı facialar neticesinde, fakat bu faciaların kötü akıbetini biraz daha uzatmanın pekâlâ mümkün bulunduğu bir anda, bulanık şartlardan kuvvet alarak araya girici bir kast ve menfi irade neticesi olarak meydana gelmiştir. Yani, imparatorluğun, o günkü Türk vatanının çöküşünü çabuklaştırıcı bir kast ve menfi irade karşısındayız. Artık siz bunun mânasına ne isim verirseniz veriniz!

Devamını gör...

26 Ağustos 2011 Cuma

Yeni Osmanlı değil, Sümbül Ağa Dönemi!..

Soru sormak, düşünmektir. (Soru sormayı pas geçmiş beyinler, bu büyük ve günah dolu(!) zahmetten, her şeyin cevabını bilen kimi zatlara mürit olmakla kurtulmak(!) şerefine nail olmuş olduklarından, sözümüz elbette onlara değil..) "Soru doğru sorulduğunda", göze bir kaos yumağı halinde görünen olayların, nasıl da kolayca çözülüverdiğini görmenin "mümkünât"ına dair güzel bir örnek teşkil eden aşağıdaki makale, aynı zamanda, ülke gündemini işgal eden "hâdisat"ı, ona layık bir üslupla açıkladığı için de, nasıl bir içler acısı "gerçeklik" ile karşı karşıya bulunduğumuzu, bize bir kere daha manidar bir şekilde hatırlatmakta...


YENİ OSMANLI  DEĞİL, SÜMBÜL AĞA DÖNEMİ


Dünya 10 senedir Yeni Roma hayaliyle dünyayı topyekun işgale girişip, Haçlı Seferi'nin klasiklerinden olan sosyal ve ekonomik çöküşleri yaşarken, ne hikmetse ülkemizde narkoz altındaki toplum Sıfır Muhakeme ile yaşamaya şartlandırılıyor.


4 Temmuz'da askerimizin kafasına çuval geçirenler, şimdi hukuk ve ekonomi kesiminin kafasına da aynı çuvalı yasal yöntemlerle geçiriyor. Hırsız hep masum, vatandaş hep suçlu.

Devamını gör...

25 Ağustos 2011 Perşembe

KİNİNİ “DİN” ETMEK…

İslami literatürde, Müslümanlara yönelik çok önemli bir uyarı vardır. Onlardan, “kinlerini din etmemeye” özellikle dikkat etmeleri istenir. Çünkü, Müslümanlar için böyle bir tehlike daima vardır ve bu tehlikenin girdabına kapılanlar, giderek “dinlerine” değil “kinlerine” tapar hale gelirler!.. Bu tehlike ile karşılaşmış ve derhal kendisine çeki düzen vererek Müslümanlara ibretlik bir davranış örneği sergilemiş olan Hz. Ali’nin başından geçen o ünlü hadiseyi, burada bir kere daha tekrarlamakta fayda görüyoruz:


“Bir savaşta, yere yıktığı düşmanını öldürmek üzere kılıcını onun boynuna dayamış olan Hz. Ali, düşmanının yattığı yerden yüzüne tükürmesi üzerine, kılıcını derhal düşmanının boynundan çekiyor. Bu duruma çok hayret eden adam, Hz. Ali’ye, kendisini öldürmekten neden böyle birden bire vazgeçtiğini soruyor. Bunun üzerine Hz. Ali de: “Peki sen niye bana tükürdün?!..” diye soruyor. Adam derhal cevap veriyor: “Seni öfkelendirip de bir an önce canımı alasın diye!..”


İşte, bundan sonrasında da, Hz. Ali şu ibretlik cevabı veriyor:

Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.