5 Ocak 2009 Pazartesi

AKP’NİN ALIK KEÇİLERİ

5 Nisan 2012

12 Eylül’ün güya yargılanacağı mahkemenin önüne toplaşanları gördükçe küçük dilimi yuttum. Neden insanlar bunun bir tiyatro olduğunu bile bile kendi gerçek acılarına figüran rolü verirler? Evlatlarını kaybetmiş insanlar, bir insan hayatının yaşayabileceği en büyük acıyı yaşamış insanlar, neden ‘sirk’ haline getirildiği bu denli aşikar bir ‘mahkeme’ önünde toplanır?
Aklım almıyor?
Zihnim rahatlamak bu akıl almaz durumu anlayabilmek için siyasi psikolojik sosyolojik bir anlam deliği arıyor.
On yılı geçkin süredir görüyorsunuz, AKP’nin Ermeni açılımını, Güneydoğu açılımını, Avrupa Birliği’ne girme açılımını, Kıbrıs açılımını, Habur açılımını, Dersim açılımını, 28 Şubat açılımını, açılımını. açılımını. Her biri ‘tiyatro, gösteri’.
Bu açılımların her biri sahne alırken medyada yüzlerce köşe yazarı yüzlerce sivil toplum, aylarca hatta yıllarca canla başla hakikatmiş gibi ekranlarda sabahlara kadar delirerek kudurarak rol aldılar. Bütün bu sonu gelmez yalanlar bu ülkenin on yıllarını heba etti, hala oyuna gösteriye sirke doymadılar mı?
Hepsi martaval palavra çıktı, buna rağmen AKP iktidarının bu ‘kandırmacılarına’ nasıl ve kimler alet oluyor?
Bu feci rezil durum ya delirdiğimizin alameti ya da dersimize iyi çalışmadık, vardır elbet bir psikolojik izahı diye kitaplardan kitaplara koşuyorum.
Bu ‘gösteriler’ tıpkı şuna benziyor, İngilizler’in II. Dünya Savaşı Sonrası askeri okullarında denediği ‘hayvanları delirtme’ tatbikatlarına.
Biliyorsunuzdur, Pavlov’un zil sesiyle mama verilip şartlandırılan meşhur köpek deneylerini. İngiliz askeri okulları tam tersini .yapıyor, önce mama verilecek diye köpekleri şartlandırıyor, ama sonra mama vermiyor, sonuç, hayvanlar deliriyor.
Zil sesine alışmış hayvanlar mamayı göremeyince şaşırıyor, sarsılıyor, havlıyor, huzursuzlaşıyor, velhasıl köpek dahi köpeklikten çıkıyor, işte on yıl sonrası ülkemiz insanın ruh hali.
Bu davalar artık bir halkı ‘delirtme’ tatbikatlarını da geçti.
Önce ortama medya vasıtasıyla büyük bir ‘gürültü’ bombardımanı sıkılıyor. Güya mağdurlar konuşturuluyor, heyecanlı atmosferler yaratılıyor, belgeseller yapılıyor, güya kurbanlar ekranlarda ağlatılıyor, geçmiş günbegün canlandırılıyor, ekran başında herkes ‘neye uğradığına şaşırıyor’ ve gürültü atmosferi ülkedeki iklimi ele geçirince resmi perde açılıp TİYATRO BAŞLIYOR….
Açıp okuyun Psikonevrotik Keçiler kitabını, savaşta depresyona girmiş askerleri eğitmek için kurulmuş ‘simülasyon’ tedavi merkezlerini, birinin adı: Savaş Gürültüsü Okulu.
Hastaların kovuşlarında tıpkı savaş sahnelerindeki gibi patlama sesleri mermi bomba sesleri oluşturulur ve hastalar yataklarında aynı sahneleri yaşamaktan bir daha sarsılır bir daha korkar.
Ve doktorlar hastaların ellerini sıkıca tutup, bu seslerle yüzleşmelisin, bu seslere alışmalısın diye telkinde bulunup, hastanın bu savaş atmosferinden korkmamasını (güya) sağlamaya çalışır. Ekranlarımız ve konuşmacılarımız tıpkı bu doktorlar gibi, on yıldır hangi yüzleşme paketi açılsa, ekrandan halkımıza söyledikleri telkin değişmedi: ‘yüzleşmelisin, hesaplaşmalısın’. Ancak ‘hesaplaşma’ sözünün ikincisi kelimesini hiç gelmiyor akıllara, yani ‘nasıl?’ diye kimse sormuyor.
Üstelik tam tersine sonuçlar alınır, Savaş Gürültüsüne tabii tutulmuş nevrotik hastalar, öyle hale gelir ki, artık yanlarında bomba patlasa, dünya yıkılsa, kılları kıpırdamayacak en küçük tepki vermeyecek derin sessizliğe, yani duvarlaşmaya eşyalaşmaya başlarlar.
Bu ‘yalandan’ tiyatronun finalinde mağdurlar, kuşkunuz olmasın, hayatlarının en sert acıları karşısında ‘duvarlaşacak’ ‘sessizleşecek’ ve hayatla siyasetle gündemle medyayla hukukla ilişkileri tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanacak.
Yani ‘ölmüş, işkence görmüş’ evlatlarının resimlerini kucaklarına alıp feryadın bini bir para katıldıkları bol gürültülü mahkeme önünde, sadece ‘zihinlerinde’ o acıları yaşadıkları günleri tekrar tekrar yaşamış olacaklar.
Şayet bir tiyatro deyimi ‘katarsis’ten söz ediyorsak evet, acıları yaşa ve kurtul, tamam. Ama olup bitenler tiyatro, katarsis değil, mahkeme ise, acılar daha da çözülmez düğümlere sarılacak. Unutmayın o acıları yaşamış insanların kendileri de kendilerine ulaşamayacak kadar korkunç dipsiz bir derinliğe gömülecek.
Yani, kaç zamandır Brezilya Karnavallarının yerini ülkemizde ‘hesaplaşma tiyatroları’ alıyor, acıları olan mağdurları medya marifetiyle tetikleyip kandırıp yeniden… yeniden. yeniden binlerce küçük kurnaz köşe yazarı siyasetçi marifetiyle sahneye sürülüyorlar. Artık ekranların her biri mahkemelerin hepsi devedikeni. 
Bu bir ‘acı yağmalaması’, bu bir ‘mağdur imhası’. Söyleyeceğimiz son sözümüz, kimin acısı varsa, kim haksızlığa uğramışsa, kollasın kendini DEVLETTEN ve SİYASİ HÜKÜMETTEN. Ve mahkeme sizi çağırıyorsa, size bir şey vermek için değil, sizden yüreğinizin köşesinde sönmeye yüz tutmuş mum ışığının yağını dahi çalmak, kullanmak, SİYASET’E SERVİS YAPMAK İÇİNDİR.
Kölelere bu sefer piramitleri değil AKP’nin DİKTATÖRLÜĞÜNÜ medyanın kırbaçlarıyla inşa ettiriyorlar.
Ve 12 Eylül’ün güya yargılanacağı mahkeme kapısı otuz yıldır yan yana gelmeyen her türlü siyasi görüşten insanı bir araya getiriyor, tıpkı Nuh’un Gemisi gibi.
Ne güzel diyeceksiniz, değil, aklıma Nagazaki Atom bombasından sonra, Amerikalılar’ın Pasifik’te Bikini adasında denediği atom bombası deneyleri geliyor.
Kimler etkileniyor diye aklınıza gelen her hayvanı Bikini adasına taşıyorlar, üstelik, bir çok hayvan, askerlere benzesin diye, asker traşı yaptırılıyor, askerlerin kullandıkları yüz el kremleri dahi yaptırılıyor, gerçek gibi yaşansın diye.
Bir tek hayvan canlı kalıyor bu deneyden, bilin bakalım hangi hayvan, sonradan askeri müzeye yerleştirilmiş ve Amerikan Tarihi’nin en kahraman hayvanı seçilen, bir DOMUZ.
Bombardıman ve peşinden ağır radyasyona karşın banamısın demeyen işte yazıyor kitaplar, bir domuz.
ŞÜPHENİZ OLMASIN, o mahkemenin önünde bu acı feryatlardan bu tiyatro gösterilerinden etkilenmeyen tek kişi kalacak:  o domuz’u hepiniz tanıyorsunuz.  Özal’dan Evren’den beri ülkemizin siyasetinde DOMUZLAR’IN uğultusunu hiç duymamış gibi, ekranlar gazeteler, domuz’dan tek satır bahsetmiyor.
Oysa bu toprakların onuru’nun ilk kuralıydı, mızrağı önce domuza saplayacaksın.
Hepimizin sorması gereken ilk soru siyasi hükümetin bu domuzlarla ortaklığıdır, ki, 12 Eylül’ü yapan iradenin de en büyük dostu, aynı DOMUZ’du.
Kardeşlerim, aradan geçmiş otuz yıl hala domuzların oyunlarına gönüllü katılıyoruz,  domuzların Orta-Doğu savaşına asker yazılıyoruz, kardeşlerim, bakın şu ekranlara bakın şu yazarlara, kimin kavalını dinliyorsunuz?
Gerçekte olup biten şudur, askerleri savaşa sürmeden önce, bir çok askeri okulda NEFRET TALİMİ yaptırılırdı, halen de başka şekillerde yaptırılır.
Savaş ortamı hazırlanır ve askerlere, vur, öldür, o düşman, yaşatma, kopart kafasını, deş kalbini. diye askerler nefes almaya fırsat bulamadan komutlar verilir.
Bu ‘hesaplaşma tiyatroları’ın her biri SİYASİ İKTİDAR’ın NEFRET KOMUTLAR’I.
Son yüzyıllık tarih içinde herkesin herkesle bir şekilde karşı karşıya geldiği her türlü acı’yı siyasi trajedi’yi yeniden yeniden aynen yaşatıp, dikkat edin, bir kendileri masum bir kendileri AK KAŞIK kalıyor.
Oysa hepiniz biliyorsunuz, 12 Eylül’ü ilk alkışlayanlardan biri Fethullah Gülen Hoca, ve hepimizin 12 Eylül’ünü hayata geçiren ÖZAL hükümetleri.
Özal ne mi yaptı, tıpkı Amerikalılar’ın Bikini Adası’na attığı atom bombalarından attı Türkiye Halkı’nın üzerine. Ve Keçiler’i adaya gönderip tepki veriyorlar mı diye denedi.
Sonuç, Keçiler hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını sürdürmeye otlanmaya devam etti.
Keçiler’i bombardıman sonrası inceleyen bilim adamlarının raporları ise çok kısacıktı:
Keçiler ‘alık’ hayvanlardır, bombardıman ve radyasyon ‘alık hayvanlarda’ hiçbir etki yaratmaz, aynı bilimsel raporun tıpkısı yazıyor, ülkemizde seçimler ve siyasi anketler üzerine kafa yoranlar.
* Alıklık, insan evladını hiç yormayan yegane zahmetsiz ruh hali..
Nihat Genç
Odatv.com

Devamını gör...

1 Ocak 2009 Perşembe

İstanbul’un köpürtülen zehirli rantı Anadolu'yu kurutuyor


TOBB Ekonomi Üniversitesi öğretim üyesi, TEPAV Direktörü Prof.Dr.Güven Sak, bölgesel dengesizliğimizle ilgili bir tartışmaya Radikal’deki köşesinde kapı araladı. 

Güven Sak’ın 6,10,13 Ocak tarihli yazılarında yer alan bazı önermeleri şöyle; 

“Bursa, Gaziantep ve Diyarbakır bu kadar güdük kaldığı için, İstanbul bu kadar irileştiği için biz böyle vasat kaldık ve de milletçe dedikoducu olduk. Sayın Başbakan’ın Türkiye hayalinin İstanbul’un daha da irileşmesinden ibaret olması bundandır”
 (6 Ocak). 

“Bursa’nın, Diyarbakır’ın ve Gaziantep’in güdük kalmasının nedeni Türkiye’nin idari yapısıdır. Böyle bir ülkeyi merkezden sımsıkı kontrolle yönetmeye kalkarsanız, İstanbul irileşir, öteki şehirler güdük kalır” (10 Ocak). 

“İrileşen İstanbul, diğer şehirlerimizin beceri kaynaklarını kendine çekmekte ve bölgesel dengesizlikleri arttırmaktadır. İstanbul’un irileşmesinin nedeni, İstanbul’un bağlantılarının (connectivity) iyi olmasıdır”(13 Ocak). 


“Türkiye’nin artık çok merkezden dünyaya bağlanmayı düşünmeye başlamasında fayda vardır. Artık her vilayet kendi yatırım iklimini komşusundan nasıl daha iyi hale getirebileceğini hesaplamalıdır” (13 Ocak). 




***


Güven Sak, bu meselenin, renksiz Anayasa tartışmalarına taşınmasını da öneriyor.

Bu 3 günlük tartışma yazılarında Çin’in ve Honduras’ın, “Serbest Bölge-şehir” deneyimlerinden söz ederken Türkiye için de benzer şeyler mi öneriyor, sorusuna yanıt bulamadım. Ama, açılan tartışma yerindedir. 




***


Sorun, belli : 

Sermaye birikimi, artan ölçüde, Anadolu kentlerinin aleyhine, İstanbul coğrafyasında, kentrantı üstünden sürdürülmekte,İstanbul da bu nedenle irileşmekte , (büyümektedir diyemiyorum), azmanlaşmakta, ülkenin bütün enerjisini soğurmakta, ama o ölçüde de sorun üstüne sorun üretmektedir. 

Bu talancı, yağmacı süreç, ne eşsiz bir miras olan İstanbul’un , ne de Türkiye’nin hayrınadır…Plansızlık, kar uğruna kısa görüşlülük, geleceğimizi tüketmektedir. 

İstanbul böyle yağmaya açıkken, “İki çıplak bir hamama yaraşır” misali, “Anadolu kentlerini yarıştırma” ezberiyle de bir yere varamayız. 

Sermayeyi, İstanbul’a çeken nedenleri bulup çıkarmalıyız. O da İstanbul’un köpürtülen zehirli rantıdır. 

Bir örnek, durumu aydınlatmaya yetecektir. 

Yatırımları Manisa’da yoğunlaşan Zorlu(Vestel), sanayi yatırımlarını geliştirmek varken, İstanbul’da emlak yatırımına girişti. 2007’de, Levent Karayolları arsasını Özelleştirme İdaresi’nden 800 milyon dolara aldı. 

83 bin metrekarelik araziye, AKP’nin inayetiyle, 683 bin metrekarelik inşaatı,hukuku da çalımlayarak, dikti (oysa hak, 240 bin metrekaredir) ve İstanbul’un hem dokusuna, hem geleceğine hayrı olmayan, ama kendisine devasa rant sağlayacak beton yığınını yarıladı bile. 

Kabahat Zorlu’da mıdır?

Kabahat, daha çok, ona ve benzer yatırımcılara bu kapıyı ardına kadar açan, İstanbul’un kent rantını, vergileme yerine, olduğu gibi bu balinalara bahşeden ve onlara, dış uzantılarına, Galataport, Haydarpaşaport, 3. Köprü, Kanal İstanbul, İstanbul Finans Merkezi ve daha nice yağma Hasan böreğini sunan, İstanbul kent toprağına üşüşmelerine yol açan sığ, mirasyedi zihniyettedir. 

Bu baştan çıkartıcı, ama uzun vadede herkesi zehirleyecek İstanbul rantını elbette AKP iktidarı keşfetmedi, öncesi vardır.

1980 başlarında zuhur eden, “İstanbul’u küresel kent yapıp satmak” zihniyetinin beslenmesiyle bu boyutlara varmıştır talan. 

İstanbul neden irileşmektedir? 

Çok açık; burjuvazimiz yüksek katma değerli sanayiye yönelip uluslararası rekabete çıkma cesareti ,becerisi gösteremediği için… 

Kent rantına konmanın kolaycılığı önüne serildiği için. 

Sorun, ne İstanbul’un yol ağları yönünden avantajlı olmasındadır (bu bir sonuçtur), ne “merkeziyetçilik”tedir. 

Sorun, İstanbul’un kent rantının köpürtülmesi, kışkırtılması, sanayi karından daha cazip hale getirilmesindedir. 

Öyle olmasa, eskinin sanayicileri Eczacıbaşı, Tekfen, Boyner, Dinçkök, Akın, sanayiyi Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana teşvik eden İş Bankası ve son olarak 3 emlak şirketi kuran Koç Grubu, İstanbul toprağına niye üşüşsünler? 

Siz, bu holdinglerin Anadolu’da son yıllarda herhangi bir yatırım çabasına şahit oldunuz mu? 

Niye yapsınlar? 

Onları her tür İstanbul yatırımından caydıracak, soğutacak, Anadolu’da gerçekleştirilecek üretken bir yatırıma yönlendirecek samimi, kararlı hangi çaba, teşvik, niyet var? 

Yüksek İstanbul rantı, İstanbul merkezli yüksek karlı finans, ithalat, özelleştirme avantaları varken, yüzlerini neden Anadolu’ya dönsünler, rekabetçi sanayicilikle niye cebelleşsinler? 




***


Bazılarının tüyleri yine diken diken olacak, biliyorum ama, İstanbul’dan nasıl uzaklaşılır ve uzaklaştırılır, sorusuna yanıt arayanlar, uzağa, başka ülke deneyimlerine bakmayı bırakıp1930’lar Türkiye’sine gitsinler. 

1930’lar Türkiye’sinde yapılan Birinci Sanayi Planı’nın mekansal tercihlerine, yatırım bileşimine ve gerekçelerine bakmaya cesaret etsinler. 

Öylesine derin dersler vardır ki…

Beş yıllık planın , o günün fiyatlarıyla 41 milyon TL’lik yatırımından koca İstanbul’a sadeceyüzde 5 pay verilmiştir. 

O da Şişe Cam’ın kurulması ve Bakırköy, Beykoz Sümerbank tesislerinin iyileştirilmesi için... 

Geri kalan yüzde 95 yatırım, Anadolu’nun muhtelif illerine yönlendirilmiş ve başarıyla tamamlanmıştır. İstanbul o dönemde göçten, kaostan uzak, en asude günlerini yaşarken, Anadolu’nun demir ağlarla, fabrikalarla makus talihi kırılmıştır. 

2012 Türkiye’si tabii ki, 1930’lar Türkiye’si değildir.

Bir nehirde iki kez yıkanılmaz, ama tarihten hiç mi ders çıkarılmaz, ya da çıkarılmak istenmez ?…





26 Ocak 2012 / Mustafa SÖNMEZ / CUMHURİYET GZT. 


26 Ocak 2012 / AÇIKİSTİHBARAT 












"İstanbul Yağması Anadolu'yu Kurutuyor"

Devamını gör...

Siyasette Derin Kıpırtılar: Gökçek Başbakan-Gül Cumhurbaşkanı-Demirel Silivri'ye-Baykal CHP'nin Başına


Her ne kadar belirli günlerde kamuoyunun önüne çıkıp "dinç" bir görüntü vermeye çalışsa da kanımızca Başbakan Tayyip Erdoğan'ın sağlık durumu ile ilgili soru işaretleri ortadan kalkmış değildir..
Kalkmadığı için suların altında yoğun bir "Erdoğan sonrasına" ilişkin plan, proje, hazırlık ve teşebbüsler trafiği yaşanmaktadır.
İktidar yanlılarınca dillendirilen ve aslında kendilerinin bile inanmadığı  bu derindeki plan, proje, hazırlık ve teşebbüslerin sahibi "Ergenekoncular", "Askeri vesayet yanlıları", "Değişimi göremeyenler", "fırsat kollayan ulusalcılar" vs. değil,
İktidar içi unsurların ve AKP iktidarını dışarıdan destekleylerin bizzatihi kendileridir..
Yani Abdullah Gül'dür, yani Fethullah Gülen'dir, yani Melih Gökçek'tir, yani Taraf gazetesidir..
Yani ABD'dir, ABD içindeki muhtelif kanatlardır, yani İsrail'dir (ve İsrail içi muhtelif kanatlardır), yani AB'dir...
"Tayyip Erdoğan sonrası" için plan yapanlar arasında "ulusalcıların" bulunmadığına yemin etsem başım ağrımaz. Gerçeği görmek gerekir ki ulusalcı kesim darmadağındır, ağır yaralıdır, politika üretecek bir merkezi ve bir örgütü yoktur. Özel yetkili savcıların hayal güçlerini aşırı yorarak ortaya çıkardıkları bir "Ergenekon" yapılanması bile mevcut değildir. Keşke olsaydı ama değildir işte.. Gerçek budur, ister kabul edilsin ister edilmesin..
Tayyip Erdoğan'ın gizemli hastalığı, AKP iktidarının yarattığı büyük ranttan beslenenlerin, "tehlike" algısına düşenlerin, bir köşede her zaman kendi hazırlığını yapmış olanların "gelecek" planları inşâ etmeye başlamasına sebep olmuştur.
Biz, suların altındaki bu derin kıpırdanmanın yüzeye vuran küçük balıkları ve küçük halkalarına bakarak aşağıda olup bitenleri anlamaya çalışmaktayız. Tek kaynağımız açık istihbarattır; kavganın satıha yansıyan detaylarına bakarak olup bitenleri kavramaya gayret ediyoruz...
Örneğin Melih Gökçek...
AKP içinde bekâ arayışları başlayacak da Melih Gökçek böyle bir hareketlenmeden uzak duracak öyle mi?
İmkânsızdır.
Melih Gökçek, kendisini Tayyip Erdoğan sonrası dönemin "Başbakanlığına"hazırladığını, başına oğlunu koyduğu televizyon kanalının komedi programı gibi"siyaset programlarında" bile ortaya koymaktan artık kaçınmamaktadır.
Beyaz Tv'nin programlarını izlemenizi tavsiye ederim.Gerçi Gökçek ve oğlu, Beyaz Tv'nin "aile mülkü" olmayıp, Osman Gökçek'in orada sadece "maaşlı bir çalışan" olduğunu her fırsatta iddia etseler de ülkede bu yalana Ümit Zileli'den başka inanan (veya inanmış gibi görünmek zorunda kalan) kimse yoktur.
Melih Bey, geçen hafta sonu Beyaz Tv'nin kardeş yayın organı Kanaltürk'te Sami Dadağlıoğlu'nun sunduğu Pazar Politika programına katıldı. Verdiği mesajlar bütünüyle ilginç olmakla beraber en dikkat çekicisisi Tayyip Erdoğan'a "Devlet Başkanlığı hayalinden vazgeç"mesajıydı..
Şöyle dedi Gökçek:
"Mevcut parlamento ile başkanlık seçimine geçiş mümkün görünmemektedir, sayı yeterli değil, dolayısıyla bu konuda ısrarı sürdürmemek lâzım"
Şimdi bu sözden "Tayyip Erdoğan adına" en iyi niyetli sonucu çıkaracak olursak Melih Bey, Tayyip Bey'e "Mevcut haliyle, yani yetkisini yetersiz bulduğun ve sembolik özelliği ağır basan Cumhurbaşkanlığı ile yetin, fazlasına göz dikme" demiş bulunmaktadır.
Yine Tayyip Bey adına "kötümser" bakacak olursak Melih Bey, Tayyip Bey'e mealen ve de imâen şöyle demiştir:
"Sağlık durumunla ilgili bilgilerim var; istersen ne cumhurbaşkanlığı, ne de devlet başkanlığı için hayal kurma.."
Ve her iki halde de şu sarsıcı mesajı vermektedir Gökçek:
"AKP'yi bize bırak"
Gerçekleri görmezden gelmenin siyasette bedel ödemek anlamına geldiğini bilenler, eğri oturup doğru konuşarak şunu da düşünmelidir:
Yarın öbür gün AKP'de kılıçlar çekildiğinde, Melih Gökçek'in bu partinin içinde harekete geçirebileceği bir gücü var mıdır?
Gökçek'in cebindeki parayı, kurduğu gizli-açık ittifakları, elinin altındaki fonları, gün yüzü görmemiş kasetleri, ses kayıtlarını vs. gözönüne aldığımızda, rahatlıkla diyebiliriz ki,
Vardır...
Mesela Tayyip Bey, Gökçek'in bu restine rağmen, Başkanlık sistemini tartışmaya açar ve anayasal değişiklik için düğmeye basarsa, Gökçek'in desteğini alan kimi AKP'liler, bu girişimin karşısında saf tutarlar mı?
Cevap: Tutarlar..
Tam bu noktada Melih Gökçek'te ve kimi iktidar yandaşlarında aniden depreşen Deniz Baykal sevgisine dikkat çekmemiz ve bu şaşırtıcı gelişmeyi irdelememiz icap etmektedir.
Deniz Bey, meş'um bir kaset vakasıyla devrilmeden önce Melih Gökçek'in, bilimum AKP'li siyasetçinin, nice yandaş kalemin, Rasim Ozan Kütahyalı ve karısının, televiyon programcılığına "bohçacı kadın" ekolünü kazandırmış olan Sevilay Yükselir'in, Ekrem Dumanlı beyefendi ve hatta Nihat Doğan'ın ortak görüşü neydi?
"CHP Baykal ile bir yere varamaz (sanki kendi sorunlarıymış gibi...) çünkü Baykal ulusalcı ve Ergenekoncu bir zihniyetin temsilcisidir. Baykal gitmeli yerine darbeci zihniyete karşı olan, değişimi kavrayabilen bir lider gelmelidir"
Sonrasında kaset olayı patlak verdi...Cemati ve AKP hükümetini suçlayanlar oldu, olayın CHP içinden tezgâhlandığını savunanlar oldu, velhasıl komplonın kaynağı ortaya çıkarılamadı.
Ancak Baykal'ın tepkilerinden, sitemlerinden ve üstü kapalı göndermelerinden (hatta açıkça "Cemaat değil" açıklamasından ve F. Gülen'e teşekkür etmesinden)anlıyoruz ki CHP'nin eski lideri, başına gelenlerden AKP hükümeti ve cemaatten ziyade "CHP'nin içini" sorumlu tutmaktadır.
Belki de bildiği şeyler vardır..
Ve belki de bu "bildiği şeyleri" AKP'nin ve cemaatin ileri gelenleriyle paylaşmıştır?
Ankara'da bir cafede buluşup kırk yıllık arkadaşlarmışçasına neşeyle sohbet ettiği Melih Gökçek'e anlatmış olması ihtimali de hiç düşük değildir.
Gökçek ile Baykal bir süredir "kanka" oldukları Ankara'da artık sır değil...
İyi de "ulusalcı" olduğu için beğenilmeyen ve partinin başından gitmesi halinde CHP'nin "gerçek bir muhalefet partisi" hüviyetine bürüneceği savunulan Baykal, bugün ne olmuş da Gökçek'inden Ahmet Kekeç'ine, AKP'nin eteğinden tutmuş herkesin ortak lider adayı haline gelmiştir?
Gökçek bir yandan "CHP'nin başına Emine Ülker Tarhan gibi militan bir ulusalcıyı getirmeye çalışıyorlar" diyerek suyu bulandırmaya çalışırken, bir yandan da Baykal'ın CHP'nin başına yeniden geçmesini açıkça savunur olmuştur?
Baykal "ulusalcılık"tan vazgeçtiğinden mi?
Yooo...
Bildiğimiz kadarıyla Baykal, iktidar cenahının teesüflerine neden olan "ulusalcılık" hastalığından vazgeçmiş filan değildir.
Sözü uzatmayalım, mesele de  zaten "ulusalcılık" değildir..
Mesele, kartların yeniden karılması meselesidir. Kartlar yeniden karılırken kimin nerede saf tutacağı ve kimin kimlerle ittifak yapacağı meselesidir..
Bu noktada tamamen kendi kanaatimi söylemek isterim ki başına gelen kaset olayının "CHP içinden" kaynaklandığına inanan (veya bilen) Baykal, Kılıçdaroğlu ve ekibinden çok fena intikam almak üzeredir.
Bu uğurda, Gökçek'le de, Tayyip Erdoğan'la da, F.Gülen ve Taraf gazetesiyle de münasebet tesis ettiğine çok fena inanmaktayım...
"Kanıtın var mı?" derseniz "Yok" derim ama siyasette dayak yemekten ve işsiz kalmaktan başka bir şey elde edememiş eski bir "Ankara muhabiri" olarak böyle hissetmekteyim..
Bu gibi durumlarda köşe başlarını tutanların değil, "loser"ların his ve algılarına dikkat etmekte fayda vardır ey kamuoyu!
Meselâ yine kendi adıma, Deniz Baykal'ın Melih Gökçek ile Ankara'daki cafede yaptığı görüşme de, Tayyip Bey'e yaptığı geçmiş olsun ziyareti de fena halde muammalıdır...
Ve ikinci ziyarete ilişkin olarak bildiğim tek şey, Baykal'ın Erdoğan'dan "Mehmet Haberal'ın annesini ziyaret etmesine izin verilsin" ricasının Kemal Kılıçdaroğlu'nu zorda bırakmaya yönelik olduğudur...
Baykal deyip geçmeyelim ve yakında AKP iktidarının desteğiyle yeniden CHP'nin başına geçerse de hiç şaşırmayalım..
****
Baykal parantezini bu şekilde kapatıp Melih Gökçek'in Erdoğan'ın geleceğine ilişkin duygu, düşünce ve planlamalarına devam edecek olursak;
Kanımca Gökçek, Tayyip Bey'e "Başkanlık sistemini unut" derken, "Gel Cumhurbaşkanı ol" da dememektedir. Gönlünde yatan aslanın yola Abdullah Gül ile devam etmek ve "Gül Cumhurbaşkanı-Gökçek Başbakan" formülü olduğu anlaşılmaktadır ki bu öngörü bizi Gül'ün pozisyonunu sorgulamaya götürür.
Yahudilerin, "İnsan düşünür, Tanrı güler" diye bir sözleri vardır. Bu sözün mantığına göre öfkelenmek, eğlenmek, geçmişi ve geleceği unutmak, kendini sarsılmaz zannetmek insana özgüdür. Tanrı ise insanın bu toyluğunu yukarıdan gülümseyerek izler ve kendi planını yapar.
Benzetmek gibi olmasın ama Erdoğan hep "insan" gibi, Gül ise "Tanrı" gibi hareket etti.. Erdoğan öfkesini, tepkilerini hep ortaya dökmüş, pohohlanmaya hep prim vermiş ve kendisinden başka oyun kurucu olmadığına hep inanmıştır.
Gül ise hep gülümsemiştir.. sadece gülümsemiştir.
Bir konuda açıkça tavır aldığını, birilerini açıkça hedefe koyduğunu, kafasından geçenleri belli ettiğini, herhangi bir konuda net bir cümle kurduğunu göremezsiniz.
Arap çöllerinin gece ortaya çıkan sessiz ve derin fırtınaları ile sabırlı İngiliz aklının bir karışımıdır o..
"İnsan" gibi gülen, öfkelenen, mağrurluğun tuzaklarına düşmekten kendisini alamayan ve tek "oyun kurucunın" kendisi olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan, ayağı tökezlediği gün Abdullah Gül'ün sabır, sessizlik ve gülümsemenin ardında nasıl bir yığınak ve nasıl güçlü kaleler tahkim ettiğini görecektir.
Sözü uzatmamak gerekirse,
Abdullah Gül+Cemaat+Melih Gökçek+ Deniz Baykal+ Taraf gazetesi...
Bu listeyi şaşırtıcı isimlerle uzatmak mümkündür...
Hele bugün Star gazetesinden ayrılan Mehmet Altan'ın "Askeri vesayetin yerini sivil vesayet aldı" dediğini duyunca,
Başbakan'ın sadık kulu Akif Beki ile Taraf'ın bavulcusu Mehmet Baransu arasında kopan kavgayı okuyunca,
katıla katıla gülmekten kendimi alamadım...
Demek askeri vesayetin yerini sivil vesayet almış!
***
Gökçek Erdoğan'a "AKP'yi bana bırak" mesajı veriyor. Böyle bir istek ve hazırlıktan habersizliği düşünülemeyecek olan Abdullah Gül gülümsüyor. Cemaatin kalemleri ve CİA'nin "gazete" adı altında yayın yapan tuvalet kağıdı, Erdoğan'a açıkça diş gösteriyor.
Baykal, intikamı için her yolu mübah görüyor. Devlet Bahçeli ise Abdullah Gül'ü"Türkiye Cumhuriyeti'nin sembolü" olarak dünden kabul etmiş durumda..
Peki Erdoğan'a zerkedilen "dünya liderliği", "İslam alemi liderliği" gibi vaatlerin arkasında duran var mı?
Bilinmiyor.
"Arap baharına" tavır alması sağlandıktan sonra kapsamlı bir ortadoğu gezisine çıkarıldı. Bindirilmiş kıtaların "Arap halkı" diye yutturulmasına kimse inanmadı. Dostu ve ortağı, birlikte tatile çıktığı Beşar Esad ile kanlı bıçaklı. "Yeni İslam lideri" pohpohlamasıyla çıktığı Mısır seferinde Müslüman Kardeşler'in "rejim ihraç etmeye çalışıyorsun" şeklinde buz gibi tavrıyla karşılaştı.
Bir zamanlar Ankara'yı kapı komşusu yapmış olan Irak Başbakanı Nuri Maliki, ABD'nin çekilmesinden sonra patlayan Şii-Sünni savasında "taraf olmakla"suçladığı Erdoğan'a bu tutumun "Türkiye'deki etnik ve mezhepsel yapı açısından" riskli olduğunu hatırlattı.
Bizimki, her gün tahrip ettiği Atatürkçülüğe sığınıp Türkiye'nin etnik ve dini kavgalar temelinde kurulmuş bir Cumhuriyet olmadığını söylemek zorunda kaldı.
Böyle bir tablodan bırakan "İslam âlemi liderini", Kerkük muhtarı bile çıkmaz..
Erdoğan yakında kendisine bu gazı verenler tarafından da terkedilme riskiyle karşı karşıyadır.
*******
Derin sularda meydana gelen hareketliliğin "Ergenekon" adı altında yürütülen kapsamlı tasfiye operasyonuna yansıdığına da tanık oluyoruz.
Tayyip Erdoğan'ın yargıya neredeyse açıkça çağrı yapmasına rağmen İlker Başbuğ'un tutukluluğu kaldırılmadı. Hakimler, adeta Erdoğan'a cevap verir gibi ret kararları yazdılar (kimse bu durumun, yargının bağımsızlığını gösterdiğini söylemeye kalkışmasın, yemezler.)
"Ergenekon" operasyonunu yönlendiren kliklerden birinin yaklaşık iki aydır Süleyman Demirel'i tutuklatmak için yoğun çaba sarfettiğine de tanık oluyoruz. Bu çabanın sonuçları Kurtlar Vadisi dizisinin repliklerine bile yansımış durumda. Demirel'i tutuklatma operasyonunda Melih Gökçek'in Beyaz Tv'si başı çekiyor.
Bu uğurda kurşun askerleri öne atıyorlar. Dinamit adlı programda, modreratör Latif Şimşek'e "Kılıçdaroğlu Danıştay cinayetinden haberdardı" bombası patlattırılmak istendi. Programda "Latif Şimşek'ten müthiş bomba, az sonra"şeklinde alt yazılar geçmeye başladı. Ancak gariban bir Ankara muhabiri olan Şimşek, "operasyonu" eline yüzüne bulaştırdı.
Olayın tanığı olduğunu söyleyen kişiyi yayına bağladılar. Latif daha ilk dakikada "Benim iddiam değil arkadaşlar, tanığın iddiası, lütfen kaldırın o KJ'yi"şeklinde çarketmeye başladı. Hararetli tartışmanın ortalarında Latif Şimşek, artık kulaklıktan nasıl bir baskı geliyorsa, telefona bağladığı kişiye tekrar sahip çıkıp"Programdan önce kendisiyle dört saat konuştum, ben ikna oldum, belgeler bende. Haftaya açıklayacağım" demeye başladı.
Yayına CHP'liler bağlanınca ortalık karıştı, iddianın sahibi kişi arada bu bilgiyi kanal kanal gezip para karşılığı satmaya çalıştığını itiraf etti. Ümit Zileli'nin "Ben bu işte figüran olmak istemiyorum" şeklindeki kaprisli hareketleri de üste gelince, Latif tekrar çarketme eğilimine girdi ve az önce "Bütün belgeleri bana verdi, hepsi bende" dediği telefon konuğuna "Muzaffer Bey, var mı belgeniz? Varsa ortaya koyun" demeye başladı.
(Bu arada, Zileli'ye seslenmeden geçemeyeceğim. Ümit Zileli, o programda sen zaten figüransın; senin durumunu ayrı bir yazıda ele almak arzusu içindeyim..)
Olay, Latif'in "Biz de burada şey değiliz yani...Sürekli basın kartım var benim...Gözünden tanırım.." şeklinde sayıklamaları ile tam bir çıkmaza girmişti ki imdada Rasim Orhan Kütahyalı yetişti. Latif'in konuğunun savcılık ifadesini internetten bulup okuyan Rasim, "Yahu bırakın Kılıçdaroğlu'nu filan. Bak adam burada Yeşil'in Demirel'in evinde adam öldürdüğünü söylüyor!" diye o ciyak sesiyle bağırmaya başladı.
Ve olay "Kılıçdaroğlu Danıştay cinayetini önceden biliyor muydu" bombasından, "Yeşil Demirel'in evinde adam öldürdü mü" bombasına dönüştü.
Tanığın doğru söyleme ihtimalini tamamen dışlamamakla birlikte, Baykal olayında meselenin "ulusalcılık" olmaması gibi, burada da olayın "Demirel'in evinde cinayet işlenmesi " olduğunu zannetmemekteyim.
Olay, Ergenekon çerçevesinde klikler arasında savaş yaşanması olayıdır. Aralarında Melih Gökçen'in ve cemaatin de bulunduğu bir cenah, bugünlerde tutuklu listesine Demirel'in de eklenmesini ısraren isterken, diğer bir klik, şu aşamada operasyonun bu noktaya çekilmesini doğru bulmuyor.
Aynı tartışmanın İlker Başbuğ'un tutuklanması konusunda da yaşandığı anlaşılıyor..
Çarşı çok hareketli...
Sakin görünen denizin derinliklerinde hırçın ırmaklar akıyor...
F. Sibel YÜKSEK / AÇIK İSTİHBARAT / 18 Ocak 2012



Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.