23 Aralık 2010 Perşembe

Asıl sıkıntımız...

Türkiye'nin sıkıntısı; bugün ne şu sorunu, ne bu sorunudur. Esas sorun ve asıl sıkıntı, şiddetli bir şekilde varlığını hissettiren "devlet adamlığı" sıkıntısıdır. Vatandaşın; siyaset meydanında muhatap kabul etmeğe değecek adam gibi adamlar bulamaması, mevcut siyasi iktidarı bugün ayakta tutan en büyük faktördür. Muhalefet olarak mecliste görev(!) yapan mevcut iki partinin "halleri" ise ortadadır.

İktidar olmak için "yetki" istedikleri milletin içinde, Atatürk'ün yolunda yürümeye azmetmiş insanların sayısını o kadar "az" buluyor olmalılar ki, kendilerini, bu cumhuriyetin adına dahi tahammül edemeyen kimi "guruplara" mavi boncuk dağıtmak ihtiyacı içinde görüyorlar! O kadar ki, açıkça etnik milliyetçilik yapan ve ayrılıkçılara omuz verenleri, cemaat hocalarına övgüler dizenleri dahi parti yönetimine dahil etmekte hiç bir beis görmüyorlar!


Devamını gör...

21 Aralık 2010 Salı

Altın Piyasasındaki Büyük Oyun

Hep altını çizdiğimiz üzere; "Serbest Piyasa" yutturmacası ve "Küreselleşme" yaveleri ile sanki artık bütün dünyanın uçsuz bucaksız bir "fırsatlar cenneti"ne dönüştüğünü bütün insanlığa adeta "müjdeleleyen" ve bunu "Liberalizm"in nihaî bir bir zaferi gibi "pazarlamaya" kalkışan global çetenin yerel medyada "konuşlandırılmıış", her şeyi bilen tetikçileri, Necip Hablemitoğlu gibi değerli ve vatanperver bir bilim adamının nasıl bir cinayete kurban gittiği konusunda tek kelime etmiyorlar. Hepsi  "Ermeni" oluyor, "Kürt" oluyor, şu oluyor, bu oluyor ama bir türlü "namuslu", "dürüst" ve "Türk" olamıyorlar! İşte bunların kalemlerinin yazmaya varamadığı, Liberal Kapitalizmin kontrol ettiği "Dünya Altın Piyasası"nın kanlı yüzü:

HABLEMİTOĞLU BU ÇETENİN ÜSTÜNE GİTMİŞTİ

Devamını gör...

19 Aralık 2010 Pazar

Okuyun!!!

Yıllardır ülkemiz insanının kafasını kurcalayagelmiş; "Türkiye'de petrol var mı?" ya da; "etrafımızda var da bizde niye yok, bunun altında mutlaka bir çapanoğlu vardır" şeklindeki soruların cevabı hep, "aslında var ama..." mealinde olsa da, bugüne kadar resmi ağızlardan bir türlü net bir cevap duyulamadığı bir vakıadır. Bu konuyla ilgili, en son ve en çarpıcı gözlemlerden biri de, Prof. Dr. Osman Sevaioğlu'ndan geldi. Sevaioğlu'nun 2007 yılında, görevi gereği gittiği Güneydoğu Anadolu'da şahit olduğu bir olayı anlattığı satırlar, gözlemcinin kimliği de göz önüne alındığında, oldukça dikkate alınması gereken bir gözlem haline geliyor.

İşte, o satırlar:

Okuyun!!!


26-27.11.2007 tarihleri arasında Cizre Barajı ile ilgili olarak fizibilite incelemesi yapmak üzere Cizreye gittim.

Devamını gör...

18 Aralık 2010 Cumartesi

"Serbest Piyasa" ışığında(!) Türk siyaseti

Liberalizmin temel felsefesi olan; "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!" sözünün eksik kalmış bir cümle olduğu, herhalde bugün daha da iyi anlaşılıyordur. Devamında; "bırakınız soysunlar!" cümlesi de eklense, daha tatminkâr ve daha gerçekçi bir tanımlama olurdu herhalde. Ama ne gariptir ki bugün, en vatansever insanların bile daha ilk ağızda, hemencecik "serbest piyasa" ekonomisinden yana olduklarını beyan etmeleri, işin ekonomik boyutunu çok da önemsemediklerini, onun siyasal yapıyı şekillendirmede ne derece etkin olduğundan habersiz olduklarını gösteriyor.


Bugün, şiddetle muhalefet ettikleri bir düşünceyi iktidara taşıyan ortamı hazırlayanın bu "vurgun düzeni" olduğunu bilseler, acaba bu konuya bu kadar bigâne kalırlar mıydı? Siyaset yapmak adına sadece "vatanseverliklerini" ortaya koymanın yeterli olduğunu düşünenler, halkın; kendilerine düşündükleri kadar rağbet etmemesini, onların bilinçsizliklerine ve duyarsızlıklarına bağlıyor ve onları; oylarını bir kaç torba kömür ve makarnaya satmakla itham ediyorlar. Ellerinde; halka sunacakları hiç bir tutarlı proje olmadan, sadece: "Bunlar iktidardan insin, yerine bizim gibi demokrat ve vatanını seven insanlar gelsin!" demekle de halkın kendilerine, bugün olmasa da, "elbet bir gün", (gerçekleri anladıkları an) rağbet etmeye "mecbur kalacaklarını" düşünüyorlar.

Devamını gör...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Gerçekten özgür müsünüz?..

Evet, gerçekten, hiç birazcık durup düşündünüz mü? Arabanız var, eviniz var, işiniz var, maaşınız var... Belki de biraz daha dişinizi sıksanız, yakında o hep içinizden geçirdiğiniz dev ekran televizyonu da alabileceksiniz. Tabii, önce mevcut cep telefonunuzu, bir "i-phone" ile değiştirdikten sonra... Hele arabanın taksitlerini bir aradan çıkaralım, ondan sonra bayağı bir rahatlarım dediğinizi duyar giyim. Velhasılı, alınması "gereken" o kadar çok şey, yaşanması, tadılması "gereken" o kadar "lezzet" var ki!.. Yeter ki, paran olsun!


Şimdi, işin bir de şu yönü var ki, daha "giderilememiş" bunca ihtiyacınız varken, inayet olası fakir fukaraya şöyle gönlünüzce yardım da edemiyorsunuz tabii ki!.. Bir gün, şöyle bir eliniz "bolalsın" da inşallah...


İşin şakası, sitemi bir yana; "ihtiyaçlarımız" arttıkça, "muhtaçlığımız" da artmıyor mu? Hani duymuşsunuzdur; adamın biri Hz. Muhammed'e: "Ya Resulallah, zengin olmak istiyorum, ne tavsiye edersiniz?" diye sorunca, Hz. Peygamber, şöyle buyuruyor: "İhtiyaçlarını azalt!" Bu, bir "savuşturma" cümlesi değil, aksine, üstünde uzun uzun düşünülmesi gereken, kısa ama muhteşem bir cevaptır. Çünkü, görüldüğü üzere; ihtiyaçlar arttıkça, muhtaçlık da artmakta, muhtaçlığın artması ise insanı o muhtaçlığı gidereceği düşünülen her kim veya her neyse, işte ona mahkûm etmektedir. Bir başka deyişle, edinilen, kazanılan, sahip olunan her şeyin karşısında, derhal onları "kaybetme korkusu" belirivermektedir.

Devamını gör...

7 Aralık 2010 Salı

Somali kıyılarının ve Hint Okyanusu'nun gerçek korsanları kim?

Daha önce de ele aldığımız Somali'deki korsanlık olaylarının bir başka açıdan ele alındığı bir makaleyi, bugün sizlerle paylaşıyorum.

"Who are the real pirates off the coast of Somali in the Indian Ocean?" diye soruyor, www.notmytribe.com adresli internet sitesinde Tony Logan ve şöyle devam ediyor:

"Son bir kaç hafta içinde, kuırumsal basının, taşlanarak öldürülen genç bir kız ve 'korsanlar' merkezli haberlere yoğunlaşması, Amerikan devletinin, kurumsal basını demirden pençesiyle nasıl kontrol ettiğinin açık bir göstergesidir. Pentagon'un yarattığı ülkede milyonlarca aç mültecinin varlığı ise nedense kimsenin aklına gelmiyor. Amerikan medyası için onlar bir "Indiana Jones" hikayesi! Ve korsanlar da onunla hep eğlenceli oyunlar oynayan neşeli insanlarlar! Peki, o halde Somali kıyılarının ve Hint Okyanusu'nun gerçek korsanları kim? İşte; "Asia Times Online" haber sitesi bize, tam da bu konuyla ilgili kimi bilgileri veriyor: NATO reaches into the Indian Ocean (NATO, Hint Okyanusuna el attı)

Devamını gör...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bunları da mı milli irade istedi ?!..

Yapıp ettikleri ne varsa, hepsini "milli irade" adına yaptıklarını iddia edenler, milli iradenin taleplerine uyacakları yerde milli iradeyi, kendi taleplerine "uyduruyorlar"

"Amerikan tipi Demokrasi" dedikleri de herhalde bu olsa gerek!

Sözü uzatmadan, nedir bu milli irade ve nedir bu, bunların demokrasisi, anlamak için gelin; 5 Aralık 2010 tarihinde, Yeniçağ Gazetesi'nde yazan Selcan Taşçı'nın köşesine gönderilen bir okur mektubunu birlikte okuyalım:


"Halkın yüzde 80’inden fazlasının ABD politikalarına karşı olduğu bir ülkede nasıl oluyor da ‘milli irade’, ABD politikalarını uygulamakla yükümlü partileri ve politikacıları işbaşına getirecek biçimde ‘tecelli’ ediyor? Bir terslik yok mu bu işte!

Ey “Biz katile katil deriz” diyen Recep Tayyip Bey, Irak’ı kan gölüne çeviren katil Amerikan askerlerine “kahraman” demenizi ve bu katiller sürüsünün “evlerine sağ salim dönmeleri için dua etmenizi” sizden “milli irade” mi
istedi?

Devamını gör...

3 Aralık 2010 Cuma

Kuantum Fiziği ve Bilinç

İnsanın yaşamı anlama, çözümleme ve kontrol altına alma gayretleri yaklaşık 3500 yıllık geçmişine rağmen halen devam etmektedir. Yaşamı anlamlandırma, doğa olaylarını ve insanı anlama, çözümleme konusundaki felsefi yaklaşımları iki ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar dilimizde Mekanikçilik ve Yaşamsalcılık olarak isimlendirilebilir. Mekanikçiliğin ana doktrini şöyle ifade edilebilir: madde/enerji, uzay ve zaman ile tanımlanabilen tüm doğa olayları, değişmez bir takım fizik/doğa yasaları ile açıklanabilir. Mekanikçilik bir anlamda materyalizm temel görüşü altında düşünülebilir. Bilim, mekanikçilik ana felsefi düşüncesi altında çalışmalarını sürdüre gelmiştir. Bugün günlük yaşamımızda kullandığımız istisnasız tüm teknolojik aygıtların asıl kaynağı salt bu bilimsel araştırmalardır. Bu anlamda fizik yasalarının yadsınması imkansızdır ve hiçbir normal birey bu yasaların varlığını inkar edemez.

Devamını gör...

2 Aralık 2010 Perşembe

Şems'in 40 kuralı

KURAL 1: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dedi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

KURAL 2: Hak Yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!

KURAL 3: Kuran dört seviyede okunabilir. ilk seviye zahiri manadır. Sonraki Batıni mana. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

KURAL 4: Kainattatki her zerrede Allahın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allahı görüp yaşayan olmadığı gibi, Onu görüp ölen de yoktur. Kim O nu bulursa, sonsuza dek Onda kalır.

KURAL 5: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:

Bırak kendini, ko gitsin; Alık kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var.

KURAL 6: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Âşık dilsiz olur.

KURAL 7: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Devamını gör...

1 Aralık 2010 Çarşamba

WIKILEAKS BELGELERİ, ERDOĞAN’IN SERVETİ VE YEŞİL CENNETTEKİ SIR HESAPLAR

Türkiye'nin gündemi, daha önce hiç bu kadar yoğun ve peşpeşe gelen ve her biri diğerinden ilginç olaylarla dolu olmuş muydu, hiç zannetmiyorum. Özellikle internet teknolojilerindeki gelişmelerin küresel çapta iletişim ve paylaşımı olağanüstü kolaylaştırması, aynı zamanda dünya halklarından, onların aleyhine gizli saklı işler çevirenlerin de işlerini bir hayli zora sokmaya başladı.

Bugünlerde, bizde olduğu gibi diğer bir çok hükümetin de başını ağrıtan "Wikileaks Belgeleri" de, dünyada artık yeni bir dönemin başladığının adeta habercisi sanki.


Bu belgelerden Türkiye'nin payına düşenler ise epey bir baş ağrısına sebep olacak gibi. Bunların başında ise sayın başbakanımızın serveti ile ilgili bölümler geliyor.


Bu belgelerde söylenenlere bakınca insan, ister istemez biraz daha gerilere gitmek ihtiyacını duyuyor. Mesela;


-Daha AKP kurulurken Rahmi Koç gibi ülkenin en önde gelen bir işadamı; "Erdoğan'ın 1 Milyar Doları var!" demek gereğini neden duymuştu?


-Daha sonraları aynı konu yeniden gündeme gelmiş, Yeniçağ Gazetesi yazarlarından Sabahattin Önkibar, 6 Şubat 2010 tarihinde; "Wikipedia sitesinde yer alan: “Tayyip bey; Brunei Sultanı, Suudi Kralı ve Körfez Emirlerinden sonra dünyanın en zengin 7. lideridir. 2 milyar dolarlık serveti var.” bilgisini köşesine taşımış, ardından Rahmi beyin söyledikleri karşısında sessiz kalan Erdoğan, Önkibar’a karşı ise sessiz kalmamış ve derhal dava açmıştı. Önkibar, bunu köşesinde şöyle dile getiriyordu:

Devamını gör...

28 Kasım 2010 Pazar

O KADAR BÜYÜTMEMELİ!

"Emperyalist bir argüman olarak Demokrasi" başlığı altında, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce, Türkiye Cumhuriyeti'nde bugün, adına "demokrasi" denilen ucubenin kimlerin elinde, hangi emellerin hizmetinde olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Oynanan oyundaki "bu detayı" farkeden insanların sayısının artması, bu oyunun bozulmasında şüphesiz en büyük amil olacaktır. İşte, bu oyunun farkına varmış değerli bir yazarın bugün bu konuda yazdığı önemli bir makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

O KADAR BÜYÜTMEMELİ!


2 general ve 1 amiralin açığa alınması gibi olağan dışı bir olay sonrasında “milli irade” madeninden türetilmiş büyük devlet adamlarımız(!), sanki sıradan, kendiliğinden ve olması gereken şekilde yürütülen yasal bir süreç hakkında gayet masumane ve tarafsız bir eda ile konşuyorlar:

Devamını gör...

Yürek burkan bir gözlem

Sayın başbakanımızın cansiperane çalışmaları sayesinde, kişi başına düşen milli gelirimizin 15.000 Dolarlara ulaştığının haberi ile sevinçten tam da havalara hoplamaya zıplamaya  hazırlanırken, bugün Vatan Gazetesi yazarlandıran Can Ataklı'nın köşesinde naklettiği bir haber, ağzımızın tadını kaçırmaya yetti.

Nakledilen haber şu:

"Sevgili Can Ataklı; 21 Kasım 2010 günü mahalle kasabına gittim. Kasaba gelen bir vatandaş utana sıkıla elindeki paketi kasaba verdi. Kasap fiyat söyledi parasını aldı gitti. Kasaba “Hayrola” dedim “Nedir bu?” Meğer parası olmayanlar Kurban Bayramı’nda gelen etleri kasaba para karşılığında satıyorlarmış. Durum bu kadar vahim demek ki. Yazıp duyurursanız halk ve yöneticiler okusun. Olayın geçtiği yer Kırklareli’dir. Bilgilerinize, selamlar. Ş.M"

"Benim vatandaşım" bu nankörlüğü ne zaman bırakacak acaba, değil mi "benim" sayın ve değerli başbakanım?!..

Devamını gör...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Bir de böyle bir "Dünya" var...

Kapitalizm, her tökezlediğinde "emperyalist çete", ona hemen yeni bir ad takarak onu "hayatta tutmaya" gayret ediyor. Adı, kimi zaman "küreselleşme", kimi zaman "globalizasyon", kimi zaman "serbest piyasa ekonomisi", kimi zaman "liberal düşünce" oluyor ama "özü" asla değişmiyor: İnsanı ve insanlığı hiçe sayan, bütün bir dünyayı, vahşi mücadelelerin biteviye devam ettiği bir arenaya döndüren, sadece insanlığın maddi manevi değerlerini değil, yeryüzündeki canlı cansız bütün varlıkları "kâr" uğruna acımasızca talan eden bu zihniyet, bütün bu "kâr" mekanizmalarını canlı tutmak adına, elindeki medya gücünü de çok iyi kullanarak, dünyadaki "en ideal düzeninin bu olduğunu" ve bunu tartışmanın dahi abesle iştigal olacağı fikrini, örtülü ve açık bir şekilde zihinlere sürekli olarak ve tekrar tekrar nakşedip durmakta... Halbuki dünya, bunların bize dayattıkları gibi bir dünya olmak zorunda değil! "Tek doğru" bunların doğrusu değil!


Konuyu şöyle açalım: Yüce Allah, insan için, yerde ve gökte sayısız nimetler yarattığını söylemiyor mu? Bilinmelidir ki, aslolan "vermek"tir, "verme konumunda" olmaktır! Bakın doğadaki bitki ve hayvanlara; yerdeki ve gökteki sayısız canlının sürekli "vermekte" olduklarına şahit olmuyor musunuz? Elma ağacı, portakal ağacı, zeytin ağacı , kiraz ağacı vb. meyve vermek için sizinle pazarlığa mı oturuyor? Meyvesi için sizden bir fiyat, bir ücret mi talep ediyor? Sadece yaradılışının gereği olarak, zamanı geldiğinde meyvesini veriyor... Kişi ayrımı yapıp; "bu meyvelerimden ancak şunlar, şunlar yiyebilir, bunlar bunlar yiyemez" mi diyor? Hayır! Çünkü o, ölene kadar hep verir, vermeye devam eder. Gücü yettiğince, az ya da çok ama mutlaka verir. Bakın denizlere, bakın diğer hayvanlara, hepsi aynı minval üzerinedirler. Niye?!.. Çünkü, Allahü Teala, yaratıp akıl verdiği insanı yeryüzünde acımasızca bir "rızk mücadelesi"ne muhatap kılmamak, bilakis onu bu zahmetten kurtararak ve onu; bütün bir zamanını bu uğurda sarfetmek zorunda bırakmayarak, ona "tefekkür" edecek "geniş bir zaman" bırakmak istiyor, bu yüzden de insanın "nimetlerine" ulaşmasını olabildiğince kolaylaştırıyor. Bir tohumdan yüz "dane" çıkararak size veriyor. "1 dane veririm amma, verdiğimi de 6 ay sonra 10 dane olarak geri isterim ha!", da demiyor. Denizlerden tonlarca hamsi, palamut vb. vererek nimetlerini alabildiğine de genişletiyor. Ama bunun karşılığında insanlar içinden bir gurup çıkıyor, kendilerine, kendilerince bir "düzen" kuruyor ve Yüce Allah'ın bütün insanlığa "cömertçe" ihsan ettiği bu nimetleri kendi tekellerine alıyor ve onları diğer insanlara "satmaya" kalkışıyor!.. Ne adına? Kapitalizm, liberalizm, serbest piyasa vb. adına!

Devamını gör...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Nedir bu "Antimadde"?

Ülkemizin gündeminin bizi mahkûm ettiği karanlıklardan kafamızı her kaldırdığımızda, bilim dünyasında gıpta edilesi yeni bir gelişmeye şahit oluyor ve onu hayıflanarak seyretmekten başka bir şey de yapamıyoruz. İşte bu gelişmelerden biri de; "evrenin aynası" olarak anılan "Antimadde" konusunda kaydedilen ilerlemeler. Hürriyet gazetesinden İsmet Berkan da, köşesinde bugün bunu güzel bir şekilde işlemiş. "Bundan sonra keşke hep böyle konularla meşgul olsa!" dilek ve temennilerimle o makaleyi sizlerle paylaşıyorum.

Antimaddenin kısa tarihi

HÜRRİYET’in dünkü birinci sayfasında sürmanşetten verilmiş bir haber, ‘Huzurlarınızda antimadde’ başlığını taşıyordu. Cenevre’deki meşhur Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi CERN’in bilim insanları anti hidrojen atomları yapmıştı.

Çoğumuz, ‘antimadde’yi Amerikalı romancı Dan Brown’ın ‘Melekler ve Şeytanlar’ isimli kitabından (ve aynı isimli filmden) duymuştuk. Romancı dramatik kurgusu için bilimi çarpıtmış, CERN’de üretilen anti-maddeyi bir kutunun içine koymuş, bu yetmiyormuş gibi romanında bu kutunun kötü kişilerce çalınmasını da sağlamıştı.

Oysa anti-maddeyi taşıyacak ve bir yerden bir yere nakledilmesini sağlayacak bir kutunun olması, en azından şimdilik, imkansız.

Devamını gör...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Akıl ve Bilimin Zaferi

"İnsan aklının düşünebildiği, hayal edebildiği her şey", gerçekleşmesi mümkün şeylerdir. Bir başka deyişle; "insan, gerçekleştiremeyeceği şeyleri hayal edemez." İnsan aklının rasyonel bir şekilde kullanılmasının insan hayatını kolaylaştırdığına elbette şüphe yoktur. Koşullardaki olumsuzluğa boyun eğmek zorunda kalmamak da ancak akılla mümkündür. Kısaca, insanın gücü aklıdır ve bu akılla geliştirdiği ilimdir. Bunu doğrulayan en ilginç güncel olaylardan biri de, geçtiğimiz günlerde Çin'de gerçekleşti: 15 Katlı bir otelin inşaatı 6 gün içinde tamamlandı.


Önce videoyu izleyelim:



Haberin detayları ise şöyle:


Evet, yanlış okumadınız, sadece 6 gün. Mimari ve inşaat sektörünün teknolojiyle birlikte ne derece hız kazandığını gösteren Çin’in Changa şehrindeki 15 katlı Ark Otel’in inşaatı yalnızca 6 günde tamamlandı. Bu 6 günün de yalnızca 2′si binanın kurulumuyla geçiyor. Üstelik bina 9 şiddetinde bir depreme dayanıklı. Ses ve ısı izolasyonuna, tüm kablolama sistemlerine ve üç bölmeli pencerelere kadar her şeye de sahip. Optimal enerji, insan ve zaman kullanımının bir örneği olan inşaattan geriye yalnızca yüzde 1′lik inşaat atığı kalmış olması da etkileyici.


www.log.com.tr/cindeki-15-katli-otelin-insaati-6-gunde-bitti/

Devamını gör...

13 Kasım 2010 Cumartesi

Hay ömrüne bereket Osman Hocam!

Cahil, cühelâ, yapsa yapsa ancak densizlik yapabilir, ötesine istese de geçemez! Onların cehaletleri, bu densizliklerini "arsızlık" seviyesine çıkarmaya kâfi gelmez! Onun için de; "yapmış bir densizlik işte!.." denir, geçilir... Ama arsızlık yapabilmek için okumuş yazmış olmak gerekir, insanlığının gereği taşıdığı vicdanını ve tahsilinin sağladığı ilmin kendisine işaret ettiği bütün hakikatleri görmezden gelebilecek kadar namus duygusunu içinden söküp atabilmek becerisini gösterebilmiş olmak gerekir! Neyse ki, en az bu namussuzlar kadar cesur olan namuslu aydınlar da var da, arada bir de olsa yüreğimize su serpiliyor!

Devamını gör...

11 Kasım 2010 Perşembe

Havanda "hava" dövmek!

"Mübtelâ olmak", malûm; "kötü" ama aynı zamanda insana "keyif" veren bir şeylere düşkün ve bağımlı olmak anlamında kullanılan eski bir deyiştir. Bu durum insanda, sigara, alkol, uyuşturucu vb. maddelere "bağımlılık" şeklinde tezahür edebileceği gibi, ruha yerleşmiş ve onun "fikrî" yapısını alttan alta bozan manevi bir virüsün etkisi altındaki ruhların gösterdikleri "davranış" şeklilleri olarak da kendisini gösterebilmektedir. Bu duruma; "öğrenme ihtiyacı" içinde olmamaya müptelalık, "dinlememek" müptelalığı, "bildiğinden şaşmamak", kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan birini "önemsememek" ve "karşıdakinin bilerek ve isteyerek, saygısızca sözünü kesmek" vb. gibi müptelalıklar örnek olarak verilebilir. Bunların müptelası olmak, insana her ne kadar "keyif" verse de, bu keyfin zararı, mesela sigara içmek gibi, sadece içene zarar veren bir "hâl" değil, kendisiyle beraber etrafındakileri de "yıkan" bir "hâl"dir.

Şimdi gelelim bunları niye yazdığıma: Zaman zaman "memleket meseleleri" ile ilgili düzenlenen toplantı ve sohbetlere katılıyoruz. Özellikle de memleketin içinde bulunduğu şu "olağanüstü" dönemde, bir "çıkış yolu"  

Devamını gör...

5 Kasım 2010 Cuma

Kitle İletişim Araçları - MEDYA?...

"Gutta cavat lapidem non vi, sed sæpe cadendo"



"Suyun taşı delmesi gücünden değil sürekliliğindendir"

LATİN DEYİŞİ


Yaşadığımız günlerde kitle iletişim araçlarıyla (KİA) geniş çevremiz için bilgi edinebildiğimiz bir gerçektir. Bu bir nimet midir, yoksa bize zararlı olabilen bir şey midir?... Bu çok tartışılabilecek bir konudur. Çünkü KİA aracılığla sadece gelişen sanat olayları ile yapıtları, bilimsel açılım haberleri gibi konuları değil, dünyada olan bitenler konusunda haberleri de alırız.


Sokaktaki adam açısından haber, yakın ya da uzak çevrede olan biteni öğrenmek anlamını taşır. Ama haberci açısından bu konu biraz farklı algılanmaktadır. Artık klasikleşmiş "Köpeğin insanı ısırması değil, insanın köpeği ısırması haber niteliğini taşır" özdeyişini bir yana koyarsak, habercinin başka açılardan da haber niteliğine yaklaştığını görürüz.


Devamını gör...

4 Kasım 2010 Perşembe

Asıl öfkelenmesi gerekenler kim?

"Mağduriyetler" üzerinden politika yürütmenin ve bundan çıkar sağlamanın, bu memleketin pek de yabancısı olduğu bir yöntem olmadığını bildiğimizi "birilerinin" bilmesinde artık fayda vardır diye düşünüyorum. 

Zira, esasen Türklerin kendilerine bir türlü "Türk" diyememesinin temelinde de hep bu "birilerinin" mağduriyet yaygaraları yatmıyor mu? 

Türkler, her türlü mihnetini yüklendikleri, her türlü bedelini ödedikleri bu topraklarda, sırf birileri alınmasın, darılmasın, gücenmesin diye, kendilerini "Türk" olarak tanıtmaktan ve böyle tanınmaktan sürekli imtina etmek durumunda kalmadılar mı? 

Kimi kez "Osmanlı" oldular, kimi kez "müslüman" oldular, "sağcı" oldular, "solcu" oldular ama bir türlü "Türk" olamadılar! Olamadıkları halde, bir de "Türklükleri" sürekli başlarına kakılmadı mı? Herhangi bir konudaki itirazları ve hak arayışları; "ırkçılıkla ve Türkçülük"le damgalanıvermedi mi?

Böyle böyle; "sen kimsin?" diye sorulduğunda, öz yurtlarında yaşadıkları halde, "Haşa huzurdan Türküm" demek noktasına kadar getirilmediler mi? "Etrak-ı bî-idrak" (idraksiz Türkler) aşağılaması da ta o zamanların bir hatırası olarak milli şuurumuza kazınıp kalmadı mı?

İşte şimdi aynı oyun, yine aynı yüzsüzlükle yeniden sahneleniyor.

Devamını gör...

28 Ekim 2010 Perşembe

"Türkiye, demokratik, lâik, sosyal, hukuk devleti" ise...

...bu nedir?

‘Özgür ülke’nin tutsak öğrencileri


27.10.2010 - 11:07

Üniversitelerdeki antidemokratik uygulamalar ocak ayından bu yana büyük artış gösterirken parasız eğitim istediği için 9 aydır tutuklu bulunan Ferhat Tüzel’in annesi Hayat Tüzel, oğlunun fiziksel saldırıya maruz kaldığını söyledi.

Hayat Tüzel, “Oğlum adam mı öldürdü? Erdoğan’ın katıldığı toplantıda pankart açtı. Parasız eğitim istediği için tutuklandı. Bu yüzden psikolojik olarak yıpratılıyor” dedi.

Devamını gör...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Somali'nin Korsanları

"Kalenin bedenleri..." gibi bir başlık olduysa da, bunun arkasından gelen; Salmayın gidenleri" dizesi, kim ne derse desin "duruma" pek uygun düşüyor!


Yaşı benim gibi biraz geçkince olanlar hatırlayacaklardır; eskiden bu memlekette "eşkiya"lar vardı. Biz de buna ucundan kıyısından yetiştik. Şimdilerde kalmadı, çünkü "eşkiyalık" yapmak için artık "dağa çıkmaya" ihtiyaç kalmadı! "Kravatlı eşkiyalar"la rekabet etmekte aciz kalan eski eşkiyaların artık esamisi okunmuyor! Zira "liberal demokrasi"yi ihdas edenler, bu konuya daha "pratik" çözümler getirdiler ve "namlı, şanlı bir eşkiya" olmak için gerekli olan "yiğitlik ve mertlik" gibi fazlalıklardan eşkiyalığı arındırarak, işi doğrudan bir "para kazanmak" gibi daha "sade" bir hedefe oturttular. Ne de olsa; daha "çok para", daha çok şöhret" demek!  Siz, "kahramanların" manşetlere taşındığını, hakkında arka arkaya röportajlarının ve boy boy resimlerinin yayınlandığını hiç gördünüz mü? Neyse, konuyu genişletmek mümkün ama biz yazımızın konusuna dönelim.

Devamını gör...

26 Ekim 2010 Salı

İşte Atatürk'ün gerçek sesi

Atatürk'ün daha önce hiç duymadığınız gerçek sesi ve görüntüleri ortaya çıktı.



Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle hayata geçirilen "Osmanlı İmparatorluğu, Cumhuriyetin İlk Yılları ve Atatürk'e ait yazar tabanlı filmlerin restorasyon" projesinin tanıtımı yapıldı.


Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, "Bu kayıtlar uzun süreden bu yana üniversitede duruyormuş sonra bunların restore edilmesi konusundan bir anlaşma yapma ihtiyacı doğdu. Telif Hakları Sinema TV Genel Müdürlüğümüzle üniversitemiz arasında böyle bir işbirliği ortaya çıktı" şeklinde konuştu.


Bu görüntüleri daha önce çizgili ve cızırtılı izlediğini kaydeden Bakan Günay, "Ama bu kez sanki yeni çekilmiş bir yapım gibi son derece net bir şekilde ögreneceğiz " dedi. Günay, "Toplumun geçenlerde çok ilgisini çekti. Atatürk'ün gerçek sesine ulaşıldı diye. Doğru. Yani biz Atatürk'ü 10. Yıl Nutk'unda o tiz sesle dinlemeye alışmışız. Halbuki hepimizin ses tonuna benzeyen ortalama bir ses tonuyla meclise hitabı var " diye konuştu.


DHA

Devamını gör...

Tony Bennett gözüyle Irak'taki Amerika




Karikatürlerin devamı için konu başlığınıa tıklayınız

Devamını gör...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Yoksulluk bireysel bir sorun mudur?

İçinde yaşadıkları dünyayı "olduğu gibi" kabul etmek, onun koşullarına göre yaşamaya çalışmak, kendisini o koşullara uymaya mecbur hissetmek, "böyle gelmişse, böyle de gider" demek, zannederim "insan olmanın" epeyce bir uzağına düşmek demektir. "Doğruyu ve adaleti aramak"; sorgulayan, "niye" diye soran ve kendi yaşadığı ortama biçim verip, "düzenleme" yetisine sahip bir "varlık" olan "insan"a mahsus bir özelliktir. Ona, onun bu özelliğini yitirmesi yönünde dolaylı/dolaysız baskı yapmak, ya da "unutmasını" istemek, onun "köleleşmesini" ve "insanlıktan çıkmasını" istemek demektir. Bu bakımdan, günümüz insanın içine "sürüklendiği" ve bir gün "huzura ereceği" umuduyla koşuşturup durduğu bu "hay-huyun", kendisine asla o huzuru veremeyeceğini görmeli ve insanlığın doğasına aykırı olan hiç bir "düzen" ve "düzenleme"nin insana ve insanlığa mutluluk getirmeyeceği gerçeği artık anlaşılmış olmalıdır. Bu düşünceler içerisinde aşağıdaki makaleyi sizlerle paylaşıyorum.



 
Kapitalist Tüketim Toplumunun Böldüğü Çalışanlar


Devamını gör...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Olacağı budur!


Dün, Adana'daki Kanuni İlköğretim okulunda türbanla okula girmek isteyen bir ilköğretim öğrencisine okul idaresi izin vermemiş. Bu arada da birileri, bu olayı uzaktan kameraya çekiyormuş. Haber bu!

Konunun gidişatı ile ilgili daha önce de pek çok defalar değindiğimiz üzere, üniversitelerde "türban sorunu" çözülse bile "sorun(!) ortadan kalkmayacaktır. Çünkü sorun "başını örtenlerin" sorunu değil, küreselleşen emperyalizmin Türkiye Cumhuriyeti'ni dağıtmak için "kullandığı"; Kürt ve Ermeni sorunları(!) ile birlikte "oluşturulan" sacayağının ayaklarından biridir. Sorun, küresel emperyalizmin Türkiye Cumhuriyeti topraklarında daha rahat cirit atmasını ve Türk Milletinin kendine oynanan oyunu görmemesini ve "başka bir şeylerle" meşguliyetini sağlamak ve emperyalistleri, bir zamanlar hiç beklemedikleri bir şekilde ve dünyada ilk defa "yüz geri" döndüren ve "Müdafaa-i Hukuk İdelojisi" çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetini kuran "irade"yi ve onun temsilcilerini "bertaraf" etmek "sorunu"dur.

Devamını gör...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bu da oldu...

"Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir" misali, Türkiye'yi "dönüştürme"ye ve cumhuriyetin temel değerlerini "değiştirme"ye yönelik bir "organizasyon"un, amacına ulaşmak uğruna, sistemli ve ibret verici bir şekilde "demokrasi"nin  bütün imkânlarını "kullandığını" nice aklı başında ve vicdanı yerinde adamlar yıllar yılı yazıp çizmekte ve bu gidişin, bu milletin hayrına bir gidiş olmadığını, ellerindeki imkânlar ölçüsünde ve adeta kendilerini yırtarcasına bu millete anlatmaya çalışmaktalar... 

Millî olan ne varsa, Türk adı, Türkiye adı, Atatürk adı nerede geçiyorsa, onları oradan kazımaya, bütün bunlar kimlerin gönlünde yaşıyorsa, onları sindirip, susturmaya ve Türk ve Türklüğe dair ne varsa, onların kendini ve izini bu topraklardan silmeye kararlı olan bu, "uluslararası organizasyon"un etkisini ve varlığını, bu milletin her ferdi, artık kendi şahsında, bizzat hissediyor. Durumun ne raddeye geldiğini görmek bakımından, Yeniçağ Gazetesi yazarlarından Selcan Taşçı'ya gönderilen bir okur mektubuna bakmak yetiyor. İşte o mektup:

Devamını gör...

9 Ekim 2010 Cumartesi

CIA Böyle Öğretti

"Dokuz Sivil Bir Subay On Eder"

"Ergenekon" adı altında, yaklaşık üç yıldan bu yana sürdürülen "operasyon"larla, aralarında ağırlıklı olarak bir çok subay, astsubay, öğretim görevlileri ve gazetecilerin bulunduğu bir çok insan, ardı ardına tutuklanarak ceza evlerine konulmuştu. Halen süren ve nerede, nasıl biteceğini kestiremediğimiz (bu da mı "bin yıl sürecek" acaba?) bu tutuklama ve soruşturmaların başladığı ilk günlerde Bülent Esinoğlu'nun kaleme aldığı bir makaleyi, tarihten bir "hatırlatma" babında yayınlıyorum.

Devamını gör...

8 Ekim 2010 Cuma

Çok manidar bir karikatür...

Batı gözüyle İslam!

Böyle çizmekle haksızlık ediyorlar,
diyebilir miyiz?!..

Devamını gör...

AKP ile Sabah Siftahı

Bugün, yani 8 Ekim cuma günü...

Televizyon kanallarını gezinirken, NTV'de yayınlanan bir sabah programına rastlıyorum. Programa konuk olan isim Bülent Arınç.

Konu; güncel siyaset. Ve lâf dönüp dolaşıp CHP'nin taze genel başkanı Kılıçdaroğlu'nun, memleketin bunca hayati meselesi içerisinden en öncelikli görerek seçip, yeniden alevlendirdiği "Türban" meselesine geliyor.

Tıpkı, yüzde yüz golle sonuçlanacak bir akın geliştiren bir takımın, son pası yanlışlıkla rakip oyuncuya vererek bütün bir akını heba etmesi gibi, Kılıçdaroğlu'nun, kale önünde kendi ayağına gelmiş topu cömertce rakibine plase etmiş olması, belli ki Arınç'ı ziyadesi ile keyiflendirmiş.

Program sunucusu; "peki ama "kamusal alanda" da örtünme meselesi gündeme gelirse..." dedikçe, o hiddetleniyor ve: "Bırak şimdi kamusal mamusal alanı da üniversiteyi konuşalım. Konumuz bu, önce bunu halledelim..." diyerek lâfı programcının ağzına tıkıveriyor.

Devamını gör...

Ekonominin kanunları bize vız geliyor!

Bunca TV kanalımız, bunca gazetemiz, bunca internet medyamız olmasına rağmen, olup bitenler konusunda gerçekleri öğrenmek için ciddi bir şahsi gayrete ihtiyaç duyuyor olmak, gerçekten esef verici bir durum. Medya kanallarındaki çeşitlilik ve çokluğun bu konuda sevindirici bir avantaj teşkil etmesi gerekirken, bilhassa en çok izlenen "marka" medyanın, umulanın aksine akıl karıştırıcı, zihin bulandırıcı bir role soyunması ise cidden çok düşündürücü. Hele günlük haber programlarına şöyle bir kulak verip geçen vatandaşlar için durum daha da vahim. "Bilgilenme hakkı"nı alenen suistimal ve sabote edip, kitleleri önceden belirlenmiş bir takım hedeflere yönlendirmek, "tasarlanmış" bir takım gelişmelere "hazırlamak" ve bütün bunları da "kutsanmış" bir "demokrasi" mevhumu ile tamamen "sorgulanamaz" hale getirmek, "liberal zihniyet"in, küresel ölçekte uygulanan klasik bir taktiğinden başka bir şey değil. Bu durumun somut örneklerine de toplum içinde her an rastlamak mümkün. Kıt kanaat geçinmeye çalışan bir vatandaş bile, içinde bulunduğu durumu sorgulamak ve bundan şikayetçi olmak yerine, haline şükretmeyi ve sesini yükseltmemeyi, garip bir şekilde yeğleyebiliyor. Sürekli ve alttan alta zihinlere malûm yollardan zerk edilen bu çarpık bilgilerden kendine göre bir sonuç çıkarmaktan ve bunu dillendirmekten de geri durmuyor.

Devamını gör...

4 Ekim 2010 Pazartesi

Referandum sonucunu okuma kılavuzu!

Malûm; aylardır ülkenin gündemini işgal eden "referandum stresi"ni 12 Eylül pazar günü yapılan oylama ile atmış bulunduk. Bu konuda elbette çok şey yazıldı, çok şey çizildi ama aşağıdaki makale kadar da durumumuzu anlamamızı kolaylaştıranına ben şahsen rastlamadım. Fikirlerden ziyade kişilere bağlanmak gibi, kökü çok eskilere dayanan bir hasleti(!) hala içimizde yaşatmayı sürdürdürdüğümüz için kendimizle ne kadar iftihar etsek azdır. Bundan dolayı da başımıza ne gelirse gelsin, bu mertlik ve yiğitliğimiz karşısında hiç bir önemi yoktur. Çünkü; sevdik, inandık, söz verdik, sözümüzün arkasında durduk, arkasında durduklarımızın başını göğe erdirdik ama biz battık, yine de kuyruğumuzu dik tuttuk elhamdülillah!

Buyrun:

Devamını gör...

3 Ekim 2010 Pazar

Sevr'i geri getirmeye "Bu Demokrasi" yeter!


Gerçekten çok garip bir millet olduk! Binbir türlü badireden geçerek, nice ölüm-kalım anları yaşayarak ucu ucuna kotarabildiğimiz bağımsızlığımızı, koruyup kollamak ve geliştirmek adına sarıldığımız şey, ne gariptir ki, boğaz boğaza geldiğimiz Batı'nın "demokrasi" anlayışı oldu! Bünyemizi bir mikrop gibi kemiren, bizi "hasta" eden ve söküp atana kadar illallah ettiğimiz bu illete ait bir anlayıştan şifa beklemek, her halde bizden başka bir millete has olmayan bir özellik olsa gerektir!

Yıllardır savunageldiğimiz ve ısrarla altını çizdiğimiz bu hususun varlık ve bekamızı ne derece tehdit edebilecek bir mahiyet ve kudrette olduğunu tasdik ve tespit eden bir makaleyi daha sizlerle paylaşmayı gerekli buluyoruz. Sizi; "demokrasi" diyerek yüceltmekte birbirimizle yarıştığımız ama aslı "anayasal liberalizm"den başka bir şey olmayan ve olabildiğince uzak durmamız gereken bu kavramın ne derecede tehlikeli olabileceğini son derece somut bir şekilde ortaya koyan aşağıdaki makale ile başbaşa bırakıyoruz.

Türkiye'ye Sevr'i getirecek 11-12 milyon oy

Devamını gör...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Kuzey kutbunda petrol savaşları

"Dünyanın en değerli dağı paylaşılamıyor"

Dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte birine ev sahipliği yapan Lomonosov Sıradağları'nın uzunluğu 1800 km, okyanus tabanından yüksekliği 3700 metreye çıkıyor. Rusya'nın yeni hamlesi, kelimenin gerçek anlamıyla 'Soğuk Savaş'ı kızıştıracak.


Rusya, 2007 ilkbaharında Kuzey Kutbu'nun derinliklerine diktiği bayrakla yeni bir 'Soğuk Savaş'ı da başlatmış oldu. Aslında 2001 yılında Rusya Birleşmiş Milletler'e (BM) Kuzey Kutbu'nun kendisine verilmesi için başvurmuş, ancak yeterli kanıt sunmadığı gerekçesiyle başvuru reddedilmişti. Aradan 6 yıl geçtikten sonra gelen Moskova'nın hamlesi bir işaret fişeği gibiydi.


2007'de bayrak dikmek için okyanusun 4 kilometre dibine inen aralarında iki milletvekili ve bilimadamlarının bulunduğu Rus ekibinin amacı, 1.2 milyon kilometrekarelik Lomonosov Sıradağları'nın denizaltından kayalık silsilesiyle Rusya'ya bağlandığını kanıtlamaktı.

Devamını gör...

24 Eylül 2010 Cuma

İsrail'in "Kürt" ilgisi

Önceleri daha üstü kapalı bir şekilde sürdürülen İsrail devletinin Kürt ilgisi, son gelişmelere paralel olarak daha açık bir şekilde dillendirilmeye başlandı. Bu "ilgi", PKK Terör Örgütü dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin başını ağrıtan bir çok güvenlik sorununun temel kaynağının ne olduğu gerçeğini daha iyi anlamamamızı sağlıyor. PKK elebaşılarından Murat Karayılan'ın daha bir kaç gün önce İsrail'de yayın yapan Kanal2 televizyonunda yayınlanan görüntüleri ve İsrail yetkililerine; "Ortak düşmanımız Türkiye" diye seslenmesi, önümüzdeki günlerde bu muhabbetin(!) meyvelerinden Türkiye'nin daha çok tadacağı anlamına da geliyor. Bu amaca hizmet için kurulmuş İsrail-Kürt Enstitüsü'nün web sitesinde Ramazan Kerim tarafından yayınlanan bir makale bu muhabbetin boyutlarını ortaya koyması bakımından gayet manidar. İşte o makale:


Kürtler ve Yahudiler arasındaki genetik bağlar

Devamını gör...

18 Eylül 2010 Cumartesi

"EVET" dediniz ve (ne) kazandınız!

Kuru bir inadı bir "fikir"miş gibi sahiplenmek, onu kesin bir inanç haline getirmekten haz duymak, uzunca bir zamandır bizde bir gelenek haline geldi. Halbuki, bir toplumun gelişmişliği; bilgiye karşı açlık duyan, merak eden, soru soran, durmadan bir şeyler öğrenmek ihtiyacı içinde olan insanların çokluğu ile doğru orantılıdır. Batı'da "intellectual curiosity " denen ve "entellektüel merak" olarak adlandırabileceğimiz bu, sürekli "öğrenme açlığı" çeken insan sayısının azlığı, bir toplumun her türlü iç ve dış manüpilasyona açık halde bulunduğunun bir göstergesidir. Boyuna, posuna, yürüyüşüne, bakışına, konuşma tarzına "hayran" olduğu bir insan vasıtası ile kendisine (pazarlamacı değil) "pazar esnafı" mantığı ile dayatılan sloganları-ki, bunun kibar adı "toplum mühendisliği" oluyor-adeta havada kapan ve sonra da bunları bir fikir imiş gibi "ölümüne" sahiplenmeyi bir "marifet" ve "yiğitçe" bir "sadakat" sayan fertlerden müteşekkil bir toplumun seçebileceği tek şey, olsa olsa, sırtına vurulacak semerin rengini seçmek olur! Şimdi, bu sözüm üzerine derhal vaveyla koparacak "EVETÇİ" vatandaşlardan, mesela şu aşağıda (benzer bir çokları içinden seçip) zikrettiğim konudan haberdar olup olmadıklarını sormak isterim:

GLOCAL FORUM NEDİR, NECİDİR, NE İŞ YAPAR, ADINI DUYMUŞLUĞUNUZ VAR MI?

“GLOCAL FORUM, İtalya merkezli uluslararası kuruluştur. GLOCAL FORUM’un Yönetim Kurulu Başkanı, İsrail gizli servisi MOSSAD’ın İkinci Başkanlığı’na kadar yükselen David KIMCHE olup GLOCAL FORUM 5 toplantısından yaklaşık bir yıl önce 6 Ağustos 2005’de Ankara’ya gelmiş ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih GÖKÇEK’le hem toplantı yapmış, hem de GÖKÇEK’in “özel istekleri” üzerine görüşmüştü.



Devamını gör...

16 Eylül 2010 Perşembe

Buyrun, "saygı" duyabiliyorsanız duyun!



Bir gün önce, sözde demokrasi adına, olur olmaz her şeye saygı duymaya "amade" bir zihniyete dair görüşlerimi izaha çalışmıştım. İlginçtir ki, hemen ertesi günü Odatv.com haber sitesinde benzer kaygılarla kaleme alınmış, konuyu çok daha kapsamlı bir şekilde ele alan bir makale ile karşılaştım. "AKP İKTİDARINI SÜRDÜRMENİN YOLUNU NASIL BULDU" başlığı ile yayınlanana bu makaleyi, konunun önemine binaen sizlerle paylaşmak istedim. "Demokrasi" adına, nasıl uyutulmak istendiğimizi, nasıl kandılımaya çalıştığımızı ve malûm zihniyetin bir "Tramvay" olarak tanımladığı "demokrasi" anlayışının "demokrasi" diye diye memleketi nerelere sürüklediğini ve bu kelimenin büyüsünden nasıl istifade ettiğini bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren bu makaleyi, buyrun birlikte okuyalım:

Devamını gör...

15 Eylül 2010 Çarşamba

Ne kadar da kolay saygı duyuveriyorsunuz böyle?!...

Malûm referandumun malûm sonucuna dair açıklama yapan CHP kurmay(!)ları, son derece üzgün ve mahçup bir sesle, bu sonucun "halk iradesi"nin bir tecellisi olduğunu, bundan dolayı da, her şeye rağmen "saygı duyulması gerektiğini" ifade ediyor, böylece de ne kadar "demokrat adamlar" olduklarını ve "demokrasi"(!)ye de ne kadar saygılı olduklarını bu vesile ile etraflarına bir daha duyurmuş oluyorlar.

Güler misin, ağlar mısın dedikleri durum bu olsa gerek.

Yahu, bir kere siz hangi demokrasiden bahsediyorsunuz?

Karşınızdakiler kim?

Anayasa Mahkemesi tarafından, mevcut anayasanın "laiklik" ilkesine karşı "odak" olduğu tescillenmiş bir parti değil mi? Bu durumun bir "kapatma" gerekçesi olması gerekirken "para cezası" ile yetinilmiş olması gerçeği ortada değil mi?

Devletin imkânlarının sonuna kadar kullanılmış olduğu, başbakanlık emrine tahsis edilen "örtülü ödenek"ten kullanılan paranın katrilyonu geçtiği gerçeği ortada değil mi?

Devamını gör...

6 Eylül 2010 Pazartesi

'ORYANTALİZM' ve BATI'NIN İDEOLOJİK HAKİMİYETİ

"BATI"nın ve "MEDENİYETİ"nin ne olup, ne olmadığını anlamamıza katkı sağlayacak önemli bir makaleyi daha dikkatlerimize sunuyorum.


KAPİTALİZM:


Gerçek, kartezyen bilgiye dayanmakla birlikte göstermekle yetinmez; talepkardır. Soru sorar.


'ORYANTALİZM' ve BATI'NIN İDEOLOJİK HAKİMİYETİ : HALAYIKLAR,KAPIKULLARI..
Batı, her zaman 'öteki' hakkında berbat bir imgeler/semboller dizini ve hiyerarşik bir yapı üretmiştir: Karakafalı, barbar, vahşi, geri, uyuşuk, fanatik, hırsız, maço, saldırgan vs. Önce küçümseme ve hor görme, ardından koruyucu 'papaz' tavrı gelir. Bu tavırla gelen mesajın virüsü/truva atı, bulaşıcısı her zaman köleleştirme, ardından kendinden nefret ve kimliklerin inkarıdır. Bu sömürü ilişkisinin ayrı bir jargonu/dili vardır. İçlerinden bir kısmı daha yakındır kamçılı kolonyaliste; çiftliğin kâhyası mertebesine yükseltilir. Bunlar kapıkullarıdır. Diğer 'ötekilere' karşı 'elçi' görevini yaparlar. Misyonerler ve devşirmeler alınlarındaki secde izinden tanınırlar. Bugün de hemen hemen aynı format ve konsept hakimdir Doğu Batı ilişkilerine.

Devamını gör...

2 Eylül 2010 Perşembe

SEN BİR "MELEK" (DEĞİL)SİN!

Geçen gün, HaberTürk Televizyonu'nda iftar programları yapan Bayraktar Bayraklı Hoca, çok çok önemli bulduğum bir noktaya parmak bastı ve kendisi de aynı hassasiyetle bu konunun üzerinde çokça düşünülmesi gerektiğinin altını çizdi. Hoca'nın ne anlattığına gelirsek, mealen:


İnsanın "şerefi" Ku'ran'dadır. Yani Kuran-ı Kerîm, insanın şerefle yaşaması için gerekli "bilgi"lerin tamamını muhtevi, tamamını içeren bir kitaptır. Allah-u Teâlâ, bunu kitabında şöyle açıklıyor:

"(Allah:) şüphesiz sizin bilmediğinizi Ben bilirim dedi. Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin dedi. Dediler ki: Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Allah:) Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim." (Bakara Suresi, 30-33)

Devamını gör...

27 Ağustos 2010 Cuma

Sümela'nın teşekkürü(!) gecikmedi!

Haberi Vatan Gazetesinin internet sitesi "Büyük saygısızlık!" başlığı ile duyuruyor: 


Yunanistan ekibi PAOK taraftarları, Ayasofya'nın tepesine haç dikti, minareleri yıktı...


Dün gece oynanan Avrupa Ligi playoff maçında Fenerbahçe'yi 1-1 berabere kalarak eleyen Yunanistan ekibi PAOK'un taraftar sitesinde (www.paokmania.gr) yer alan açılış introsu Türkleri ve Müslümanları ayağa kaldırdı.

Devamını gör...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

"Sümela Ayini" bizi kesmez!

"Demokrasi"yi çok aşırı bir şekilde seven ve onun aşkıyla sarhoş olup, mecnuna dönen hükümetimiz, geçen gün sevdiği uğrunda büyük bir adım daha attı. Sümela Manastırını "ayin"e açtı!

Bütün "korku"ların kendisinden köşe bucak kaçtığı sayın başbakanımız, böylece bir korkuyu daha "korkuttu" ve bir korku daha kendisini bekleyen o kaçınılmaz sondan kendisini kurtaramadı. Sayın başbakanımızın o, meşhur, o, Osmanlı'ya has, heybet ve azametinden öyle bir korktu, öyle bir korktu ki, onun da diğerleri gibi dizlerinin bağı çözülüverdi, direnemedi, "tırstı" ve "kaçtı"!

Gerçi, kendileri daha iyi bilir ya, geride; "bölünme korkusu", "terörist başı ile anlaşma korkusu" vs. gibi hepi topu üç beş "dandik korku" ya kaldı, ya kalmadı. Allah'ın izniyle onların da üstesinden gelip, alnının "ak"ıyla bu işin de içinden çıkacak olan yine benim başbakanımdır. Bundan kimsenin şüphesi olamaz! Bu konuda kimse bîtaraf da kalamaz. Kalan olursa, onun da hakkından oracıkta geliverir, onu da "bertaraf" ediverir, evvel Allah, sonra sayesinde ve anında ve hem de saniyesinde!

Bütün bunlar karşısında, kendine "MİLLİYETÇİ" diyenler ne yapıyorlar peki?

Devamını gör...

"Batı Tipi Demokrasi" inadının başımıza açtığı işler (3)

"Her milletin kendine has fikirleri ve hisleri olmasaydı, içtimaiyat ilmi (sosyoloji), hayvanat ilmi (zooloji) ile garip bir şekilde iç içe bulunurdu. Bunun içindir ki, başka milletlerin tecrübelerinden istifade etmeye kalkışan bir milletin, tamiri imkansız bir takım hatalara düşmemesi güçtür." diyor, "BUHRANLARIMIZ" adlı kitabında Said Halim Paşa... Ve devam ediyor:


"Başka milletlerin, çoğu zaman pek pahalıya malolmuş siyasi tecrübelerinden zahmetsizce istifade edebilmek pek çekici bir şeydir. Fakat garbın düşünce tarzı ve ruhi halleri ile şarkın düşünce ve ruhu arasındaki ortak noktalar -ekseriya umulanın aksine- pek azdır. Bu yüzden, böyle bir istifadeye kalkışmak çok tehlikeli olur.


Gerçekten de, şark dünyası, garp dünyasından o kadar farklıdır ki, gayet basit kelimeler bile bir çok defa aynı mana ve şumulü taşımazlar. Mesela "eşitlik" tabiri, bizde hiçbir haset, kin veya tecavüz hissi uyandırmaz. Zira insanlar arasında, şahsi meziyetler sebebi ile meydaîa gelmiş olan eşitsizlik, açıkça demokrat olan İslam toplumu içinde gayet tabii sayılmıştır. Yine aynı sebeple "hürriyet" bizim için içtimai bir zinciri kırmak, siyasi bir kölelikten kurtulmak demek değildir.


Devamını gör...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

"Batı Tipi Demokrasi" inadının başımıza açtığı işler (2)

Bir önceki yazımızdan devam edecek olursak; "Çağdaşlaşma" deyince aklına "Batı Medeniyeti" ve bu medeniyeti ortaya koyan "Batı Demokrasileri"nden başka bir şey gelmeyen, her şeyi bilen(!) ama kendi ülkesi hakkında en küçük bir şeyi dahi bilmeye tahammül edemeyen ve ülkelerinde Batı'ya benzemez tavırlar gördükçe cehennemde yaşadıklarını düşünerek kendilerine bu hayatı(!) yaşatan milletdaşlarına olmadık hakaretler yağdırıp lanet okuyan ama çok istedikleri halde bir türlü Batı'ya da ait olamayan entellektüel görünümlü bir gürûhun kopardığı yaygara, ne yazık ki yüzyıldan fazla bir süredir ülkemizde "gerçeklerin sesini" bastırmaya devam ediyor.


Konuya "Devlet Kültürü" penceresinden bakarak ilk çağlara kadar inmek ve konuyu 4 ana başlık halinde ele alan genbilim.com  sitesinin  (http://www.genbilim.com/content/view/1741/86/ ) adresli ve "Türk Devletinin Özellikleri" başlıklı sayfasından yaptığımız "kısmî" alıntılar ile devam etmek istiyoruz.

Devamını gör...

20 Ağustos 2010 Cuma

"Batı Tipi Demokrasi" inadının başımıza açtığı işler (1)

200 yıla yaklaşan ve adına kimilerince "batılılaşma", kimilerince de "demokrasi  mücadelesi" denen ve her neslimize ayrı ayrı, büyük bedeller ödeterek bizleri bugünlere kadar sürükleyen bu kördöğüşü, aynı gayya kuyusunda, aynı döğüşü sürdürmeye bizi de mecbur ediyor.


Her toplumun kendi ilerlemesi adına kendi içinden bir "aydın sınıf"a ihtiyaç duyması doğaldır, ancak bu ihtiyacın giderilmesinin yolunun ve yönteminin de o toplumun yapısal durumuyla uyumlu olması zorunluluğu vardır. Paket çözümler, olsa  olsa ancak teknik konularda gündeme gelebilir. İşte bu sebepten; bu ihtiyaçlar, Batı ve Doğu Toplumlarında tarih içinde birbirinden çok farklı şekillerde tezahür etmiş ve birbirlerinden çok farklı dinamiklerin etkisi altında kalarak kendine "kendince" bir çıkış yolu aramıştır. Öyleyse ilk evvel yapılması gereken şey "ihtiyacın" ne olduğunu tespit edebilmek ve bu ihtiyacı doğuran kaynağı da doğru teşhis edebilmektir.

Devamını gör...

17 Ağustos 2010 Salı

Politik Mizah

Rus mizahçıların gözüyle Rusya:



Devamını gör...

'Bize bişey olmaz (mı) abi!'

Yanılmıyorsam Falih Rıfkı Atay'dı ve "Zeytindağı" adlı kitabının bir yerinde şöyle yakınıyordu:

"Bir gün, Şam'ın, Halep'in, Beyrut'un elimizden çıkacağını söyleselerdi güler geçerdik. Her şey o kadar çabuk oldu bitti ki, şimdi İstanbul'un bile elimizde kalacağı şüpheli!.."


Bu işler böyledir! Devenin başını çadıra sokmasına bir defa izin verdin mi çadırdan dışarı atılman mukadderdir. İnsan seviyorsa kıskanır! Bu onun doğasındandır. Kıskanan insan ise sevdiğine bir zarar gelir endişesi ile gözünü dört açar, daima uyanık ve hassas olur. Vatanını sevmek de böyledir. Hassasiyetin yoksa kıskançlığın da yoktur, kıskanmıyorsan da sevmiyorsun, umursamıyorsundur! Kaldı ki, mevzuubahs olan vatanın olunca bir de ona olan muhtaçlığını hatırlamalısın. Tabii, insan olanın asıl muhtaçlığının hürriyet ve bağımsız yaşamak ihtiyacı olduğunu biliyorsan! "Yeyip içip, sırtüstü yatarım, başımızdakiler ne diyorsa ben ona inanır, ben ona bakarım" diyenlerdensen şunu hatırlatırım: Hayvan bile, hayvanlığıyla ormandaki yangından içgüdülerinin sesine uyarak kaçıyor; "Nasıl olsa bu yangın bana ulaşamaz!" demiyor. Sen ise, bırak yangını söndürmeyi, ondan kaçmayı bile akıl edemiyorsun, her  hâl ve hareketinle; "Nasıl olsa bana kadar gelmez bu yangın" dediğini anlatıyorsun. Baba mirasın "Babalar gibi satılıyor" kılın kıpırdamıyor; ağzını yaya yaya, "Alan sırtına sarıp da götürecek mi sanki!" yavesine nasıl oluyor da bu kadar kolay sığınabiliyorsun?

Devamını gör...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Reytinginiz batsın!

Plazalar, AVM'ler, şık restoranlar, pahalı kulüpler ve konforlu arabalardan müteşekkil, kendi küçük "cennet"lerinden bu memlekete burunlarının ucuyla bakanlar, daha çok ünün daha çok para demek olduğu kendi piyasalarında, "reyting"lerini artırmak uğruna, bu memleketin ne kadar can alıcı meselesi varsa kendi programlarına "meze" yapmakta birbirleriyle resmen yarışıyorlar.


Bugüne kadar bu milletin çözülmedik bir sorunu kalmamış olacak ki, epey bir zamandır ha bire "Kürt Sorunu" başlığı altında birilerinin bambaşka maksatlar için ortaya attığı bir konuyu gerçek bir "sorun" haline getirmek için büyük bir uğraş veriyorlar. Türk filmlerinin vazgeçilmez tecavüzcüsü rolüyle ünlenen aktörü "tecavüzcü Coşkun" gibi, "sorunlu" taraf "Kürtler"i oynayan belirli tipler, ekranların baş köşesine kuruluyor, karşılarına oturtulan prof.lardan, siyasetçilere, siyasetçilerden emekli askerlere kadar kim varsa onlara ve ekran başında kendilerini izleyenlere saç baş yoldurmaya devam ediyorlar. Kimi zaman da bu "zihin tecavüzünü" tahlil ettirmek maksadıyla, bilirkişi mahiyetinde prof. dr. etiketli kimi allameler programlara davet ediliyor ve bu tecavüzün kaçınılmaz olduğu konusunda bir bilim adam(!) sıfatıyla izleyiciyi ikna etme görevini vakur bir eda ile yerine getirmiş oluyorlar.

Devamını gör...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Zamandan bir pencere açılsa...

Bugünün Rusyası'nda St. Petersburg sokaklarında yenilgiye uğramış Alman askerleri yürüyor... Bu düşünce fotoğraflarla gerçek oldu.

Bu 'hayaletli fotoğrafların' yaratıcısı fotoğrafçı Sergey Larenkov.


Bir bilgisayar yazılımını kullanarak 'zamanın içinden pencereler' çalışmasını yarattı. İkinci Dünya Savaşı'nda çekilmiş siyah-beyaz kareler, çekildikleri mekanların bugünkü halleriyle ve aynı perspektifle birleştirildi.


Çoğu şimdi adı St Petersburg olan Leningrad'da çekilmiş. Leningrad 1941-1944 arası Alman işgali altındaydı.

Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.