Buna inananlara göre, cumhuriyetin kurulması ile beraber iktidar mevkiinde bulunanlar maskelerini indirerek gerçek yüzlerini göstermişler ve İslam dinine ve ona inanan müslümanlara karşı bayrak açmışlardır. Onlara göre bunun en açık delillerinden biri ezanın Türkçeleştirmesi ve ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğinin savunulmasıdır.
İşte buna inananlar da şimdi güya onların bugünkü temsilcilerinden bunun hesabını sormakta ve sözümona ülkedeki bu "dinsizliğe" artık dur demekteler ve böylece yeniden, dinlerini gereği gibi yaşayabildikleri o eski güzel günlere kavuşma imkânı(!) bulabileceklerini düşünmekteler.
Öyleyse gelin eskiden din ve diyanetle aramızın nasıl olduğuna bir göz atalım.
Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, bugün çok hayırlı bir iş yaptı ve "Yüz yıl önceye göre çok daha dindarız..." başlığı ile yayınlanan makalesinde, Şevket Süreyya Aydemir’in hayatını anlattığı ‘Suyu Arayan Adam’ kitabından şöyle bir alıntı aktardı:
"Topraksız bir çiftçi ailesinin oğlu olan Şevket Süreyya, 1897 yılında Edirne’de doğmuş ve ailesinin özverisiyle iyi bir eğitim alıp öğretmen olmuş. Sonra yedek subaylığını meşhur Sarıkamış faciasına uğrayan 28’inci Tabur’da (bozgundan önce alaymış) yapmış... Bir yandan bitmek bilmeyen Rus baskınlarına direnirken, diğer yandan da öğretmenliğin verdiği sorumlulukla emrindeki askerleri eğitmeye soyunmuş... Uluç Abi’nin ısrarla okumamı önerdiği bölüm özetle şöyle:
“Daha ilk derste belli oldu ki bölükte, hangi dinden olduğumuzu bile doğru dürüst bilen bir kişi yok. Bir gün askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir?
Hepsinin bir ağızdan, ‘Elhamdü-l-illâh Müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi ‘İmamı âzam dinindeniz’, kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, ‘İslâmız’ diyenler de çıktı ama ‘Peygamberimiz kimdir?’ deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, ‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır’ bile dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, ‘Peygamberimiz sağ mıdır, ölü mü?’ deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
‘Peygamberimiz sağdır’ diyenlere, ‘O halde hangi şehirde oturur?’ diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
‘Peygamberimiz ölmüştür’ diyenlere de ‘Ne zaman ölmüştür?’ denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmediği gibi, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen kimse de çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Onlar da namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı:
‘Biz hangi milletteniz?’ deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz ‘Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Ama onlara göre Türk demek, Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı.
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın adını, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler; belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”
***
Evet, bugün size “yeni” bir kitaptan söz etmiyorum. Yazarının ölümünün üzerinden bile 36 yıl geçmiş bir kitap bu...
Anlattığı olaylar da 100 yıl öncesine ait...
Hani birileri her fırsatta, “üstat” ilan ettikleri “bohem” Necip Fazıl’dan alıntılar yaparak tarihi anlatıyorlar ya...
Acaba tarihi, gençliğinin tamamı cephelerde geçmiş bu gerçek yurtseverin kaleminden hiç okudular mı?
Doğrusu buna çok ihtimal vermiyorum.
***
Bugünkü yanlışlara direnip, yarınki felaketlere engel olabilmenin en önemli şartlarından biri, geçmişi doğru ve iyi öğrenmektir.
“Cumhuriyet döneminde İslam yasaklandı” diyen din tüccarlarına karşı doğru ve etkili tepki verebilmenin yolu, geçmişte ne olduğunu iyi öğrenmekten geçer...
Görüldüğü gibi; Cumhuriyet, bu topraklarda yaşayan insanları dinsizleştirmediği gibi, din eğitimini yaygınlaştırarak ve dine duyulan saygıyı artırarak, gerçek dindarların artmasını sağladı.
Şevket Süreyya’nın kendi hayatını anlattığı bu kitabı okumuş olanlara bir daha...
Okumamış olanlara da hemen okumalarını şiddetle öneririm!"
***
Evet, sayın Mutlu'nun bu sözlerine biz de şöyle bir ilave yapalım:
1900'lerin başında, yani Osmanlı'nın son dönemlerinde dahi, mesela bizim Çukurova'nın önde gelen aşiretlerinden bir çoğunda, "hoca" olarak adlandırdığımız, dini vecibeleri yerine getirmeye önderlik edecek kimseler bulunmaz, bu sebeple de ölenler usulünce yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan öylece defnedilir, evlilikler; "imam" olmadığı için "dini nikah" kıyılmadan yapılır, ne zaman ki, Ramazan aylarında medrese talebeleri, hoca yokluğu sebebi ile yerine getirilememiş bu gibi vecibeleri tamamlamak ve bu mübarek ay vesilesi toplanan cemaate namaz kıldırarak bir şeyler kazanabilmek için "cer"re çıkar, işte ancak o zaman bu vecibelerin yerine getirilme şansı bulunabilirdi. Kimi zaman cer hocalarının bir kaç yıl uğramadığı aşiret ve köyler olur, bu durumda da ora insanları, çoluk çocuğa karıştıktan çok sonra ancak "nikah" kıydırma fırsatı bulabilirlerdi.
İşin bir de şu tarafı var ki, bu hocalar bir ay boyunca kazanabildikleri üç-beş kuruşu çoğu zaman "hizmet verdikleri" aşiret üyeleri arasından çıkan "eşkiyalara" kaptırır, ceplerini boşaltmakla bu işten canlarını kurtarabildilerse buna şükrederler, hizmetlerini yeyip içtiklerine sayarak kendilerini ancak böyle teselli ederlerdi.
***
Ha, bu durumda şunu da söyleyebilirsiniz:
-"Kardeşim, madem durum böyleymiş, o halde o Mevlanalar, Hacı Bektaşlar, Yunus Emreler uzayda mı yaşadılar? Onlar ve müritleri göğe mi çekilip bu milleti böyle başıboş bıraktılar?!.."
Evet, haklısınız ama unuttuğunuz bir şey var, o da şu:
O insanların görüşlerinin ve düşüncelerinin üzerinden 600 yıl geçti ve Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethedip de oradan Eşari din alimlerini İstanbul'a getirince her şey tersyüz oldu! Bunların verdiği fetvalarla Yunus'un dizelerini okuyanların kelleleri vuruldu ve o mübarek zatların Anadolu'daki izleri böylece silinip gitti!..
Şimdi onları yeniden anıp, okuyup hatırlayabiliyor, her mahallede bir cami açabiliyorsak, bütün bunlar bu cumhuriyet sayesindedir! Bakmayın siz şimdiki Osmanlı nostaljisi ile yanıp tutuşarak ah vah edenlere!..
0 yorum:
Yorum Gönder