14 Kasım 2012 Çarşamba

"Ekmeği karneye bağlayan CHP" ve söylenmeyen gerçekler...

Bugünkü iktidar ana muhalefet partisine hemen her çatışında; "siz ekmeği karneye bağlayan, milleti aç bırakan" bir partisiniz diyor ya, bunun doğruluğuna derhal iman edenlerin çokluğunu da görünce CHP adına değil ama bir hakkı teslim etmek adına, bildiğimiz ve o günleri bire bir yaşamış büyüklerimizden duyduğumuz gerçekleri derli toplu bir araya getirerek paylaşmak artık şart oldu.

CHP'nin halkı ekmeğe muhtaç edecek kadar kötü bir hükumet olduğunu vurgulamak için ikide bir bu iddiayı öne sürenler, ekmeğin karneye bağlanma kararının dünyayı adeta bir ateş topuna çeviren II. Dünya Savaşı nedeni ile alındığı gerçeğini gizlemeyi nedense tercih ediyorlar. Yani şu an maazallah bu çapta bir savaş çıksa, acaba kendileri ne gibi tedbirler alırlardı, o da ayrı mesele! 

Gerçi bütün bunlat elbette bilinmeyen şeyler değil ama her biri başka bir yerde, parça-bölük yazıldığı ve derli toplu bir araya getirildiğine en azından benim şahit olamadığım için, bu hususu konu başlığımız çerçevesinde toparlamaya çalışacağım.

Şu kadarını söyleyelim; burada "unutulan" diyemeyiz ama özenle unutturulan bir ayrıntı var. Siyaset yapmak uğruna, bir tarihi gerçekliğin nasıl çarpıtıldığına dair ibretlik bir örnek olmaya aday bir konu olan bu olayın gözlerden kaçırılmaya çalışılan o ayrıntısı ise işte şurada:

1933'de Almanya'da iktidarı ele geçiren Hitler, o tarihten itibaren ülkesini savaşa hazırlamaya başlamış ve bu amaçla ihtiyaç duyduğu hammaddeleri süratle ülkesine ithal etmeye başlamıştı. Bu maddelerden biri de ziraî adı "sorgum" olan, halk arasında ise "akdarı" ya da "cin darısı" olarak bilinen bir tahıl cinsiydi. Zira, akdarı depolanmaya dayanıklı bir tahıldır ve ondan elde edilen un ile yapılan peksimetler de yine aynı şekilde uzun süre dayanan, besleyici özelliği yüksek bir yiyecektir.



Almanya'dan gelen bu yüklü sorgum talebi üzerine Türkiye piyasalarında akdarı fiyatları giderek yükselmiş ve bu sebeple Türkiye'de buğday üretimi yerini önemli ölçüde akdarı üretimine bırakmıştı. İşte bu yüzden II. Dünya savaşı patladığında tarımsal mekanizasyon bakımından çok zayıf durumda olmamız nedeni ile mevcut tarım arazilerimizi dahi yeterince değerlendiremediğimiz için yıllık ihtiyacımızı zaten ancak zar-zor karşılayan buğday stoklarımız, mevcut ekim kapasitemizin "sorgum"a kayması ile daha da düşmüş ve savaşın iyiden iyiye kızıştığı 1942 yılında, ilk elde ekmeğin karneye bağlanması gibi bir tedbire başvurulmak durumunda kalınmıştır.


Ayrıca şunu da not edelim ki, savaş öncesinde Almanya ile yaptığımız bir ticaret anlaşması var ve biz bu anlaşma gereğince Almanya'nın bu taleplerine cevap veriyoruz. Bu çerçevede Almanya'nın bizden en çok satın aldığı ürünlerin başında ise silah sanayii için ihtiyaç duyduğu Krom madeni geliyor. Bu bahsekonu ticaret anlaşması nedeni ile bilhassa İngiltere ile aramızda nasıl bir baş ağrısı yaşadığımız da ayrı bir konu.

Araya şunu da sıkıştıralım ki, belli mi olur, belki gün gelir birinin işine yarar: Bütün bu emtianın yanı sıra, Almanya, bu dönemde bizden silah dipçiği yapmak üzere külliyatlı miktarda "ceviz kütüğü" de satın almıştır.



Burada üstünde durulması gereken ikinci bir konu daha var. Savaşın patlayacağı anlaşılınca, 1 Haziran 1939'da "Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu" çıkarılmış ve yurt genelinde "seferberlik" ilan edilmiştir. Bunun sonucunda ordumuzun mevcudu 1 milyona çıkarılmış, bu da zaten az olan iş gücünü iyice aşağı çekmiştir. Buna ilaveten; ordumuzun motorlu taşıt bakımından oldukça zayıf durumda olması sebebi ile. aynı kanun gereği millete ait her türden yük hayvanı ve onların koşulduğu arabalar makbuz karşılığında ordu emrine alınmış, bu arada gönüllü bağış yapan vatandaşların çokluğu da gözden kaçmamıştır. Fakat ne var ki, bu hayvanların bakımı da hububata dayalı olduğundan, devletin sırtına bir yük de buradan binmiştir.

24 Şubat 1941 yılında, bütün bu iaşe işlerini düzenlemek üzere Ticaret Bakanlığına bağlı bir "İaşe Müsteşarlığı" kurulmuş, 17 Aralık 1941 yılında da ekmeğin "karne" ile dağıtılmasına karar verilmiştir. 

Ekmek dağıtımına 1942 yılının Ocak ayının 13'ünde başlanmış, muhtarların tasdiki ile alınan aile beyannamelerine göre herkese; adına düzenlenmiş ekmek karnesi verilmişti. Bu düzenlemeye göre, kişi başına 375 Gr. (yarım) ekmek veriliyor, 7 yaşından küçük çocuklara ise bunun yarısı (çeyrek ekmek) veriliyordu. 750 Gr.lık tüm ekmeğin fiyatı ise 60 Kuruştu. İşçilerin ise tüm ekmek alma hakları vardı. 21 Ocak 1944 yılında ekmeğin ağırlığı 900 grama çıkarıldı ve savaşın bitimi ile beraber de karne uygulamasına son verildi. 

Konuyu bitirmeden şunu da hatırlatmalıyız ki, bu ekmek kısıtlaması, yukarıda anlatmaya çalıştığımız nedenlerden dolayı sıkıntısını en çok 1942 yılında hissettirmiş, bunu takip eden yıllarda ise bu sıkıntı, her yeni gelen yılın mahsülünün ilavesi ile kırsal kesimlerden başlayarak etkisini giderek azaltmıştır.

* * *

Bütün bunları yazarken şunu da biliyoruz ki, okuduğuna değil duyduğuna inanan ve ancak inanmak istediğini duyanlar için bütün bunların bir faydası olmayacaktır. Fakat bu böyle diye, herhalde biz de doğru bildiklerimizi dile getirmekten vazgeçecek değiliz...









5 yorum:

PB dedi ki...

Savaş ekonomisinde Bellini'ye İsmet İnönü heykeli yaptırılmasını nasıl açıklayacaksınız? Ekmek 60 kuruş ve karneyle, heykel 1.000.000 lira

A. Hüsnü Sezgin dedi ki...

Sayın okuyucu,
Yazımda da belirttiğim üzere, ben bu yazıyı kimseyi savunmak ya da karalamak için kaleme almadım. Sadece ve sadece dünyayı ikinci kere yakıp kavuran bir dünya savaşı esnasında, alınması zorunlu olan olağanüstü kararların-sanki olağan bir dönemde millet aç bırakılmış gibi-algılatılmaya çalışılmasının yanlış olduğuna dikkat çekmek için yazdım. Ne kadar süreceği belli olmayan bir büyük savaşın içinden geçerken tedbirli davranmak başka bir şeydir, her şey kendi yolunda giderken halkını aç bırakarak kendi sefasının derdine düşmek ayrı bir şeydir. Bu anlamda, İnönü'nün bahsettiğiniz heykeli yaptırmasının doğruluğu, yanlışlığı elbette tartışılabilir. Sadece bu da değil, bunun gibi İnönü ve CHP politikaları konusunda da eleştirilmesi gerekli konular vardır ama konumuz "ekmeğin karneye bağlanması meselesi" olduğuna göre ve bu mesele de "parasızlıktan" kaynaklanmadığına göre, bu dediğiniz mesele de ancak kendi zemininde bir tartışma gerektirir. Fakat şurası da muhakkak ki, kamuya ait olanın, kamu yararına harcanması gerekir, buna da elbette itiraz edilemez.

A. Hüsnü Sezgin dedi ki...

Bir de, bir önceki cevabımda vakitsizlikten yazamadım; dilerim 70 küsur yıl evvelindeki bir heykel için yapılan masrafa gösterdiğiniz hassasiyeti, dilerim millet kesesinden hovardaca saraylara, uçaklara, ayakkabı kutularında götürülen milyon dolarlara ve daha burada sayacağım sayısız vurgun ve talan için savrulan paralara da gösteriyorsunuzdur. Zira, en küçüğünün miktarı yanında, o heykelin parası çerez parası gibi kalıyor da...

Adsız dedi ki...

Merhaba ben de sizin gibi düşünüyorum. Yalnız araştırdım ama bulamadım Türkiye de sadece bir defa mı ekmek karneyle satıldı yani sadece bahsettiğiniz bu dönemde mi? Yoksa daha sonraları da karneyle ekmek satıldığı oldu mu?

Unknown dedi ki...

Sadece o dönemde oldu. Ve aynı zamanda 1.dünya savasında amerika ingiltere fransa gibi ülkelerde ekmek ve temel ihtiyaclar karneyle dağıtıldı.

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.