14 Haziran 2013 Cuma
Taksim olayları, bu kadar hırçınlık niye ve bu ülke nereye gidiyor?
Rivayet edilir ki, II. Dünya savaşının sonlarına doğru yenileceğini anlayan Hitler, bir defasında yakınında bulunanlara şöyle demiş: "Eğer yenilirsem arkamda Allahın ilk yarattığı şekilde bir dünya bırakırım!.."
Onu böyle konuşturan da, o günlerde Alman bilim adamlarınca tamamlanmasına ramak kalmış olan ilk atom bombası. Fakat, "felek Mustafa'ya yar olmadı" dedikleri hesap, bomba tamamlanamadan, ya da kullanılamadan savaş bitmiş ve Hitler o sözünü tutamadan terki dünya etmişti.
Siyaseten geldiğimiz şu vaziyete ve başbakanın asabiyetini gizlemeye gerek bile duymadan meydanlara çıkarak haykırırcasına yaptığı konuşmalara şahit olunca, bir anda yukarıdaki hikayenin aklıma geldiğini ve kendi halinde bir vatandaş sıfatı ile içimin ürpertisini bastıramadığını samimiyetle itiraf etmeliyim.
Şurası muhakkak ki, zaten asabi bir tabiatlı bir insan olan sayın başbakanın bu asabiyeti sadece bu protesto eylemlerine dıuyduğu öfkeden kaynaklanmıyor. Bu noktaya gelene kadar yaşananların da kendisinde önemli bir birikim ve büyük bir gerilim yarattığı muhakkak.
"Yaşananlar" dedik ama esasen onu bu kadar gerenin yaşananlar olmaktan daha ziyade, olayları bu noktaya getiren "perde arkasındaki etmenler" olduğunu söylemek gerekiyor.
Özet geçmeye çalışırsak, bir kere AKP yekpare ve tek bir fikir etrafında toplanmış insanlardan meydana gelmiş ve tek bir hedefe kilitlenmiş bir siyasi hareket değil. AKP, aslında bir "koalisyon" partisi.
Bu koalisyonun büyük ortaklarından birisi Erbakan'ın "Milli Görüş" ekibinden kopan (buna "koparılan" de diyebilirsiniz) bir grup, diğeri de adına kısaca "cemaat" denilen Fethullah Hoca ve ekibi. Bir de gayrı resmi görev yapan ve adeta bu iki grup arasında koordinasyon görevi üstlenen ABD menşeli bir ekip. Tabii bunlara bir de "cumhuriyet düşmanlığı" denilince yerinde duramayan "liberal-sosyalist" yazar-çizer takımını da eklemek gerek.
Bu durumu aklımızda tutarak geçmişe şöyle bir baktığımızda, başbakan olarak icranın başında bulunan Erdoğan'ın hakikatte bir türlü "gündem belirleyen" ve ülke meseleleri konusunda son sözü söyleyebilen muktedir bir başbakan olamadığını görebiliyoruz. Genel kanaatin aksine, gelişen olaylar karşısında ilk söylemi ile son söyleminin taban tabana zıtlıklar arz etmesinin ardında da işte bu gerçek yatıyor.
Mesela, şu meşhur "Patriot Füzeleri" meselesini hatırlayalım. Başbakan, önce "haberim yok, ben bu ülkenin başbakanıyım, böyle bir şey olsa önce benim haberim olur" dedi. Ama sonra Türkiye'nin NATO'dan bu füzeleri talep ettiği resmen açıklandı. Ve mesela yine aynı şekilde Kaddafi'nin Libya'sı ile ilgili olayları gözünüzün önüne getirin:
"NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Bakın, Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez." diyen başbakan aradan daha bir ay bile geçmeden "NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yer altı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil. Libyalı kardeşlerimiz, güçlü, istikrarlı, huzurlu bir geleceği inşa etmek için her türlü imkâna sahipler. Libya halkına bu fırsat tanınmalı, operasyon işgale dönüşmeden, Libyalıların kendi kararlarını vermeleri için fırsat tesis edilmelidir." diyebilmişti. Bunlara; "bedelli askerlik", "PKK ile yapılan gizli görüşmeler", "tek dil, egemenlik" vb. gibi daha bir çok konuda verdiği demeçleri de dilediğinizce ekleyebilirsiniz.
Ha, şimdi bu arada şunu da not edelim: Başbakanın, şu Sami Ofer'e yar olmayan meşhur Galataport ihalesinde örneğine rastladığımız gibi, "ihale öncesinde Ofer ile bir görüşmem olmadı" dediği halde görüştüğünün, hem de bir kaç defa görüştüğünün ortaya çıkması, akabinde; "Davos'ta bir kez görüşmüştüm" demek zorunda kalması, diğer görüşmeleri için ise "hatırlamıyorum" diyerek kestirip atması, işin "siyasi" boyutu ile değil "ticari" boyutu ile ilgilidir ve bizim altını çizdiğimiz hususun dışında kalır.
Devam edecek olursak:
İşte, sayın başbakanın üst üste bu kadar çelişkiye düşmesinin nedeni, onun "tutarsız bir adam" olmasından değil, bilhassa ülkenin bekasını doğrudan ilgilendiren kararların başka mercilerce alınıyor olmasından ve başbakanın çoğu zaman bundan en son haberdar olan adam olmasından kaynaklanıyor olmasıdır.
Şurası bugün iyice açığa vurulmuştur ki, başbakan, cemaate kaptırdığı emniyet ve adalet mekanizmasına söz geçirememektedir. Başbakan, MİT Başkanı Fidan'ı "tutuklanmak"tan ancak gecenin bir yarısında apar topar çıkarttırdığı bir yasa ile kurtarabilmiş, daha doğrusu böylece, onunla beraber kendisini de kurtarabilmiştir!..
Asabi bir kişiliğe ve güçlü bir egoya sahip olan Erdoğan, "ortakları" tarafından artık bir "güvensizlik unsuru" olarak algılanmakta ve onun bu durumu, kendisine iktidar olma yolunu açanlar nezdinde itibar kaybetmesine neden olmaktadır.
Bu itibar ve güven kaybının diğer bir nedeni de, kişisel görüşlerinden kaynaklanan kimi düşmanlıklarını iktidar gücünü kullanarak cezalandırmaya kalkması, uygulamaya koyduğu yerli yersiz cezalar ve azarlamalarla halk içinde huzursuzluk yaratmış olmasıdır. Bu durum, iktidar öncesi "verilmiş taahhütler"in yerine getirilmesini ciddi bir şekilde tehlikeye sokmakta, bugüne kadar bunca olan biten karşısında sadece "homurdanmakla" yetinen muhalif kesimlerin yollara ve meydanlara dökülmesine sebep olmaktadır.
Onun, hesabına kitabına uydurularak, temkin ve sabırla yapılması gereken işlerde ihitiyaç duyulan sabırı gösterememesi, egosunu dizginleyememesi ve meselelere züccaciye dükkânına dalan bir fil gibi dalması ve her soruna "ben yaparsam olur!.." mantığı ile yaklaşması, ortakları açısından "çuvallarca incir"in berbat edilmesi anlamına gelmektedir.
Erdoğan'ın serveti, çocukları ve damadı üzerinden yapılan spekülasyonların ayyuka çıkmış olması da ortakları gözünde Erdoğan'ı yıpranmış ve artık değiştirilmesi gerekli bir "parça" durumuna düşüren bir diğer nedendir.
Durum bu merkezde olunca ortaklar, "başkanlık" hayali ile yanıp tutuşan Erdoğan'la artık "bu yolda beraber yürümek" istememektedirler.
Diğer büyük ortak ABD ve onun dümen suyundan çıkması mümkün olmayan "cemaat", bütün bu sebeplerden Erdoğan'dan yüz çevirmiş ve zaten öteden beri yakın durduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile safları sıklaştırmayı uygun görmüştür.
Ortaklar açısından, bu hali ile bile cumhurbaşkanlığını bile yeterli görmeyip, kendi yetkisi kendisinin belirleyeceği bir "başkanlık sistemi"ne "başkan" olarak geçiş yapmak isteyen, "egosu iyiden iyiye şişmiş" bir Erdoğan'ı durdurmanın zorluğu ortadadır. Muhalefet cephesinde ise halihazırda Erdoğan'ın karşısına konacak kıratta bir adam olmadığına göre-olsa bile dereyi geçerken at değiştirmenin sakıncalarına binaen-gerekli malzeme yine AKP içinden sağlanacaktır. Bundan sonrasında, şayet bu ülkeye Erdoğan'ın o gözünün düştüğü, içinin gittiği "Başkanlık Sistemi" gerekiyorsa, bu makam Erdoğan'a değil Abdullah Gül'e tahsis edilecek, "yürütme erki"nin başına ise, "triumvira"nın uzun zamandır "hakkı yenmiş" üçüncü adamı Bülen Arınç bey atanacaktır.
Durum böyle olunca, Erdoğan, dikkatini muhalefet partilerinden daha çok bizzat AKP içindeki güçlerin ayağı altına atıp durduğu muz kabuklarına vermekte, fakat buna rağmen başbakan, en son ABD ziyaretinde Bülent Arınç'ın "barış elçisi" olarak Pennsylvania gönderilmesi örneğinde olduğu gibi, "Hoca Efendi" dahil parti içi muhalif kanattan hiç kimse onun bu uzlaşma girişimine sıcak bakmamaktadır. Çünkü, (tabir yerinde ise) hiç kimse, "Big Brother" tarafından kalemi kırılmış birinin yanında yer alarak kendi "siyasi ikbal"ini tehlikeye atmaya yanaşmamaktadır.
Bütün bunların tahlilini yapan Erdoğan, bu kuşatma çemberini kırmak için büyük gayret sarfetmekte, fakat bu mücadelenin sinirlerini giderek yıpratmakta olduğu ise gözlerden kaçmamaktadır. Bu konuda medya üzerinden aldığımız en son habere göre Erdoğan'ın; "bana eski arkadaşları bulun!.." diyerek, gömleğini çıkardığını söylediği "Milli Görüş" camiasına haber salması, Erdoğan'ın bu çekişmeyi sonuna kadar götüreceğinin bir göstergesidir. Erdoğan, gördüğümüz kadarı ile, zaten karakter olarak "ya hep, ya hiç!.." tarzında hareket eden bir insandır.
Şimdi düşünülmesi gerek şey şudur: "Pervasızca" denebilecek hamlelerle emperyalist devletlerin oyun sahası Ortadoğu'ya adım atmaktan çekinmeyen Erdoğan, (bölge gerçeklerine uygun olarak) hiç ummadığı bir şekilde "harcanabilir bir adam" olduğu gerçeği ile yüz yüze gelmiş durumdadır. Bu nedenle de Erdoğan, aldığı bütün tedbirlere rağmen işin içinden çıkamayacağını anlarsa, bu baskıya daha ne kadar dayanabilecek, ya da bu kaçınılmaz hesaplaşma bundan sonrasında daha başka hangi mecralara sıçrayacak ve nasıl cereyan edecektir? Daha da kısası, Erdoğan yenileceğini anlarsa, kendisine bu muameleyi reva görenlere "dikensiz bir gül bahçesi" bırakmamak için ne gerekiyorsa onu yapmaktan sizce imtina edecek bir adam mıdır?
* * *
Yazıyı buraya kadar okuyanların da farkedeceği üzere bu mücadele her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, gidişat vahimdir. Ve bu kavgadan kim kimin kafasını yaracak, kim kimin kolunu çıkaracaktır onu bilmeyiz ama vatandaş olarak bizi asıl düşündüren ve kara kaygılara salan bir şey varsa o da; bu işin sonunda bu milletin millettikten bir hayrının kalıp, kalmayacağıdır.
Allah, vatanı milleti esirgesin, başka ne diyelim?..
...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Cuma, Haziran 14, 2013
Etiketler: Milli Güvenlik Meselelerimiz
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder