Dışişlerinde 34 yıl hizmet etmiş olan eski Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Siyasi Daire Genel Müdürü olarak, 1942 yılında, geçici bir görevle Arap ülkelerine gönderiliyor. O tarihte henüz bağımsızlığını kazanmamış olan Ürdün'e de uğrayan Erkin, Şeria nehrinin karşı yakasında kurulmuş bir çadırda, Ürdün Emiri Abdullah tarafından kabul ediliyor.
Emir Abdullah'ın babası bilmem kaçıncı göbekten peygamberin torunu olan eski Mekke Şerifi Hüseyin'dir. Hz. Muhammed'in bu hayırsız torunu, İngiliz altınına tamah ederek, Osmanlı devletine ihanet etmiş ve I. Dünya Savaşında, İslamın kutsal topraklarını savunmaya çalışan Türk askerini arkadan vurmuştur.
Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah, İstanbul'da büyümüş, İstanbul'da okumuş ve eski Şûrayı Devlette (yani Danıştay'da) üyelik yapmış bir İstanbul efendisiydi. Tabii, pürüzsüz bir İstanbul Türkçesi konuşuyordu. Erkin'le karşılaşınca, âdeta eski günleri hatırlayarak hasret gidermek istemiş, Türk konuğunu yemeğe alıkoymuş ve bir ara başbaşa kalınca ona içini dökmüş. Âdeta günah çıkarmak istercesine, Erkin'e şu ibret verici hikâyeyi anlatmış:
"Müttefikler, daha doğrusu İngilizler demiş, babamı, Osmanlı idaresine isyan edip, İmparatorluğun düşmanlarıyla işbirliği yapması karşılığında, kendisini, Hicaz Krallığına getirmek vaatlerini tuttular. Babam gerçi Hicaz Kralı oldu; fakat bir süre sonra Vahabiler kendisini düşürdüler. Kral Suud onun yerine geçti. Babam, İngilizlerin himayesi altında Kıbrıs'a yerleşti. Orada hastalandı, kendisini Amman'a aldım, uzun müddet hasta yattı, çok ıstırap çekti. Günün birinde, ikindi vakti, sarayın bandosu öteden beri âdet olduğu üzere, bahçede konser veriyordu. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando, hepimizin bildiği, İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarını hafızasında canlandırmasını önlemek için pencereyi yavaşça kapadım. Babam seslendi:
"Evlat, neden o pencereyi kapıyorsun? İzmir marşının bana eski günlerimi hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olabileceğimi sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü. Hasta oldum, buraya sığındım. Bırak, pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenabı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette hesap gününde daha büyük cezadan korusun" dedi.(*)
Feridun Cemal Erkin, bu dehşet verici öyküyü derin bir şaşkınlıkla dinlemiş. Peygamber torununun o korkunç macerasını ve sonunu, bir daha aklından çıkaramamış. Yıllar sonra, kaderin cilvesini düşünmüş durmuş. İnanılır gibi değil ama, Osmanlıya ihanet eden o peygamber torunları iflah olmamışlar; Kral Hüseyin'in, sürgün, hastalık ve ölümle noktalanan sonu ibret verici olmuş; büyük oğlu Irak Kralı Faysal, esrarlı bir biçimde zehirlenerek ölmüş; onun oğlu bir gezintiden dönerken yolda arabasının garip biçimde bir ağaca çarpması sonucu can vermiş. Torunu, yani Irak'ın genç Kralı İkinci Faysal, 1958 askeri darbesinde, amcası Emir Abdülillah ile birlikte feci biçimde parçalanarak katledilmiş. Feridun Cemal Erkin'e yukarıdaki öyküyü anlatan Ürdün Kralı Abdullah'a gelince, o da Kudüs'te, ünlü Mescidi Aksa'nın merdivenlerinde, bir Arap tarafından hançerlenerek öldürülmüştür. Onun oğlu Kral Tallal, çıldırmıştır ve tedavi için getirildiği İstanbul'da, bir şifa evinde, çırpınarak, son nefesini vermiştir. Etti: Yedi.
İşte peygamberin son torunlarının sonu. Hepsi feci biçimde can vermiş. Sanki hepsi lanetlenmiş. Feridun Cemal Erkin, "Birinci Dünya Savaşında, diyor, İngiliz ordusunun muhasara ettiği Medine'yi savunan Fahrettin Paşa (Türkkan) ordusuna karşı düşmanla işbirliği yapanlar, peygamberimizin bu torunlarının tâ kendileri değil miydi?... İlahi takdir, ahiretteki mukadder hesaplaşma anını bile beklemeden, peygamberimizin mübarek mezarını savunan Müslüman Türk ordusuna silah çeken torunlarını daha bu dünyada korkunç bir kadere mahkûm etmişti.
Hey gidi peygamber torunları hey!(**)
* * *
Evet, ne derler: "Herkesin bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı var". Hırsları akıllarının önüne geçmiş nankörlere bu kıssadan bir hisse düşer mi dersiniz?
Hiç zannetmiyoruz! Öyle olsa tarih tekerrür eder miydi hiç?!..
-----------------------
Kaynak:
(*) Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl., s.125-126
(**) Bilâl N. Şimşir, Bizim Diplomatlar., s. 554-557
0 yorum:
Yorum Gönder