25 Ağustos 2010 Çarşamba
"Batı Tipi Demokrasi" inadının başımıza açtığı işler (3)
"Her milletin kendine has fikirleri ve hisleri olmasaydı, içtimaiyat ilmi (sosyoloji), hayvanat ilmi (zooloji) ile garip bir şekilde iç içe bulunurdu. Bunun içindir ki, başka milletlerin tecrübelerinden istifade etmeye kalkışan bir milletin, tamiri imkansız bir takım hatalara düşmemesi güçtür." diyor, "BUHRANLARIMIZ" adlı kitabında Said Halim Paşa... Ve devam ediyor:
"Başka milletlerin, çoğu zaman pek pahalıya malolmuş siyasi tecrübelerinden zahmetsizce istifade edebilmek pek çekici bir şeydir. Fakat garbın düşünce tarzı ve ruhi halleri ile şarkın düşünce ve ruhu arasındaki ortak noktalar -ekseriya umulanın aksine- pek azdır. Bu yüzden, böyle bir istifadeye kalkışmak çok tehlikeli olur.
Gerçekten de, şark dünyası, garp dünyasından o kadar farklıdır ki, gayet basit kelimeler bile bir çok defa aynı mana ve şumulü taşımazlar. Mesela "eşitlik" tabiri, bizde hiçbir haset, kin veya tecavüz hissi uyandırmaz. Zira insanlar arasında, şahsi meziyetler sebebi ile meydaîa gelmiş olan eşitsizlik, açıkça demokrat olan İslam toplumu içinde gayet tabii sayılmıştır. Yine aynı sebeple "hürriyet" bizim için içtimai bir zinciri kırmak, siyasi bir kölelikten kurtulmak demek değildir.
Şarkı garpten ayıran en görünür fark, Avrupa'nın putperestlikten Hristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır."
"Osmanlı İnkılâbı, memleketin bütün içtimai sınıflarına mensup unsurların bir elden yardımı ile sessiz bir şekilde vukubulnuştu.(..) Bu sebeple, Avrupa parlamentolarında mevcut olan siyasî fırkalar Osmanlı Meclis-i Mebusanında bilinmiyordu.
Fakat batılı üstadlarımız bize öğrettiler ki: Bir milletin siyasî hürriyeti, çeşitli fırkaların dikkatli ve şiddetli rekabetleri olmadıkça devamlı olamaz.
Biz de, bu gibi fırkaların yokluğunun meşrutiyetimize zarar vereceğini zannederek hemen bunları kurmaya kalkıştık. Başka bir şey yapamayacağımız için de birbirine düşman gruplar teşkil ettik. Husumet ve rekabet insanlar arasında daima mevcut olduğundan, kolaylıkla muhalif cereyanlar meydana çıkardık.
Bu isteklerimiz de yerine geldikten sonra "siyasi fırkaları kurduk, endişelerimize sebep olan noksanımızı giderdik" sandık. Siyasî hürriyetimizle beraber meşrutiyet usulünü de takviye edip sağlamladığımıza inandık. İşin sonunda bu fırkalar ileri memleketlerde olduğu gibi kavga döğüşe başlayınca memnun olduk."
"Fakat şu sualler gayri ihtiyârî olarak aklımıza geliyor: Acaba meşrutiyetin kabul edildiği her yerde siyasî faaliyetler sadece bu bölücü şekilde mi cereyan etmeye mahkûmdur?
Müşterek vatana hizmet edebilmek için aydın fikirli kimselerden, vatanseverlerden meydana gelen Meclis'in, muhakkak birbirine aleyhtar fırkalara ayrılması mı şarttır?"
Said Halim Paşa
(Buhranlarımız)
Evet, buraya kadar naklettiklerimizden bir sonuç çıkarmak gerekirse, ortada; tarihte iki farklı yoldan yürüyerek bugünlere ulaşmış, "hayata dair" iki farklı "anlayış", "kavrayış" ve "yaşayış" tarzı geliştirmiş "iki ayrı medeniyet"in yaşamakta olduğunu anlayabiliriz. Çeşitli vesilelerle, kaçınılmaz olarak birbirleri ile karşı karşıya geleduran bu iki medeniyetin birinin diğerine üstün geldiği ileri sürülüyorsa ve bu üstünlük diğerinde zayıflık hissi uyandırıyorsa, bilinmelidir ki, bunun temel sebebi, kendini zayıf görenin ötekinin değerlerine "göre" kendine hüküm biçmesindendir. Bu hükme varan ve bunu kendi toplumuna da kabul ettiren de ne yazık ki o ülkenin "aydın sınıf" olarak öne çıkanları ya da öne "çıkarılanları"dır.
Eskilerin; "müsademe-i efkârdan barikâ-i hakikat doğar" dedikleri, bugünün türkçesi ile; "Fikirlerin çatışması gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlar" mealindeki deyişten, Batı Parlamentolarındaki ateşli tartışmaları gıptayla seyreden "padişah kulları" aydınlarımız, bu tartışmaların o toplumlara ne aydınlık yollar açtığını düşünmekte, aslı esası, temsil ettikleri "sınıfın" iç ve dış sömürüden daha fazla pay kapma münakaşasından başka bir şey olmayan bu tartışmaların aynısını, bir meclis kurup kendileri de yapmak özlemi ile yanıp tutuşmaktaydılar. Halbuki, bundan yıllar sonra merhum Celal Bayar'ın da hatırlarında bahsedeceği gibi, cumhuriyet kurulduğu zaman dahi bu topraklarda yaşayan bir ağa ile bir köylü arasındaki tek fark, elbiselerindeki yama sayısından ibaretti. Milletin kahir ekseriyeti hemen hemen aynı durumdaydı. Para yok, olsa da alabilecek mal yok, toprağı işleyecek alet yok. Koyun, keçi, inek, tavuk var da iyi kötü karın doyuyor ama "bez" yok, "tuz" yok, şeker "yok"! Öyleyse, hadi bir meclis kurdunuz ve padişahın "yetki"sini "paylaştınız". Çok da iyi ettiniz. Ama ya ötesi? Partiler olmadan(!) meclis neye yarayacak? Öyleyse derhal bir kaç parti kurmalı ki, bir an önce münakaşalar başlasın ve memleket fikir sağnağı altında kalsın, bir güzelce yıkanıp, her türlü kirinden ve geriliğinden arınsın!
Sorun şu ki, Batı'da her partinin dayandığı bir sınıf ve savunduğu bir ideoloji var, siz kime, niye, niçin ve nasıl dayanacak, kendinize onlardaki var olan ideolojilerin hangisini rehber edineceksiniz? Öyle ya, madem onların yolundan gitmeye, onların kurum ve fikirlerini kendinize rehber edinmeye karar verdiniz, öyleyse onlardan bir şeyiniz eksik kalmamalı ki, başarılı olabilesiniz. Ya da her hangi bir başarısızlık durumunda, bunu böyle bir eksiklik ve noksanlığa bağlamak durumunda kalmayasınız. Böyle bir durumda ise, bünyenize son derece yabancı olan bir takım unsurları, sırf tatbik etmeyi hedeflediğiniz sistem talep ediyor diye bünyenize dayatmak zorunda kalacaksınız. Bu halde ise, bünyeye vitamin niyetine zerk ettiğiniz bu unsurların, bir ilaç gibi mi, yoksa bir zehir gibi mi tesir göstereceğini bilemezsiniz. Maksat bünyeyi zinde tutmak ise, gözünüze her hoş gelen cicili bicili hapları düşünmeden yutmak yerine kendi doktorlarınıza danışmalı, devayı kendi içinizde aramalısınz.
NOT: Mümkün olabildiğince ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız meselenin Türk/İslam ilişkilerine dair olan bölümüne burada değinmedik. Zira, Türk gelenekleriyle ciddi bir çelişki içinde olmadığı gibi mevcut geleneklerimizle inanılmaz bir şekilde örtüştüğünü gözlemlediğimiz İslam inancı, Türk medeniyetinin değil yönünü saptırmak, onun hedefleri doğrultusunda daha da bir ivmelenmesini sağlamıştır. Ta ki, Yavuz Sultan Selim Han'ın Mısır seferine kadar...Ki, bunu da ayrı bir konu olarak ele almak gerekir.Gelecek yazımızda, kısmetse "Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi anlayışı"nı ele alacağız. Kalın sağlıcakla...
"Başka milletlerin, çoğu zaman pek pahalıya malolmuş siyasi tecrübelerinden zahmetsizce istifade edebilmek pek çekici bir şeydir. Fakat garbın düşünce tarzı ve ruhi halleri ile şarkın düşünce ve ruhu arasındaki ortak noktalar -ekseriya umulanın aksine- pek azdır. Bu yüzden, böyle bir istifadeye kalkışmak çok tehlikeli olur.
Gerçekten de, şark dünyası, garp dünyasından o kadar farklıdır ki, gayet basit kelimeler bile bir çok defa aynı mana ve şumulü taşımazlar. Mesela "eşitlik" tabiri, bizde hiçbir haset, kin veya tecavüz hissi uyandırmaz. Zira insanlar arasında, şahsi meziyetler sebebi ile meydaîa gelmiş olan eşitsizlik, açıkça demokrat olan İslam toplumu içinde gayet tabii sayılmıştır. Yine aynı sebeple "hürriyet" bizim için içtimai bir zinciri kırmak, siyasi bir kölelikten kurtulmak demek değildir.
Şarkı garpten ayıran en görünür fark, Avrupa'nın putperestlikten Hristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır."
"Osmanlı İnkılâbı, memleketin bütün içtimai sınıflarına mensup unsurların bir elden yardımı ile sessiz bir şekilde vukubulnuştu.(..) Bu sebeple, Avrupa parlamentolarında mevcut olan siyasî fırkalar Osmanlı Meclis-i Mebusanında bilinmiyordu.
Fakat batılı üstadlarımız bize öğrettiler ki: Bir milletin siyasî hürriyeti, çeşitli fırkaların dikkatli ve şiddetli rekabetleri olmadıkça devamlı olamaz.
Biz de, bu gibi fırkaların yokluğunun meşrutiyetimize zarar vereceğini zannederek hemen bunları kurmaya kalkıştık. Başka bir şey yapamayacağımız için de birbirine düşman gruplar teşkil ettik. Husumet ve rekabet insanlar arasında daima mevcut olduğundan, kolaylıkla muhalif cereyanlar meydana çıkardık.
Bu isteklerimiz de yerine geldikten sonra "siyasi fırkaları kurduk, endişelerimize sebep olan noksanımızı giderdik" sandık. Siyasî hürriyetimizle beraber meşrutiyet usulünü de takviye edip sağlamladığımıza inandık. İşin sonunda bu fırkalar ileri memleketlerde olduğu gibi kavga döğüşe başlayınca memnun olduk."
"Fakat şu sualler gayri ihtiyârî olarak aklımıza geliyor: Acaba meşrutiyetin kabul edildiği her yerde siyasî faaliyetler sadece bu bölücü şekilde mi cereyan etmeye mahkûmdur?
Müşterek vatana hizmet edebilmek için aydın fikirli kimselerden, vatanseverlerden meydana gelen Meclis'in, muhakkak birbirine aleyhtar fırkalara ayrılması mı şarttır?"
Said Halim Paşa
(Buhranlarımız)
Evet, buraya kadar naklettiklerimizden bir sonuç çıkarmak gerekirse, ortada; tarihte iki farklı yoldan yürüyerek bugünlere ulaşmış, "hayata dair" iki farklı "anlayış", "kavrayış" ve "yaşayış" tarzı geliştirmiş "iki ayrı medeniyet"in yaşamakta olduğunu anlayabiliriz. Çeşitli vesilelerle, kaçınılmaz olarak birbirleri ile karşı karşıya geleduran bu iki medeniyetin birinin diğerine üstün geldiği ileri sürülüyorsa ve bu üstünlük diğerinde zayıflık hissi uyandırıyorsa, bilinmelidir ki, bunun temel sebebi, kendini zayıf görenin ötekinin değerlerine "göre" kendine hüküm biçmesindendir. Bu hükme varan ve bunu kendi toplumuna da kabul ettiren de ne yazık ki o ülkenin "aydın sınıf" olarak öne çıkanları ya da öne "çıkarılanları"dır.
Eskilerin; "müsademe-i efkârdan barikâ-i hakikat doğar" dedikleri, bugünün türkçesi ile; "Fikirlerin çatışması gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlar" mealindeki deyişten, Batı Parlamentolarındaki ateşli tartışmaları gıptayla seyreden "padişah kulları" aydınlarımız, bu tartışmaların o toplumlara ne aydınlık yollar açtığını düşünmekte, aslı esası, temsil ettikleri "sınıfın" iç ve dış sömürüden daha fazla pay kapma münakaşasından başka bir şey olmayan bu tartışmaların aynısını, bir meclis kurup kendileri de yapmak özlemi ile yanıp tutuşmaktaydılar. Halbuki, bundan yıllar sonra merhum Celal Bayar'ın da hatırlarında bahsedeceği gibi, cumhuriyet kurulduğu zaman dahi bu topraklarda yaşayan bir ağa ile bir köylü arasındaki tek fark, elbiselerindeki yama sayısından ibaretti. Milletin kahir ekseriyeti hemen hemen aynı durumdaydı. Para yok, olsa da alabilecek mal yok, toprağı işleyecek alet yok. Koyun, keçi, inek, tavuk var da iyi kötü karın doyuyor ama "bez" yok, "tuz" yok, şeker "yok"! Öyleyse, hadi bir meclis kurdunuz ve padişahın "yetki"sini "paylaştınız". Çok da iyi ettiniz. Ama ya ötesi? Partiler olmadan(!) meclis neye yarayacak? Öyleyse derhal bir kaç parti kurmalı ki, bir an önce münakaşalar başlasın ve memleket fikir sağnağı altında kalsın, bir güzelce yıkanıp, her türlü kirinden ve geriliğinden arınsın!
Sorun şu ki, Batı'da her partinin dayandığı bir sınıf ve savunduğu bir ideoloji var, siz kime, niye, niçin ve nasıl dayanacak, kendinize onlardaki var olan ideolojilerin hangisini rehber edineceksiniz? Öyle ya, madem onların yolundan gitmeye, onların kurum ve fikirlerini kendinize rehber edinmeye karar verdiniz, öyleyse onlardan bir şeyiniz eksik kalmamalı ki, başarılı olabilesiniz. Ya da her hangi bir başarısızlık durumunda, bunu böyle bir eksiklik ve noksanlığa bağlamak durumunda kalmayasınız. Böyle bir durumda ise, bünyenize son derece yabancı olan bir takım unsurları, sırf tatbik etmeyi hedeflediğiniz sistem talep ediyor diye bünyenize dayatmak zorunda kalacaksınız. Bu halde ise, bünyeye vitamin niyetine zerk ettiğiniz bu unsurların, bir ilaç gibi mi, yoksa bir zehir gibi mi tesir göstereceğini bilemezsiniz. Maksat bünyeyi zinde tutmak ise, gözünüze her hoş gelen cicili bicili hapları düşünmeden yutmak yerine kendi doktorlarınıza danışmalı, devayı kendi içinizde aramalısınz.
NOT: Mümkün olabildiğince ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız meselenin Türk/İslam ilişkilerine dair olan bölümüne burada değinmedik. Zira, Türk gelenekleriyle ciddi bir çelişki içinde olmadığı gibi mevcut geleneklerimizle inanılmaz bir şekilde örtüştüğünü gözlemlediğimiz İslam inancı, Türk medeniyetinin değil yönünü saptırmak, onun hedefleri doğrultusunda daha da bir ivmelenmesini sağlamıştır. Ta ki, Yavuz Sultan Selim Han'ın Mısır seferine kadar...Ki, bunu da ayrı bir konu olarak ele almak gerekir.Gelecek yazımızda, kısmetse "Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi anlayışı"nı ele alacağız. Kalın sağlıcakla...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Çarşamba, Ağustos 25, 2010
Etiketler: Batı Medeniyeti ve Türkler
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder