2 Eylül 2010 Perşembe
SEN BİR "MELEK" (DEĞİL)SİN!
Geçen gün, HaberTürk Televizyonu'nda iftar programları yapan Bayraktar Bayraklı Hoca, çok çok önemli bulduğum bir noktaya parmak bastı ve kendisi de aynı hassasiyetle bu konunun üzerinde çokça düşünülmesi gerektiğinin altını çizdi. Hoca'nın ne anlattığına gelirsek, mealen:
İnsanın "şerefi" Ku'ran'dadır. Yani Kuran-ı Kerîm, insanın şerefle yaşaması için gerekli "bilgi"lerin tamamını muhtevi, tamamını içeren bir kitaptır. Allah-u Teâlâ, bunu kitabında şöyle açıklıyor:
"(Allah:) şüphesiz sizin bilmediğinizi Ben bilirim dedi. Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin dedi. Dediler ki: Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Allah:) Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim." (Bakara Suresi, 30-33)
Yani, Allahü Teâlâ, ilk insan olan Hz. Adem'e, yeryüzündeki bütün canlılardan farklı olarak, isimler ve kavramlarla düşünme, bu isim ve kavramları sembollere çevirerek dil ile haberleşme yeteneği verdiğini söylüyor. İşte, insanın diğer tüm canlılardan farklı olarak isimleri bilmesinin nedeni, Allah’ın bu yeteneği ilk insan Hz. Adem’e bahşetmiş olmasıdır. Allah insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan, kavramlarla düşünmeyi ve konuşma yeteneğini bahşetmiştir. Nitekim, insanlar için en doğru yol gösterici olan Kuran’da, Rabbimiz bize, kavramlara karşılık gelen isimlerle konuşmayı öğrettiğini açıkça bildirmektedir. Unutulmamalıdır ki, insanın tüm bildiğini ona öğreten Allah’tır. Alak Suresinin ilk ayetlerinde şöyle buyrulur:
"Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak Suresi, 1-5)
Bu ayet-i kerîmelerden de anladığımız üzere; Allah, Adem'e (A.S) öğrettiklerini meleklere öğretmemiştir. Nitekim meleklere bu konuda bir soru yöneltmiş, melekler cevap veremeyince aynı soruyu Adem'e tevcih etmiş ve Adem, Allahü Teâlâ'nın sorusunu cevaplayınca, Allahü Teâlâ, meleklerine dönüp; ("Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" ayeti mucibince) Adem'e secde etmelerini emretmiştir. Öyle ise, bilen, bilmeyene "üstündür"! "Bilmeyen", bilen karşısında daima secde etmek durumunda kalır, kalmıştır, ka-la-cak-tır!
Bayraktar Hoca'nın bu mealdeki sözlerine benim ekleyeceklerim ise şu:
Halbuki biz ne yapıyoruz?
İslam'ın "sadece" amelî emirlerden ibaret sanıyor ve/veya sadece bu emirlere uymayı yeterli görüyor, hatta bunda "aşırı" gitmeyi daha çok sevap kazanmanın bir yolu olarak düşünüyor ve İslamı "öte dünyamızı" kurtarmaktan ibaret bir din olarak anlıyor, "ötesi" bizi ilgilendirmiyor demek istiyoruz. Bu dünyadaki fakirliğimizi ve "muhtaçlığımızı" inanılmaz(!) bir "tevekkülle" karşılıyor, uğradığımız her haksızlık ve gaddarlığı derhal "Allah"a havale ediverip, kendimizi rahatlatmış oluyoruz. Bu dünyaya ait işlere fazla kafa yorarsak "günaha" gireceğimizden korkuyor, o yüzden; farkında bile olmadan "melekler gibi günahsız olma" iddiası gütmüş oluyoruz. Halbuki "günah" insanoğluna mahsustur, bunu unutuyoruz.
Şimdi; hayata, insana ve kâinata dair bir düşünce, bir yaşayış, bir kavrayış ve bütün bunları analiz ederek ortaya somut bir "sentez" koyan İslamiyet'e, müslümanların ekserisinde; İslamın sadece "amelî" emirlerine uymanın, kendisini çevresine "müslüman" olarak tanıtmak için "gerekli" ve "zorunlu"olduğuna inanan ve bunu "yeterli" gören, fırsatını bulduğunda helal haram demeden nefsini tatmin etmekten de imtina etmeyen ve diğer müslümanları da sadece bu kıstaslara göre değerlendirip, bunlara uyuyorsa iyi, uymuyorsa kötü, güvenilmez, sözüne itibar edilmez biri olarak kabul eden bir anlayışın hakim olduğunu görüyoruz. İşte bu sebeple de Yaşar Nuri Hoca'nın da isabetle ortaya koyduğu şekilde "Allah ile aldatılmaya" hazır bir kitle işte böylece ortaya çıkmış oluyor. Halbuki, şu hadislere bakacak olursak:
(4142).2. (...)- Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [Müslim, Tevbe 9, (2748).]
Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan (*)ucb'e düşeceğinizden korkarım." [Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir (4, 20).](**)
Böylece, bu yöndeki düşüncemizin teyit edildiğini görmüş oluyoruz.
Son olarak bu konuda söyleyeceğimiz söz şudur: İlerlemek, gelişmek ve çağdaş bir medeniyete kavuşabilmek adına var gücümüzle ve aydınluk fikirlerle çalışmalı, bizi durduran ne varsa açıkça tartışmalı ve şayet bütün bunları yaparken bir yerlerde hata yaptığımızı ve "günah" işlediğimizi veya "işlemiş olabileceğimizi" düşünüyorsak, dönüp o hatamızı tamir etmeli, tövbe ve istiğfar edip o hatayı tekrar etmemeye söz vererek, ileriye doğru yürüyüşümüze devam etmeliyiz.
-----------------------------------------------
(*) ucb:
1- (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
2- Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
3- Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan. (Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.)(http://www.osmanlicaturkce.com/?k=ucb&t=@)
(**) http://www.sorularlaislamiyet.com//index.php?s=article&aid=13170
İnsanın "şerefi" Ku'ran'dadır. Yani Kuran-ı Kerîm, insanın şerefle yaşaması için gerekli "bilgi"lerin tamamını muhtevi, tamamını içeren bir kitaptır. Allah-u Teâlâ, bunu kitabında şöyle açıklıyor:
"(Allah:) şüphesiz sizin bilmediğinizi Ben bilirim dedi. Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin dedi. Dediler ki: Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Allah:) Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim." (Bakara Suresi, 30-33)
Yani, Allahü Teâlâ, ilk insan olan Hz. Adem'e, yeryüzündeki bütün canlılardan farklı olarak, isimler ve kavramlarla düşünme, bu isim ve kavramları sembollere çevirerek dil ile haberleşme yeteneği verdiğini söylüyor. İşte, insanın diğer tüm canlılardan farklı olarak isimleri bilmesinin nedeni, Allah’ın bu yeteneği ilk insan Hz. Adem’e bahşetmiş olmasıdır. Allah insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan, kavramlarla düşünmeyi ve konuşma yeteneğini bahşetmiştir. Nitekim, insanlar için en doğru yol gösterici olan Kuran’da, Rabbimiz bize, kavramlara karşılık gelen isimlerle konuşmayı öğrettiğini açıkça bildirmektedir. Unutulmamalıdır ki, insanın tüm bildiğini ona öğreten Allah’tır. Alak Suresinin ilk ayetlerinde şöyle buyrulur:
"Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak Suresi, 1-5)
Bu ayet-i kerîmelerden de anladığımız üzere; Allah, Adem'e (A.S) öğrettiklerini meleklere öğretmemiştir. Nitekim meleklere bu konuda bir soru yöneltmiş, melekler cevap veremeyince aynı soruyu Adem'e tevcih etmiş ve Adem, Allahü Teâlâ'nın sorusunu cevaplayınca, Allahü Teâlâ, meleklerine dönüp; ("Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" ayeti mucibince) Adem'e secde etmelerini emretmiştir. Öyle ise, bilen, bilmeyene "üstündür"! "Bilmeyen", bilen karşısında daima secde etmek durumunda kalır, kalmıştır, ka-la-cak-tır!
Bayraktar Hoca'nın bu mealdeki sözlerine benim ekleyeceklerim ise şu:
Halbuki biz ne yapıyoruz?
İslam'ın "sadece" amelî emirlerden ibaret sanıyor ve/veya sadece bu emirlere uymayı yeterli görüyor, hatta bunda "aşırı" gitmeyi daha çok sevap kazanmanın bir yolu olarak düşünüyor ve İslamı "öte dünyamızı" kurtarmaktan ibaret bir din olarak anlıyor, "ötesi" bizi ilgilendirmiyor demek istiyoruz. Bu dünyadaki fakirliğimizi ve "muhtaçlığımızı" inanılmaz(!) bir "tevekkülle" karşılıyor, uğradığımız her haksızlık ve gaddarlığı derhal "Allah"a havale ediverip, kendimizi rahatlatmış oluyoruz. Bu dünyaya ait işlere fazla kafa yorarsak "günaha" gireceğimizden korkuyor, o yüzden; farkında bile olmadan "melekler gibi günahsız olma" iddiası gütmüş oluyoruz. Halbuki "günah" insanoğluna mahsustur, bunu unutuyoruz.
Şimdi; hayata, insana ve kâinata dair bir düşünce, bir yaşayış, bir kavrayış ve bütün bunları analiz ederek ortaya somut bir "sentez" koyan İslamiyet'e, müslümanların ekserisinde; İslamın sadece "amelî" emirlerine uymanın, kendisini çevresine "müslüman" olarak tanıtmak için "gerekli" ve "zorunlu"olduğuna inanan ve bunu "yeterli" gören, fırsatını bulduğunda helal haram demeden nefsini tatmin etmekten de imtina etmeyen ve diğer müslümanları da sadece bu kıstaslara göre değerlendirip, bunlara uyuyorsa iyi, uymuyorsa kötü, güvenilmez, sözüne itibar edilmez biri olarak kabul eden bir anlayışın hakim olduğunu görüyoruz. İşte bu sebeple de Yaşar Nuri Hoca'nın da isabetle ortaya koyduğu şekilde "Allah ile aldatılmaya" hazır bir kitle işte böylece ortaya çıkmış oluyor. Halbuki, şu hadislere bakacak olursak:
(4142).2. (...)- Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [Müslim, Tevbe 9, (2748).]
Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan (*)ucb'e düşeceğinizden korkarım." [Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir (4, 20).](**)
Böylece, bu yöndeki düşüncemizin teyit edildiğini görmüş oluyoruz.
Son olarak bu konuda söyleyeceğimiz söz şudur: İlerlemek, gelişmek ve çağdaş bir medeniyete kavuşabilmek adına var gücümüzle ve aydınluk fikirlerle çalışmalı, bizi durduran ne varsa açıkça tartışmalı ve şayet bütün bunları yaparken bir yerlerde hata yaptığımızı ve "günah" işlediğimizi veya "işlemiş olabileceğimizi" düşünüyorsak, dönüp o hatamızı tamir etmeli, tövbe ve istiğfar edip o hatayı tekrar etmemeye söz vererek, ileriye doğru yürüyüşümüze devam etmeliyiz.
-----------------------------------------------
(*) ucb:
1- (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
2- Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
3- Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan. (Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.)(http://www.osmanlicaturkce.com/?k=ucb&t=@)
(**) http://www.sorularlaislamiyet.com//index.php?s=article&aid=13170
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Perşembe, Eylül 02, 2010
Etiketler: İslamiyet ve din kültürümüz
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder