Bir gün önce, sözde demokrasi adına, olur olmaz her şeye saygı duymaya "amade" bir zihniyete dair görüşlerimi izaha çalışmıştım. İlginçtir ki, hemen ertesi günü Odatv.com haber sitesinde benzer kaygılarla kaleme alınmış, konuyu çok daha kapsamlı bir şekilde ele alan bir makale ile karşılaştım. "AKP İKTİDARINI SÜRDÜRMENİN YOLUNU NASIL BULDU" başlığı ile yayınlanana bu makaleyi, konunun önemine binaen sizlerle paylaşmak istedim. "Demokrasi" adına, nasıl uyutulmak istendiğimizi, nasıl kandılımaya çalıştığımızı ve malûm zihniyetin bir "Tramvay" olarak tanımladığı "demokrasi" anlayışının "demokrasi" diye diye memleketi nerelere sürüklediğini ve bu kelimenin büyüsünden nasıl istifade ettiğini bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren bu makaleyi, buyrun birlikte okuyalım:
"Daha halkoylamasının mürekkebi kurumadan yeni oyalama-uyutma gündemi şırınga edilmeye başlandı bile. Bir yandan, “daha yeni, daha özgürlükçü bir anayasa Türkiye’nin ihtiyacıdır” deniliyor, bir yandan da “yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi”ne geçiş, sözde mahcup edalarla tartışılıyor. İşimizi, gücümüzü bırakacağız; dertlerimizi, sorunlarımızı tartışıp önlemler almaya çalışmayacağız; varsa yoksa yeni anayasa ve başkanlık sistemi…
1980’lerin başından bu yana dönüştürülmeye ve yeni sömürge düzenine, “hızı kumandaya ayarlı”, uydu yapılmaya çalışılan ülkede, sekiz yıllık dönemde dokuzuncu anayasa değişikliğini yürürlüğe koyan siyasal iktidar doymak bilmiyor. Demek ki, dönüştürme ve temizlik operasyonu hâlâ başarılamamış, bu ülke insanının emperyalizme karşı savaşı hâlâ kırılamamış.
Öyle ya, bağımsızlıkçı, yurtsever, özel nitelendirme yapmadan “herkes”i özgürlük-eşitlik ekseninde gören, hizmetin, kaynakların ve adaletin dengeli dağılımını hedefleyen, bireysel ve toplumsal sömürüye karşı çıkan, aydınlanmacı, toplumcu, sınıfsal bakışı etiket olarak değil yaşam tarzı olarak benimseyen, 12 Eylül’ü 5 generalle özdeşleştirmeyerek neoliberal yüzünü gören, gerçek hedefi “hesap sorma” heyecanına feda etmeyen, şairinin “akrep gibisin kardeşim” uyarısını dikkatle izleyen, demokrasiyi putlaştırmayıp yaşayan, demokratik kitle örgütü ruhunu kaybetmemiş, sürü kültürüne karşı durup erdemi, onuru ve ahlâkı koruyan, daha saymakla bitmez yüce değerleri taşıyan insanımız, tüm sıkıntılara ve baskılara karşın, dönem dönem yalpalasa ya da yalpalatılsa da teslim olmuyor; ekonomik, kültürel, etnik ve dinsel her türlü sömürüye karşı duruyor.
Türkiye’de, kadın erkek ayrımı, dinsel ve etnik ayrım, kültürel farklılıklar, yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlik, özgürlük nasıl büyük oyunun küçük parçaları olarak kuklalaştırılmış ise, hukuk ve özellikle de anayasa, aynı büyük oyunun küçük parçasına dönüştürülmüştür. Oyunu başlatan da istediği kurallarla oynatan da, bozan da aynı siyasal yönetimdir. Daha 2010 anayasa değişiklikleri fiilen yürürlüğe girmeden yeni anayasan söz etmek de bu oyunun bir parçasıdır. Bu, 8 yıllık döneminde 9 anayasa değişikliğini yürürlüğe koyan iktidarın doyumsuzluğu gibi bir yorumla geçiştirilemeyecek, derinliği ve hedefleri olan bir yamalanma ve uydulaştırma projesidir; yapacak başka işi olmayanların “can sıkıntısı”nın dışa vurumu değil, emperyalist taşeronluğun yeni görevidir. Unutulmamalıdır ki, okyanus ötesi güç, sanıldığı gibi, adı sıkça geçen zat ile sınırlı değildir.
Ülkemizin ve insanımızın yaşadığı gerçekler, hem de planlı ve programlı saklanıp unutturuluyor. 2011 genel seçimleri de, yine gerçekler yerine sanal olarak yaratılmış tartışmalar ve polemikler üzerine kurulacaktır. İktidarı sürdürmenin yolu böylece bulunmuştur. Halkoylaması bu yönde önemli bir prova olmuştur. Sözcükleri gelişigüzel kullanıp yıpratmamak gerekir. Her yönüyle demokratiklikten uzak anayasa değişiklikleri kabul edildi diye bu sonuca mutlaka “saygı duyulması” gerekmez. Halkoylamasının sonucunu kabul etmek ile o sonuca saygı duymak aynı şey değildir. Aynı şekilde, hukukun üstünlüğüne saygı duyulur, ancak her hukuk kuralı, adaleti sağlayacak, saygı duyulacak düzenleme içermez.
Demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi anayasaya ise, çıkarları kesilenler dışında, kimse hayır demez.
Hukuksal yönden bakıldığında, “bütün insanlar doğuştan eşittir”. Gerçek öyle midir? Gerçek, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımında ve bölüşümde adaletsizliktir; terörün aldığı kan, çocuk tecavüzleri, gençlerin intiharıdır; sosyal güvenliksizlik, hakkını arayamama, satılan kamu toprağı ve mallarıdır; kaçırılan vergi, büyüyen borç, kapatılan işyeri, iflas eden iş adamıdır; adil yargılanma hakkının, masumiyet karinesinin ihlâlidir; yıkılamayan feodal yapı, topraksız köylü, hayvansız çiftçi, kurban bayramı için kurbanlık hayvan ithalidir; sermayenin krizi aşma yolunun işçiyi kapının önüne konulmasında aranmasıdır; eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi, yetmedi tekelcilere teslimidir. Liste uzar gider, çünkü gerçek, birey ve toplum yaşamının kendisidir, solunan hava, içilen su, ekilen topraktır.
Gerçeğin ve gerçekçiliğin özü, “toplum çözümlemesi”dir, “sosyal analiz”dir. Bireysel yaşam, bu yaşamın toplum ile ilişkisi, bireyin toplumdaki yeri, toplumsal yaşam, toplumsal yaşamın uluslararası ilişkisi bu çözümlemeyle ortaya çıkar. “Gerçek”, üstü örtülse bile vardır, güneş balçıkla sıvanmaz. Gerçeğin tarihini de sömüren ya da sömürü taşeronluğu yapanlar değil “halk” yazar.
Ali Rıza Aydın / Anayasa Mahkemesi eski Raportörü"
16 Eylül 2010 / Odatv.com
0 yorum:
Yorum Gönder