Evet, bu girizgâhtan sonra gelelim Türk solcularının yerli yersiz, her fırsatta öne çıkardıkları ve "vatan uğruna mücadele vermiş bir kahraman" ilan ettikleri Nazım Hikmet'e... Buna dair, http://devriye.wordpress.com adresli blogda, İbrahim Altuncu imzası ve "Ne ola şu Nazım Hikmet fetişizmi?" başlığı ile yayınlanan ve konuyu bir çok yönü ile ele alan dikkate değer bulduğumuz bir makaleyi, konunun önemine binaen olduğu gibi buraya alıyoruz.
Ne ola şu Nazım Hikmet fetişizmi?
"Türkiye solu başlangıcından bugüne romantik-skolastik doğasını korumaya ısrarla devam ediyor. Bir anlamda modern kültürel hareketler solun ve sağın romantik tavırları ile yoğurulageldi. Her ikisi de aynanın iki tarafında duran bu akımlar edebiyatımızı da etkiledi ve şekillendirdi.
Hıristiyanlık Roma için bir kurtarıcıdır, Roma ise kilise babalarının patronajına giden bir araç. Rahip ve kralın bu kurnazca ittifakı bugünkü Avrupa’yı yarattı. “Avrupalılık ruhu” ve buna dayalı “Avrupa merkezli kültürel değerler” muazzam bir siyasi entrikadan başka bir şey değildir.
Aydınlanmacı fikirlerin doğuşu ve dünya arenasında toplumsal değişimleri hızlandırması da Türkiye solu için asla doğru anlaşılamamış bir süreçtir. Şeriatsız Hıristiyanlığın Roma hukukundan bir şeriat yaratması ve bu şeriatın bütün dünyaya Avrupa medeniyetini batılılaşma olarak sunması, modernleşmeye gidiş… Bu süreç de Türk skolastik solu tarafından tersinden anlaşılmıştır.
“Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” âyetini temel kabul eden hukuk anlayışının/dünya görüşünün ortaya koyduğu tüm seküler değerler Avrupa’nın ruhunu oluşturur. Bu süreçte laiklik de rahip ile kralın patronaj ilişkisinin yeniden düzenlenmesinden başka bir şey değilken, ülkemiz aydını tarafından dinin hayat dışına itilmesi olarak algılanmıştır. Gerçekten de bu aydının haline ağlamak mı gülmek mi gerekir?
Bu kısa girişi Türkiye solunun anlata anlata bitiremediği Nazım Hikmet olgusu için yaptık. Peki, ne alâkası var denilirse… Şiirimizde de rahipler ile kralların mücadelesini iyi anlamak babından deriz.
Türkiye solunun tarihine girecek değiliz. Ama bu tarih, Sovyet revizyonizminin Türkiye’ye tatbik edilmesi çabasından başka bir şey değildi. Özellikle 80′lere kadar bu böyle gitti. 80′lerden sonradır ki, Türkiye’de solun kırıntı kabilinden de olsa kendi özeleştirisi içinde yeni eğilimlerin doğuşuna tanıklık ettik.
Marks ilkel toplumun eşitlikçi düzeninden söz ederken, Filistin Hıristiyanlığının komünal ruhunu imliyordu. Türkiye’de sol külliyatı hıfzetmiş zehir hafiyelerin buna hiç değinmeyişi ayrıca manidardır. “Din kitlelerin afyonudur” lafzından başka bir mottosu olmayan Türk solu bu nedenle Marks’ı anlamak kabiliyetinden mahrum kalmıştır.
Nazım Hikmet pansovyetik ülküyü hayatında ve eserlerinde yaşatmış bir şair. Birçok Avrupalı düşünürün revizyonist karakterini ilan ederek, başlangıcından beri karşı durdukları Ekim Devrimini ülkesi için yol gösterici buluyordu. Bugün yaşasaydı bu fikirlerin boşluğa düşüşü karşısında şiirini nereye evirirdi bilinmez.
Komünistlere Bir Çift Söz
Komünistler bir çift sözüm var size:
ister devlet başında olun, ister zindanda,
ister sıra neferi, ister parti kâtibi,
Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda
işinize, evinize, bütün ömrünüze
kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi.
1956 (Nâzım Hikmet, Şiirler 6, sayfa 74)
Deniz, bir çağın sol tarafı sancılı çocuğu. Avrupa felsefesi İncil’in yeniden yorumlanmasından (hermenötik) başka bir şey değildir. Birçok felsefi disiplin İncil yorumcularının ortaya koydukları problemlerden doğmuştur. Bugünkü Avrupa ilan edilmemiş bir din devleti hüviyetindedir.
Bunu görmekten aciz sol entelijansiya kendi geleneklerinin hayatın dışına itilmesi hususunda cansiperane savaş vermeye devam ediyor. Bilmiyorum, ötekileşerek tarihin öznesi olma savaşı veren başka bir aydın türü var mı dünyada!
Öte yanda skolastik kafanın diğer yarı lobu olan Türk sağı da bunun antitezi olmak davasıyla bir başka fetişizmin peşine düşmüş durumda.
Asıl değinmek istediğimiz konuya dönersek… Tanzimat’tan bu yana evrilen kafanın devamı olan Nazım Hikmet, rahip ile kralın kavgasında zaman zaman kraldan yana görünüp rahiplerin eteğine; zaman zaman da rahipten yana durup kralların eteğine yapışmaktan başka bir yol bulamamıştır.
Donanma’yı isyana teşvik suçlaması ile içeri alınınca devlet başkanına yalvarmaktan geri duramaz. Bir zamanlar Mevlâna’ya şiir yazarken, bir zaman sonra Lenin’e övgüler düzer
Ustamızın Ölümü
…
Bir haberim var size,
telgıraf direklerinin demir saçlarını titreten bir haber.
Fakat
en büyük tehlike,
en büyük keder,
kıramaz birbirine kenetlenen kolların zincirini,
kenetlenin!
Öldü Lenin!
Yankı
Yalan!
Yalan!
Yalan!
Kemiyetten keyfiyete atlayan
yığınların rehberi ölmez.
Öl-mez,
ölemez,
…
yarınki sınıfsız cemiyette her yeni doğan çocuk
bulacak kendi maddesinde Lenin’in şuurunu!
Öldü büyük ustamız,
öl-dü.
Lakin arkasında kolu bağlı bırakmadı bizi.
Bize sanatın sırrını öğretip öldü.
Tamamlayacağız
şaheserimizi!
1924
(Nâzım Hikmet, Şiirler 8, sayfa 207-209)
Şair Donanma’yı isyana teşvikten içeri alınınca Mustafa Kemal Paşa’ya şu mektubu yazar:
‘Cumhur Reisi Atatürk’ün yüksek katına,
Türk ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyle on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını ‘isyana teşvik etmekle’ töhmetlendiriliyorum.
Türk inkılâbına ve senin adına and içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır.
Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük, bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felâketi ile alâkalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılâp askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin.
Kemalizmden ve senden adalet bekliyorum.
Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”
(Kaynak: Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yay., 1970, s. 67.)
Bu mektup o günkü Türkiye komünistlerinin Mustafa Kemal’e dönük düşüncelerini de bir parça
Nazım, Türk solu için romantizmin bir başka nesnesi.
yansıtmaktadır. Enternasyonalist kafa ihtiyaç duyulunca bir anda milliyetçiliğin arkasına sığınabilmektedir. Aslında devlet adamlarından âlicenaplık bekleme huyu Türk şairlerinin birçoğunun temel hastalıklarından biridir. Buna bir başka güzel örnek ise Can Yücel’in küfür ettiği Süleyman Demirel’den mahkeme kapılarında “seke seke” özür dilemesi gösterilebilir.
Nazım Hikmet Türk solunun en sevdiği ve önemsediği şair olmaya devam ediyor. Ama Türk solu kendi içindeki açmazları hakkında hiçbir gelişme sağlayabilmiş değil. Halen Nazım Hikmet denince gözü sulu bir romantizm ve skolastik bir tavır ile hücum etmeyi seviyor. Nazım kimdir, bu onun için çok da önemli bir husus değil, önemli olan onun sembolik değeridir.
Bu yönüyle Türk romantik ve skolastik solu laik-anti laik kavgası, Cumhuriyet yürüyüşleri, Che tutkusu, Deniz Gezmiş romantizmi gibi sembolik değerlerle ayakta durmaya çalışıyor. Kimse fikriyatın derinliklerini araştırmıyor. Sosyalizm, komünizm neydi? Marks kimdi? Marksizm’in temel kavramları ne anlama geliyordu? Bunlar Türk solu için bugün irapta mahalli olmayan konulardır, korkulur ki öyle de kalacaktır."(*)
* * *
Evet, romantizmi tümden reddedenlerden değiliz, insana o da gerekli. Fakat, gerçekleri görmemizi engellemesine izin verecek kadar değil!.. Her şeyi yerli yerine koymayı bilmek ve olmayanı olmuş gibi gösteren rüyalardan artık uyanmak gerek!..
-----------------------------------------
(*)http://devriye.wordpress.com/2007/08/10/nazim-hikmet-fetisizmi/?blogsub=confirming#subscribe-blog
0 yorum:
Yorum Gönder