10 Temmuz 2012 Salı

Atatürk Halife mi olacaktı?

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI, KAZIM KARABEKİR VE MUSUL MESELESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



Kimi çevrelerde Atatürk'e karşı dinmez bir husumet beslenilmesinin en önemli nedenlerinden biri de şüphesiz,  bu hilafetin kaldırılması meselesidir. 


Bu hadisenin nedenlerini bilmeden, yeni bir devlet kuracak kadar dirayet sahibi bir insanın sırf şahsi bir nefret hissiyle ve "inançsız(!) olduğundan dolayı" bir intikam hissi ile halifeliği kaldırdığını düşünmek; "kişiyi nasıl bilirsin: Kendim gibi..." özdeyişine hakikaten çok uygun düşüyor. Böyle düşünenler önce şunu bilmeli ki, "Hilâfet" sadece dini bir makam değil, aynı zamanda siyasi gücü olan bir makamdır da... Öyle ise, devletin başında bulunan herhangi bir adam bile bu gerçeği dikkate almadan o makamı kişisel öfkesine kurban edecek kadar akılsız olamaz! Öyle ise işin aslı nedir?


İşin aslı şudur: Bilindiği gibi, 1 Kasım 1922'de çıkarılan bir kanunla önce hilâfet ve saltanat birbirinden ayrılmış, sonra da saltanat kaldırılarak Osmanlı Devletinin siyasi varlığına son verildiği resmen ilân edilmiştir. Burada halifelik ve saltanatın ayrılmasında ve bunlardan sadece saltanatın kaldırılmış olması hususunu Atatürk'ün siyasi bir manevrası olarak görenler vardır. Evet, bu düşüncede olanlar bu düşüncelerinde haklıdırlar ve bu noktada hemen şunun da altı çizilmelidir ki, hilafet ve saltanatın ayrılmasına itiraz etmek bir yana, Atatürk'e muhalif olanlar bunun bizzat böyle olması için de gayret göstermişlerdir. Çünkü, Mustafa Kemal'in saltanata da göz diktiği düşünülmekte ve böylece bu makamın ikiye ayrılması ile Atatürk'ün işinin zorlaşacağı düşünülmektedir. Fakat hakikatte bu siyasi manevra Atatürk'ün işini kolaylaştırmış, bu kararın dışarıya yansıyan görünümü ise Atatürk'ün, hem halifeliği hem de saltanatı aynı anda kaldırmaktan çekindiği ve bu yüzden önce bu iki makamı ayırmakla işe başladığı ve böylece doğacak muhtemel tepkilerin önüne geçtiği şeklinde olmuştur.  


Bu görüş bütünü ile yanlış olmasa da eksik bir görüştür. Zira, daha sonra gelişen olaylar gösterecektir ki, Atatürk'ün saltanatı kaldırdığı halde halifeliği muhafaza etmesi, sadece olması muhtemel tepkileri hafifletmek maksadı ile değil kafasında oluşturduğu başka bir fikrin eseri sonucu olmuştur. Artık yeri gelmişken şunu açıklıkla söylemeliyiz ki; evet, Atatürk halifelik makamını da kendi uhdesi altına almak istemiş ve işte onun için böyle bir yol izlemiştir. Bunun ilk farkına varanlardan ve ondan sonrasında da kendisine karşı tavır alanlardan birisi de Kazım Karabekir'dir. 


Atatürk'ün en büyük şanssızlıklarından biri de, bizzat en yakın arkadaşlarının dahi kendisini mevki ve makam hırsı ile yanıp tutuşan bir insan olarak algılamış olmalarıdır. Halbuki, gördüğü yanlışlardan içi yanan son derece yüksek bir zekâya sahip bir insanın ülkesini girdiği bu yanlış yoldan geri döndermenin tek çaresi karar alıp uygulayacak bir makamda olmaktır. Eskilerin deyişi ile söylersek; "hizmet için makama talip olmak" ayıp mıdır? Algılayamadıkları şeylere düşman olanların onun bu durumundan ürkmeleri işte Atatürk'ün en büyük talihsizliğidir. Nitekim, bu talihsizliğin aynı zamanda Türkiye için de bir talihsizlik olduğu ilerleyen yıllar içinde daha iyi anlaşılacaktır.  


Şimdi, konumuza geri dönecek olursak, saltanatın kaldırılmasından sonra Atatürk'ün din konusuna daha fazla ağırlık vermeye başladığı ve halifeliği öven ve onun ne derece gerekli bir makam olduğunu izah eden sözler sarfettiği gözlenir. Bunun en kayda değer örneği ise onun 7 Şubat 1923'de, yanında yakın silah arkadaşlarından Kazım Karabekir Paşa da olduğu halde, Balıkesir'in Zağanospaşa Camiinde kılınan öğle namazını müteakip okunan mevlütten sonra Mustafa Kemal Paşanın minbere çıkarak okuduğu hutbedir. Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşanın okuduğu bu hutbeyi "mükemmel bir hutbe" olarak tanımlasa da, bütün bunları, onun halife olmak "tutkusu"na bağlayacak ve artık bundan sonrasında bu duruma muhalif olduğunu her durumda Mustafa Kemal Paşaya hissettirmekten geri durmayacaktır.


Ne gariptir ki, bir devrin yıkıldığı ve koca bir çınarın küllerinden yeni bir bir fidanın filizlenmeye çabaladığı ve üstelik de mevcut tehlikelerin geçip gittiğinin söylenemeyeceği böylesine olağanüstü bir dönemde, işi sırtlayıp götüren eski bir arkadaşa daha yakın olup onu anlayabilmek yerine, onu hırslarına yenik düşmüş zaaflarının esiri bir adam gibi görerek ona tavır almak kimseye bir şey kazandırmamıştır. Mustafa Kemale tavır alanlar, en azından şunu düşünebilirlerdi: O hangi mevki ve makamı işgal etti de onun hakkını veremedi? Şayet halifelik makamını istiyor idi ise, bu isteğin sadece bir makam hırsını tatmin etmek için olduğu nasıl iddia edilebilir ki? Onun bu düşüncesinin altında hiç mi bir milli menfaat hissi yatmıyordu yani? 


Bütün bu sorduklarımızın boş sorular olup olmadığına karar vermek için evvela şunları görmek gerekir:


Şöyle olmuş, böyle olmuş ve neticede 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla halifelik kaldırılmıştır. Çünkü, Atatürk'ün halife olmak düşüncesi (muhaliflerine göre hayali) suya düşmüştür!.. Peki, böyle de olsa, kaldırılıması gerekli miydi? Bunun cevabı: Evet, Atatürk halife olamadığına göre kaldırılmalıydı. Çünkü, halifeliğin muhafazasını savunanlar şöyle diyorlardı:


-"Hilafetin merkezi İstanbul, siyasetin merkezi de Ankara olsun!.."


Şimdi, devlet otoritesine dair en ufak bir bilgisi olan bir insan dahi bu iki başlılığın sakıncasını nasıl olur da görmez?!... Hele ki, hilafet makamı gibi din ile ilgili bir makamın siyasi otoriteyi her an gölgeleyecek bir konumda olacağı nasıl olur da görülemez? Öyle ise, halifelik ya Atatürk'ün uhdesinde olacaktı, ya da kaldırılacaktı. Bundan başka türlüsünün mümkün olamayacağını anlamak gerçekten çok mu zor?!..


Şimdi son olarak gelelim özetlemeye çalıştığımız bu halifelik meselesi yüzünden Türkiye'nin neler kaybettiğine:


Yukarıda anlattığımız bütün bu çekişmeler olup biterken bir taraftan da Lozan Konferansı başlamış ve saltanatın ilgasından bir hafta sonra, 8 Kasım 1922'de Türk delegasyonu Lozan'a doğru yola çıkmıştı. Lozan'da karşı karşıya geldiğimiz en çetin devlet ise şüphesiz İngiltere idi. Onlarla aramızdaki Musul-Kerkük meselesi hâlâ devam ediyor ve bu yüzden Güneydoğu Anadolu sınırlarımızı, yani Misak-ı Milli ile ilan ettiğimiz sınırlarımızın bu bölümünü bir türlü kesinleştiremiyorduk. İngiltere ile bu konuda süregelen çekişmelerimizin devam etmesi üzerine 19 Mayıs 1924 tarihinde "Haliç Konferansı" adı altında İstanbul'da bir konferans düzenlenmişse de, bu konferanstan da beklenen sonuç çıkmamış ve neticede her iki devlet için de sorunun silahla çözülmesinden gayrı bir çare kalmadığı düşünülmeye başlanmıştır. İşte tam bu noktada neler olup bittiğine bakarsak, yukarıda bahsettiğimiz hadiselerin bize nelere malolduğunu belki daha iyi anlayacağız. Şöyle ki:


Söz konusu sınır anlaşmazlığının her iki devleti de silaha başvurma noktasına getirmesi ile, İngiltere savaş kararı almadan önce Ankara'nın, dolayısı ile Atatürk'ün gücünü ölçmeye karar vermiş ve bu amaçla Şemdinli bölgesine yakın bir bölgede, şimdi İran topraklarında kalan noktada yaşayan Nasturileri(*) 7 Ağustos 1924 tarihinde kışkırtarak Türkiye'ye karşı ayaklandırmıştı. Daha sonra, 1960'lı yıllarda yayınlanan İngiliz belgelerinden de anlaşıldığına göre bu isyanı çıkartmanın amacı, isyanı bastırmak için Ankara'nın hangi paşayı görevlendirileceğini görmek içindir. Zira Kazım Karabekir, Doğu Anadolu'da itibarı fevkalade yüksek, sevilen ve sayılan bir kumandandır. Dolayısı ile böylesine büyük bir anlaşmazlığın sürdüğü bu önemli bölgede çıkan bu isyanı bastırmak için de Karabekir'in gelmesi gerekirdi. Tabii Ankara'da her şey yolunda gidiyorsa... Ama gelgelelim ki, Atatürk'ün Karabekir'i isyanı bastırmak için göndermek istemesi, malûm kırgınlık ve küskünlük dolayısı ile Karabekir tarafından reddedilmiş ve bunun üzerine de Atatürk, Karabekir yerine Cafer Tayyar Paşayı isyanı bastırmak için göndermeye mecbur kalmıştı. Ve dolayısı ile de İngilizler maksatlarına ulaşmışlar ve Mustafa Kemal ile yakın çevresi arasında sorunlar olduğunu anlayarak Musul ve Kerkük bölgesinde yer alan kuvvetlerine sonuna kadar direnin emrini vermekte tereddüt etmemişlerdi!.. Sonuç ise hepimizin malûmu! Bugün bile aleyhimize düzenlenmesini yok yere kabul etmek durumunda kaldığımız bu sınır meselemizin ceremesini çekmiyor muyuz?!..


Bu durumda, Atatürk nasıl olur da bir de halifelik ister diye celallenmek yerine halifeliği acaba niye istemişti diye sormak daha doğru olmaz mı? 


Onun bugüne kadar bir türlü açıklanmak istenilmeyen vasiyeti de göz önüne alınırsa, soruyu böyle sormanın daha yararlı olacağını inanıyoruz.  


--------------------------------


NOT: Konu ile ilgili, Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin İz Yayıncılık tarafından 1995 yılında yayınlanan "MUSUL - KÜRDİSTAN SORUNU 1918 - 1926" ve Uğur Mumcu tarafından kaleme alınan "Kazım Karabekir Anlatıyor" adlı, Uğur Mumcu Vakfı tarafından yayınlanan kitaplardaki bilgilerden yararlanılmıştır.
   


(*)Nasturiler, Bizans Patriği Nasturius'un öğretisine paralel olarak, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu fikrine katılmayan ve dolayısı ile üçleme, yani "teslis" fikrini reddedederek diper Hristiyanlardan ayrılmış bulunan bir mezhebi temsil eden bir topluluktur.

0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.