22 Mart 2013 Cuma
Türkiye’ye gerçekten barış mı geliyor
Altı boş bir "Halkların Kardeşliği" sloganı ile her sorunu çözebileceklerine iman eden kimi romantik sosyalistler, bugün bu düşüncemizi doğrularcasına; uluslarası sermayenin ve onun değnekçiliğini yapan, işine geldiğinde İslamcı, işine geldiğinde Atatürkçü olan TÜSİAD'çı zihniyetin adına "Barış" diyerek orta yere kurduğu fare kapanına hevesle atlıyorlar ve mesela Pelin Batu gibiler, Öcalan denilen tetikçinin sözlerini adeta göklerden gelen bir vahiy gibi, gözyaşları içinde huşu ile dinlediklerini ve adeta tarihe; "Ey tarih, bu yüksek hissiyatı kaydet!.." dercesine, bu tarihi barış(!) kararının içlerinde yarattığı o sözde coşkuyu, nemli gözlerle orada burada anlatıp duruyorlar!
Böylesine kirli bir ortamda, özenle tezgaha konmuş bu algısal çarpıtmaları usta bir demirci gibi örsüne koyup sabırla bir bir düzelten genç düşünür Eren Erdem'in önemli bulduğumuz aşağıdaki makalesi, hasbel kader de olsa bu mekana yolu düşmüş tek bir okuyucun dahi merakını çeker de, biz de böylece faydalı bir iş yapmış oluruz diye düşündük ve buraya kaydettik....
22 Mart 2013
Bugün Nevruz. Gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart günü, yeryüzündeki bütün eşitsizlikler karşısında doğal bir refleks ortaya koymak suretiyle varoluşsal prensiplerini dünyaya haykıran kadim doğu halklarının “eşitlik bayramı…”
30 Yıldır süregelen iç çatışmanın sonlandığını haber veren bir mektupla, Öcalan’ın Diyarbakır’da yapılan Nevruz kutlamasında okunan mektubuyla yükselen alkışların tüm hanelerden işitildiği bir gün yaşıyoruz. Velev ki, ben; 10.köyün muhtarı olarak, Öcalan’ın konuşmasında dile getirdiği bir cümlenin tam tersi yönde düşünenlerdenim. Ne diyordu o cümlede?
Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler.
Zamanın ruhu nedir? Suyun akış yönü neresidir?
Öcalan’ın mektubunda yer alan bu ifadeleri ele almazdan önce, Türkiye’nin paslanmış ideolojik havzasına, bir İslamcı olarak katkı sunmakla başlayayım işe. Öyle ya, iş başa düşmüş..
TÜRKİYE’YE BARIŞ MI GELİYOR?
Doğu’nun sanayi devrimini tamamlamamış olması hasebi ile, Doğu’da yerleşik bir kapitalist moderniteden bahsetmek imkansızdır. Doğu’da “kapitalizme” karşı olmanın reel karşılığı “emperyalizme” karşıtlıktır. Çünkü bu topraklarda yerel bir sınai evre tamamlanmamış, akabinde; sanayi devrimini tamamlamış olan Batı sömürgeciliğinin yaygın tasallutu ekseninde bir süreç yaşanmıştır.
1.Dünya savaşı sonrası, Sevr planının dönüşmesinde ki en önemli iki etken olan Çanakkale müdafaası ve Bolşevik devrimi, Batı’nın; doğu politikasını doğrudan etkilemiştir. Bu minvalde, 19.yy’ın kaçınılmaz gerçeği olan “batı merkezcil uluslaşma sürecini” nihai bir amaç olmaktan ziyade, bir aşama olarak görmek ve nihai amaçları belirginleştirmek gerekir. Bu temelde “uluslaşma, Doğululaştıkça” kadim bir nitelik kazanacaktı. Bu, ancak “sermayenin ve emperyalizmin üniter yapıdan bağımsızlaşması ile mümkündü.”
Batı’nın uluslaşma sürecine en direk müdahalesi, uluslaşma sürecinin ürettiği üniter devletleri “kontrol altına alması olmuştur.” Bu minvalde şu söylenebilir; “uluslaşma, nihai amacı olan idealist bir sürecin geçiş aşaması olarak öngörüldüğünde başka, doğrudan bir nihai amaç olarak belirginleştirildiğinde başka neticeler üretir…”
Bu açıdan, emperyalizme karşı müspet bir savaşım ile bölgede ortaya çıkmış olan devletler, emperyalizmin askeri saldırısı karşısındaki tutumu, ekonomik ve felsefi atağı karşısında da örgütleme aşamasına ulaşamadığından, uluslaşma ile birlikte gelişen üniter devletler; TÜSİAD’ların, Batı’nın sanayi devrimini tamamlamış kapitalist altyapısına tam bağımlı kuvvet odaklarının eline geçtiler…
Akabinde, Doğu’nun tarihsel kültürel birikimine yabancı bir takım meseleler türemeye başladı. Bu meselelerin türemesinde ki yegane neden; yabancılaşma iken, temel mesele görünmez kılındı.
KÜRT MESELESİ NEDİR?
Bugün Türk egemen burjuvazisi ile Kürt feodalizminin el sıkışacak çözümleme yoluna girdiğini iddia ettiği bu mesele, “bir ulusal kimlik meselesi değildir.” Nedenini soracak olursanız eğer, “bütün ulusal kimlik meseleleri, tarihsel referanslara sahip olma zaruretini gündeme getirir.” Kürt ulusal kimlik sorununun tarihsel referansı yoktur. Aksine, üniter devleti ele geçirip, “nihai olarak, doğu’nun kadim kültürel uzlaşması ve anti-emperyalist ortaklaşmasını” gündem dışı bırakan güç odaklarının dayattığı bir tür inkar ve asimilasyon programının sonucu olarak ortaya çıkan bu mesele, “temel sorunu ya da ana problemi” görmezden gelen bir ihtilafsız muhalefet direngenliğiyle çözümlenme çabasında…
Tarih boyunca kamusalcı kültürel birikimiyle öne çıkmış, ortaklaşmacı doğu birikimi, homojen Batı bireyciliğine entegre bir akılla “homojenize edilmiş” akabinde ortaya çıkan olgu, yine aynı akılla “çözümlenme çabasına girişilmiştir.”
Kapitalist modernite, “Kürtler’in dağlarda yürürken, güneş görüp sertleşen buzul kar üzerine basıldığında çıkan kart kurt sesinden türediğini” iddia eden aklı üretirken, bu aklın karşısında, “bu aklı üreten, temel üretim ilişkisini ya da ana sorunu” göremeyecek bir tür direnç noktası üretmiştir.
Bu nedenle Kürt meselesi, ekonomi-politik ya da devrimci bir ivme kazanamamış, salt ulusal kimlik eksenli bir harekete dönüşmüştür.
TÜSİAD KÜRT’Ü..
Bu sistemli bir mücadeledir. Sistem, temel sorunu es geçen bir tür çözümlemeden hoşlanır. Dolayısı ile “sisteme adapte” merkezi medyanın “parlattığı her çözüm önerisi” sistemin büyük mimarlarının onayından geçmiş önerilerdir.
Sanayi devrimini tamamlamamış toplumlar, bu süreci tamamlamış olanların siyasi, felsefi ve askeri sömürgesi haline gelirler. Bu minvalde, oluşan bütün hak mağduriyetleri; yine bu odakların üretimidir. Dolayısı ile Kürt hareketi, müspet bir anti-emperyalist içerik kazanmayarak, meseleleri Türk’ün ve Kürt’ün iç meselesi olarak tanımlamak sureti ile yürüttüğü mücadelede, “sorunu yaratan ana odakların” rahat hareket edebileceği bir alan inşa etmiştir.
Kürt’e “kart kurt diyen” aklın örgütleyicisi olan Türk egemen burjuvazisi, ya da “emperyalizm ile doğrudan müspet işbirliği içinde bulunan tahakkümcü sınıf” temsilcileri, Kürt hareketinin temsilcisi olan Leyla Zana ile konferanslara katılıyor, İshak Alaton; Leyla Zana’yı göğsüne yaslayıp, bu benim kızımdır diyordu.
Sınıfsal kimliğine yabancılaşmış, yeryüzünde ki tek meselenin “anadil meselesi” olduğunu zannetmeye başlamış, halbuki “anadil sorununun da en temelde bahsettiğimiz mülki ilişkilerden doğduğunu gözden kaçırmış, kendisine sosyalist diyen, ama kapitalizmi okumaktan aciz bir akıl”, İshak Alaton ile Leyla Zana’nın bu samimi görüntülerine tepki göstermeyen bir kişilik kazanmaya başlamıştı.
PKK TEK BİR ABD'LİYE DOKUNMAMIŞTI
Hatta “kendisine devrimci ve halk savaşçısı diyen PKK” Kuzey Irak’ta ki kamplarında iken, ABD Irak’ı işgal etmiş, kampın 10km güneyinde ki köylerde ABD askerleri halka tecavüz etmiş, PKK; tek bir ABD askerinin ceketinin düğmesini dahi kopartmamıştı.
Çünkü PKK’ye göre sorun; ulusal kimlik sorunuydu. Bu sorunu üretenler “Türkler” çözüm ise “Kürdistan devletinin kuruluşu” idi.
Bu tahlil, son derece sorunlu ve akıldışıdır. Çünkü sermayenin tahakkümü altındaki ülkelerde kararlar, halklara ait değil, sermayeye; dolayısı ile Batı’lı kapitalist sömürgecilere aitti. Bu reel gerçekliği görmeksizin tutum alan PKK ve bu tutumun oluşmasında büyük rol oynamış “egemen Türk burjuvazisi” bugün masaya oturmuş, barış türküleri söylüyorlar…
Gayrımeşru bir kişilik üzerinden, Türk ve Kürt gençlerinin yıllarca kanını akıtmış her iki kutub, halka hesap vereceğine, “halka Barış lütfediyor.” Oysa ki, yapılması gereken; bütün ezilen insanlara hesap vermek, “yıllar boyunca yürütülen çatışma süresince, ana sorunu görünmez kılan bu ikili politik sapmanın” hesabını vermek olmalıdır…
Dün 19.yy’ın uluslaşma sürecine adapte bir tutum üzerinden “bizzat eleştirdiği” Kapitalist modernitenin ana taleplerini, bir örgütün mücadele argümanına dönüştüren Öcalan, bugün “zamanın ruhu” olarak tanımladığı, egemen küresel siyasete uygun bir üslupla, küreselleşmeye adapte yeni siyasetin rotasını belirliyor.
Bu siyaseti belirlerken, Ortadoğu’da değişen dengelerden bahsediyor. Evet! Kilit nokta burasıdır. Değişen dengeler; tümüyle Batı’lı sömürgeci odakların yeni imar projesidir. Halkların ayağa kalktığını söyleyecek kadar basiretsizleşmiş bir okuma tipi, ancak İktidar masasına oturan Öcalan’a ait olabilir.
TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK ÜMMET?
Öteden beridir dile getirdiğimiz “Devrimci İslam” içeriğini, bu yeni dönemde “farklı bir formata sokularak” güncel siyasetin aracına dönüştürüleceğini düşünüyorum. Bu manana, şahsi olarak; bu duruma karşı koyma adına; anti-emperyalist ve devrimci bir duruş sergileme gayreti içinde olacağım.
Lakin şu realiteyi göz önüne almak gereklidir. ABD’nin AKP’ye verdiği 6 ay, Esad’ın yıkılması için biçilen 6 aylık süreç ve Kuzey Suriye’de ki PYD varlığının, Esad için büyük ehemmiyet taşıması, bu müzakerelerin ana zemini olmuştur.
Öcalan’ın Nevruz mesajında satır arasında ima ettiği “halkların ayaklanmaları” bugün; Batı’nın Doğu’yu yeniden imar ve biçimlendirme projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi” dışında bir şey midir?
Ya da, halkların baş düşmanı olan “kapitalist sömürgeciliğin” Türkiye valisi’ni(AKP’yi) meşrulaştıracak kadar “ayaklara düşmüş” bir devrimciliğin amacı, “içi boşaltılmış bir ÜMMET” ruhu yaratmak mıdır?
Her iki koşulda da, Kürtlerin inkar ve asimilasyonunun sağlayıcısı olan kapitalist sömürgeciliğin zaferi ilan edilmiş olmayacak mı?
PKK’nin “hedefleştirmediği” ve Kürt ile Türk gerçekliklerinin en büyük düşmanı olan TÜSİAD sermayesi, bugün Barzani petrollerinin ihalesini alıp, Kuzer Irak’a yatırımlar yaparken, hangi devrimcilikten bahsedip, hangi eşitlikten dem vuracağız?
Uluslararası bankerlerin “Ortadoğu’da hayata geçirdiği” müspet fiillere karşıt konumlanmayan, bir tür “neo-Osmanlıcı” yeni bir içerik, hangi Barış’ın teminatıdır?
ÇÖZÜM NEDİR?
Bir beldede, sermaye; medya ve üretim ilişkilerini belirliyor iken, 40 milyon icra dosyası muhakemeleri işgal etmişken, asgari ücret; açlık sınırının altındayken, sigortasız işçilerin sayısı sigortalılardan fazla iken, toprak işlemeyenin, su kullanmayanın iken, 60bin evsiz sokaklarda yatarken, onbinlerce boş konut kiralık tabelası ile boş beklerken, insanlar; kapitalist modernitenin “medya” saldırısı üzerinden tarih ve toplumsal karakterine bu kadar yabancılaşmışken, bu sürecin en bariz ortağı ve mazlumu olan bir toplumun (Kürtlerin), “ulusal kimlik sorunundan bahsetmesi” tüm bu sorunları yaratan “kapitalist sömürgeciliği” görünmez kılmak dışında hiçbir netice üretmemiştir.
Unutmamak gerekir ki “en batıcı uluslaşma kavrayışı dahi” emperyalizm ile müspet bir mücadele referansına bağımlıdır. Çin ve Vietnam örnekleri, Türkiye örnekliği bu anlamda büyük bir önem arz etmektedir.
Bu netice akabinde, “sömürülelim ama Kürtler tarafından sömürülelim, Kürdistan kuralım da ABD ile kuralım, yeter ki kuralım” diyebilecek kadar omurgasız ve kişiliksiz bir siyasi dil ortaya çıkmış, bu dil “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur faşizmiyle kol kola, geldiğimiz sürecin altyapısını hazırlamıştır…”
12 Eylül Cuntasının antropolojik dâhisi olan “Kenan Evren’in” kart-kurt çözümlemesini aşamamış bir Türk egemen dili üreterek, Türk’lüğün tarihsel kamusalcı gelenekleri görünmez kılınmış, akabinde “bu dile entegre” ve bu dilin adapte olduğu kapitalist modernitere “doğal olarak” entegre bir tür direngenlik üretilmiş (PKK), böylece; “müspet bir dışsal etken, içselleştirilerek, Türk ile Kürt’ün problemi haline dönüştürülmüştür.”
Makalenin başında da ifade ettiğim gibi, bu coğrafya “sanayi devrimini tamamlamamış” lakin bu koşulda dahi; küresel ekonomik sisteme adapte bir üniter devlet sürecine dahil olmuş, “kaçınılmaz olarak” küresel egemen siyasete adapte bir karakter kazanmış, yani Batılılaşmıştır.
Batı’nın bu müspet kuşatmasının doğal sonucu olarak ortaya çıkan “homojenizasyon”, doğrudan “anti-emperyalist” bir refleks üreteceğine, tam da ana sorunu üretenlerin arzulayacağı şekilde yapay bir sürecin gelişmesini sağlamıştır.
Bu açıdan bugün; bir hattın müdafaasından ziyade, geniş bir satıh müdafaası, ve Doğu’nun kadim kültürel geçmişi ile kamusalcı geleneğini yeşertecek kapsayıcı ve örgütlü bir üstyapı tartışması yürütmek mantıklı olabilir. Çünkü yükselen ses, yeni dönem; “küreselleşmeye adapte ve uyumlu bir üstyapı tartışması üretecek, kuvvetle muhtemeldir ki, AKP ve PKK; tam da Öcalan’ın dediği gibi “zamanın ruhuna uygun” bir model arayışına gark olacaktır.
Bu arayışa “Barış” denilecek, lakin bu barış; “fabrikaları kamulaştırmayacak, incirlik üssünü kapattırmayacak, kürecik üssünü kapattırmayacak, patriotları sahiplerine iade etmeyecek, bankaları kapattırmayacak, 40 milyon icra dosyasını kapattırmayacak, devletin sopasını ev örgütün kırbacını halkın sırtından çekmeyecek, Koç’ların, Sabancı’ların uykusunu kaçırmayacak, ABD elçilerinin ve İsrail Siyonizminin endişe ve paniğe kapılmasına sebep olmayacak, toprağı işleyene, suyu kullanana ait kılmayacak, kira zulmünü, kredi faşizmini yok etmeyecek, memuru bulunduğu hal ve ahvalin dışında bir yere taşımayacak, kısacası; tüm reel ve müspet problemlerin çok dışında bir aldanışın ötesine geçmeyecektir.
Bu nedenledir ki, bugün kadim doğu halkları; ortak kaderlerini tayin etme adına; anti-emperyalist ve devrimci bir kararlılık, ideolojik bir tutarlılık içerisinde, bu elim gelişmeler karşısında yek vücud olma girişimlerine gark olmalıdırlar. Klasik ve süregelmiş siyasi dilin, mesele karşısında “inkarcı ya da 12 Eylül antropolojisine güdümlü” bir yaklaşımın dışında, bu elim gerçekliği okuyacak derinliği ve bölgeyi kuşatacak “devrimci seçeneği” inşa etmek zarureti içinde olduğumuzu görmemiz gerektiği kanaatindeyim.
İş bu minval üzere, memleketin Türk, Kürt, Arap aydınları; kafa kafaya vermeli, “esas meseleyi görünmez kılmayan” bir netlik içinde, yeni bir direniş ve mücadele hattı üretme, Küreselleşmenin örgütlü usulü karşısında, kadim Doğu’nun devrimci dinamiklerini yeniden ihya ve inşa sürecini ayağa kaldırma, Ortadoğu’da ki emperyalist müdahaleyi, bu müdahalenin somut mağduru olan halkları, sınıfsal şuur ve devrimci kişilikle donatma yolunda, mühim bir sorumluluk üstlenmelidirler.
PKK’nin 30 yıl boyunca verdiği mücadeleden övgüyle bahsederken, bu 30 yıl içinde Türkiye’de kapitalizmin geldiği nokta ve emperyalizmin vardığı nihai aşamaya baktığımızda, verilen mücadelenin bu iki müspet gerçekliğin çok dışında bir mücadele olduğu aşikar hale gelmektedir.
Türk egemen burjuvazisinin ve Kürt feodalizminin oturduğu barış masası, Türk işçisinin ve Kürt köylüsünün “baş düşmanı olan” bu iki zümrenin, makalemizin başından beri bahsettiğimiz “zamanın ruhuna” birlikte adapte olma girişiminden ibarettir.
Bun nedenle, PYD namlusunu Esad’a, PJAK ise İran’a doğrultmuştur. Öcalan’ın bahsettiği “kadim uygarlık ve demokratik modernite” böylesine elim ve sınıfsal kişilikten yoksun bir başlangıç paradigması ile harekete geçmiştir.
Kaybeden ise, her zaman ki gibi; Türk ve Kürt kardeşliği olacaktır…
Bu açıdan, halkların ve bütün ezilenlerin kardeşliğini selamlar, bugün; çok daha ideolojik ve sağlam zeminde durmamız gerektiğinin altını çizerek, bu yazıyı sabırla okuyan tüm dostları selamlarım.
Ben, bir İslamcı olarak; sınırsız ve sınıfsız toplum olarak anladığım Tevhid idealinin gerçekleşmesinde, emperyalizmin bölgeden işbirlikçileriyle tasfiyesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğine inanan biri olarak tüm doğu insanlarını selamlarım.
Eren Erdem
Odatv.com
Makalenin özgün adresi için (tıklayınız)
...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Cuma, Mart 22, 2013
Etiketler: Emperyalist bir argüman olarak Kürtçülük, Emperyalist Kültür ve Politikalar
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder