6 Şubat 2010 Cumartesi
"SAYIN GENERAL!.."
“Sayın General!..”
Ardı ardına ortaya atılan iddialarla ambale edilen zihinlerin en güvendiği dağlara lapa lapa karlar yağdırılırken, yağan karın tutması için gerekli alt yapı da gayet ustaca tezgahlanıyor.
Cumhuriyeti kuran iradenin zamanında ortaya koyduğu ilkeleri ve çizdiği rotayı bir nebze bile olsun merak edip anlamaya çalışmaya dahi tenezzül buyurmamış olanların işgal ettikleri makamlarla beraber kendilerini de düşürdükleri durum içler acısıdır.
Emaneti ehil ellere teslim etmeyi bilememenin ve bunu hafife almanın faturası da bir gün elbette önümüze konacaktı ve işte o gün de geldi çattı!..
Dikkatinizi çekiyor mu bilmem; cumhuriyetin temel değerlerinin çağdışı kaldığı iddiasını kendilerine dayanak yapanların tacizkâr saldırıları karşısında acze düşürülmek istenen ordu mensuplarımız, iddia edildiği gibi olmadıklarını ispat için habire TV Kanallarında boy gösteriyor ve karşılarındaki ne idüğü çoktan belli olmuş olan bir takım bey(!)lerin küstahça sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyorlar.
Adam ağzını kaldırarak mağrur bir eda ile söze şöyle başlıyor: “Sayın Generâl!…”
Bu, çok ustaca bir söze giriştir.
Sanki kendisi, darbe girişimi başarısız olmuş Lâtin Amerikalı bir subayı yargılayan bir sömürge hakimi, karşısındaki de aklına geldikçe, fırsat düştükçe darbe yapa yapa onbaşılıktan generalliğe yükselmiş bir asker eskisi!
Bu şekilde hitap etmeyi ısrarla sürdürüyorlar: Sayın Generâl!
Yani, onlara göre haddi rütbesini aşmış sıradan biri!
Yani kendince milletin gözü önünde önce ona haddini bildirerek sözüne öyle başlamış oluyor.
Ya kendisi?
Kendisi kim?
Ya bilmem kimin emrinde getir götür işi yaparken görülen lüzum üzerine gazeteci(!) yapılmış biri, ya bilmem hangi siyasetçinin çantasını taşırken yalakalığa yetkinliğini fazlasıyla ispat etmiş bir “danışman”, ya da hangi bilimsel çalışmasıyla parladığını, kimlerin tasdik ve onayı ile profesörlük titrini taşımaya layık olduğunu bilemediğimiz, yurtdışı fonlarla besiye çekilmişöğretim görevlisi…
Eh, tabii “bana paşa demeyin!” diyerek kendinizce tevazu gösterip, kendinizde “ben bildiğiniz o askerlerden” değilim mesajı vermek ihtiyacını hissediyorsanız karşı tarafın iddialarını zaten çoktan kabul etmiş olmuyor musunuz?
Halbuki bizim ordumuzda, bizim kültürümüzde ordu nedir, rütbeyi kim verir, taşıdığınız o rütbeler sadece sizin şahsınıza mı aittir bunları bilmez misiniz “Paşam?!”
Bu milletin evlatları, askerliğin o şerefli üniformasını giydikleri daha ilk günden, millet nezdinde üstün bir mevki kazanmış olurlar. Hele ki, o evlatlar kollardan omuzlara doğru yükselen rütbelerle donandıkça, bu millet; kendi güven ve şerefinin de o ölçüde yükseleceğini iyi bilir. Böyle olduğu için de, kendi verdiği o şerefli rütbelere herhangi bir şekilde bir halel gelmesinin, kendi şerefine bir halel gelmesinden çok daha fazla bir bedele denk geldiğini de iyi bilir!
Bu bakımdan iki gözü ve iki kulağı da daima ordusundadır.
Tek ordusu yerinde dursun, dünya durmuş, umurunda değildir!
Çünkü o, bu milletten süzülüp gelmiş büyük bir güç, gözü kapalı güvenip sarılabileceği şefkatli bir kucaktır. Asırlarca devam edegelmiş ve başka hiç bir millette görülmeyen bu candan içiçeliği hangi gerekçe ile olursa olsun sarsmak veya yeniden tanzim etme ihtiyacı duymak, ya da devletin diğer herhangi bir resmi kurumu gibi bu millete algılatma yolunu tutmak, ruhu bedenden ayırmak gibidir.
Can giderse beden kurda kuşa yem olmaz mı paşam?
Rahmetli(!) cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın şortla asker teftiş etmesi ile başlatılan bu “demokratik” süreç milli olan ne kadar değer varsa yıka yıka maalesef bizi bugünlere kadar getirdi. Milli değerler ve milli “terbiye”nin demokrasi adına yıkılması gerekli ”tabular” olduğu propagandasına kapılan milyonlara da bu durumun şakşakçılığı yaptırıldı. “Bir kereden bir şey olmaz” denerek atılan ilk adımın, bu milleti nerelere sürükleyeceği ta o günlerden belli değil miydi?
Velhasıl, milletin kalbine indirilmek üzere kalkmış bir hançeri, bileğinden yakalamak yerine göğsüne indirilmesine seyirci kalmak, o hançerin açtığı yaradan daha çok sineye acı vermiş, milletin boynu bükük kalmıştır. Liyâkat ve adalet diye inleyen bu milletin acılarının tez zamanda dinmesi dilek ve temennisiyle diyelim…
...
Ardı ardına ortaya atılan iddialarla ambale edilen zihinlerin en güvendiği dağlara lapa lapa karlar yağdırılırken, yağan karın tutması için gerekli alt yapı da gayet ustaca tezgahlanıyor.
Cumhuriyeti kuran iradenin zamanında ortaya koyduğu ilkeleri ve çizdiği rotayı bir nebze bile olsun merak edip anlamaya çalışmaya dahi tenezzül buyurmamış olanların işgal ettikleri makamlarla beraber kendilerini de düşürdükleri durum içler acısıdır.
Emaneti ehil ellere teslim etmeyi bilememenin ve bunu hafife almanın faturası da bir gün elbette önümüze konacaktı ve işte o gün de geldi çattı!..
Dikkatinizi çekiyor mu bilmem; cumhuriyetin temel değerlerinin çağdışı kaldığı iddiasını kendilerine dayanak yapanların tacizkâr saldırıları karşısında acze düşürülmek istenen ordu mensuplarımız, iddia edildiği gibi olmadıklarını ispat için habire TV Kanallarında boy gösteriyor ve karşılarındaki ne idüğü çoktan belli olmuş olan bir takım bey(!)lerin küstahça sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyorlar.
Adam ağzını kaldırarak mağrur bir eda ile söze şöyle başlıyor: “Sayın Generâl!…”
Bu, çok ustaca bir söze giriştir.
Sanki kendisi, darbe girişimi başarısız olmuş Lâtin Amerikalı bir subayı yargılayan bir sömürge hakimi, karşısındaki de aklına geldikçe, fırsat düştükçe darbe yapa yapa onbaşılıktan generalliğe yükselmiş bir asker eskisi!
Bu şekilde hitap etmeyi ısrarla sürdürüyorlar: Sayın Generâl!
Yani, onlara göre haddi rütbesini aşmış sıradan biri!
Yani kendince milletin gözü önünde önce ona haddini bildirerek sözüne öyle başlamış oluyor.
Ya kendisi?
Kendisi kim?
Ya bilmem kimin emrinde getir götür işi yaparken görülen lüzum üzerine gazeteci(!) yapılmış biri, ya bilmem hangi siyasetçinin çantasını taşırken yalakalığa yetkinliğini fazlasıyla ispat etmiş bir “danışman”, ya da hangi bilimsel çalışmasıyla parladığını, kimlerin tasdik ve onayı ile profesörlük titrini taşımaya layık olduğunu bilemediğimiz, yurtdışı fonlarla besiye çekilmişöğretim görevlisi…
Eh, tabii “bana paşa demeyin!” diyerek kendinizce tevazu gösterip, kendinizde “ben bildiğiniz o askerlerden” değilim mesajı vermek ihtiyacını hissediyorsanız karşı tarafın iddialarını zaten çoktan kabul etmiş olmuyor musunuz?
Halbuki bizim ordumuzda, bizim kültürümüzde ordu nedir, rütbeyi kim verir, taşıdığınız o rütbeler sadece sizin şahsınıza mı aittir bunları bilmez misiniz “Paşam?!”
Bu milletin evlatları, askerliğin o şerefli üniformasını giydikleri daha ilk günden, millet nezdinde üstün bir mevki kazanmış olurlar. Hele ki, o evlatlar kollardan omuzlara doğru yükselen rütbelerle donandıkça, bu millet; kendi güven ve şerefinin de o ölçüde yükseleceğini iyi bilir. Böyle olduğu için de, kendi verdiği o şerefli rütbelere herhangi bir şekilde bir halel gelmesinin, kendi şerefine bir halel gelmesinden çok daha fazla bir bedele denk geldiğini de iyi bilir!
Bu bakımdan iki gözü ve iki kulağı da daima ordusundadır.
Tek ordusu yerinde dursun, dünya durmuş, umurunda değildir!
Çünkü o, bu milletten süzülüp gelmiş büyük bir güç, gözü kapalı güvenip sarılabileceği şefkatli bir kucaktır. Asırlarca devam edegelmiş ve başka hiç bir millette görülmeyen bu candan içiçeliği hangi gerekçe ile olursa olsun sarsmak veya yeniden tanzim etme ihtiyacı duymak, ya da devletin diğer herhangi bir resmi kurumu gibi bu millete algılatma yolunu tutmak, ruhu bedenden ayırmak gibidir.
Can giderse beden kurda kuşa yem olmaz mı paşam?
Rahmetli(!) cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın şortla asker teftiş etmesi ile başlatılan bu “demokratik” süreç milli olan ne kadar değer varsa yıka yıka maalesef bizi bugünlere kadar getirdi. Milli değerler ve milli “terbiye”nin demokrasi adına yıkılması gerekli ”tabular” olduğu propagandasına kapılan milyonlara da bu durumun şakşakçılığı yaptırıldı. “Bir kereden bir şey olmaz” denerek atılan ilk adımın, bu milleti nerelere sürükleyeceği ta o günlerden belli değil miydi?
Velhasıl, milletin kalbine indirilmek üzere kalkmış bir hançeri, bileğinden yakalamak yerine göğsüne indirilmesine seyirci kalmak, o hançerin açtığı yaradan daha çok sineye acı vermiş, milletin boynu bükük kalmıştır. Liyâkat ve adalet diye inleyen bu milletin acılarının tez zamanda dinmesi dilek ve temennisiyle diyelim…
...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Cumartesi, Şubat 06, 2010
Etiketler: Milli Kültür, slayt
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder