2 Ocak 2010 Cumartesi
Küreselleşme = Açlığa mahkûm edilen milyonlar!
Önce bir kaç haber:
"TÜİK’in araştırmasına göre ise yılda 200 kişi açlıktan ölüyor. Ben bu araştırmaya gülerim, eğer açlıktan ölen ve yeterli beslenemediği için yakalandıkları hastalıklar sebebiyle kara toprağa girenlerin sayısı on binlere varmıyorsa ben bu ülkede yaşamıyorum demektir. Neler görüyoruz, neler. Ama böyle bir ülke televizyonlarında en çok seyredilen programlar yemek programları. Her gün en dindar kanalından halka ve dine en kindar olanına kadar bütün televizyonlarda onlarca çeşit yemeğin tarifi yapılıyor, “Yemekteyiz” deniyor, yemek mi yeniyor, yarışanlar birbirlerini mi yiyor, belli değil. Kimi o tarife göre yemek yapıyor, kimi seyredip yutkunuyor. Millet açlıktan ölürken bazı televizyonlarda surata yaş pasta atma yarışmaları düzenleniyor; ömründe yaş pasta yememiş çocukların içinden o yarışmayı seyrediyorken kim bilir neler geçiyor!"
(H. Demir / Yeniçağ Gzt. / 29.09.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Can Baz!
Can Baz, Hataylıydı. 26 yaşındaydı, işsizdi. Ne tür olursa olsun bir iş bulabilmek umuduyla cebindeki son parayı otobüse verdi. Atladı, Bodrum’a geldi. Günlerce iş aradı, bulamadı. Açtı. Resmen ve kelimenin gerçek anlamıyla; aç. Feryadımı, isyanımı, sesimi nasıl duyurabilirim, diye düşündü günlerce. Sonunda kararını verdi. Bodrum’un göbeğinde... Onlarca kişinin gözleri önünde... Benzin dolu bidonu kafasından aşağı boca etti. “Açım, açım, aç kaldım, işsizim” diye bağırarak... Ve çakmağı çakarak... Kendi “aç’ılımı!”nı yaptı.
Siz bu satırları okuduğunuz sırada Can hastanede ölüm kalım savaşı veriyor. Ve kim bilir daha ne kadar Can... Ne kadar Can’ımız kafalarında böylesi aç’ılımlarla... Aramızda dolaşıyor."
(M. Aşık / Milliyet Gzt. / 02.09.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Emekli maaşım yetmiyor ve bu hayat yükünü artık omuzlarım kaldırmıyor.
Bazen, bir partiye üye olmadığıma veya bir cemaate girmediğime ya da azınlık olmadığıma hayıflanıyorum. O tür kişiler için bir yerde iş bulmak sorun olmuyor.
Para bulursam günlük gazete alıp iş ilanlarına bakabiliyorum. İşyerlerinde kapıdaki güvenliği geçip ilgiliye ulaşılamıyor. ‘Adam lazım değil dayı’ diye kapıdan çevriliyorum.
Her geçen gün daha da batıyorum. Sabahları ortaokul ikinci sınıfa giden oğluma 1 lira poğaça parası veremediğim için artık oğlumun gözlerine bakamıyorum; UTANIYORUM!
Şimdi 18 yaşında olan ve 17 yaşına kadar 6 kez beyin ameliyatı geçiren kızım, eğitimini boş verip çalışmaya başladı şimdilerde... 12-14 saat çalışan kızım yorgun argın eve geldiğinde gözlerine bakamıyorum; UTANIYORUM!
İşsizlikten kaynaklanan parasızlık nedeniyle faturalar geciktiği için sık sık elektrik, su, doğalgaz kesiliyor. Ailemi bu duruma düşürdüğüm, yoksulluk, umutsuzluk ve çaresizlik acısını yaşattığım için eşimin yüzüne bakamıyorum; UTANIYORUM!
Bazıları gibi şov olsun diye köprüye çıkmak, yüksek binadan kendini atar gibi yapmak, ya da bizi yönetenlerin yol güzergâhında kendini yakmaya kalkmak, cinnet geçirip onun bunun canını yakmayı düşünmek yerine ben sadece dua ediyorum.
İşimiz Allah’a kalmış çünkü... Artık, tek sahibimiz o kalmış belli ki... Duam da çok kolay:
‘Allahım, ya rızkımı ver, ya bu canı al!’
Ve bu dua sırasında hiç ama hiç UTANMIYORUM!”"
(R. Turan / Hürriyet Gzt. / 13.08.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"GÜNDE 1 POĞAÇA
Tufan Türenç, Van 100. Yıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel’in açıklamasını aktarıyor:
“13 bin öğrencimiz var. Bunlardan sadece 100 kişi üç öğün yemek yiyebiliyor. Geri kalanı günü bir adet poğaça ile geçiriyor. Öğrenciler para harcamamak için evden, yurttan dışarıya çıkmıyor ve devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanıyor.
Üniversitemizde sadece bin öğrenciye her gün ücretsiz öğle yemeği verebiliyoruz. Bin öğrenciye kumanya paketi dağıtıyoruz. Geriye kalan 11 bin öğrenci, fiyatı bir milyon lira (bugünün 1 lirası) öğle yemeğini bile parasızlık nedeniyle yiyemiyor. Kırsal kesimden gelenler ekmek arası patates veya haşlanmış yumurta yiyor.”
Demek ki üniversiteler akşam yemeği de vermiyorlar. Verseler de öğle yemeği için bir lira bulamayan öğrenci akşam yemeğine nereden para bulacak?"
(Ö. İnce / Hürriyet Gzt. / 29.10.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Açlıktan bayılan üniversite öğrencileri
Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Necla Pur, insanın kanını donduran şeyler söyledi. Dedi ki; “Öğrencilerimiz açlıktan derste bayılıyor.” Büyük bölümü Anadolu’dan gelen öğrencilerin çoğu günde bir öğün yemek yiyebiliyorlarmış. Günde 1.5 liraya yemek alamayanlar varmış.
On kadar öğrenci derste fenalaşıp, bayılmış. Doktor, çocukların açlıktan, halsizlikten bayıldıklarını söyleyince, yönetim öğrencilere çorba dağıtmaya başlamış. Onlar da çorbaya avuç avuç kıtır ekmek doldurup yiyorlarmış.
Sözün bittiği yer herhalde burası...
Devlet üniversiteleri bu halde... Öğrencilerden haraç gibi harç alan devlet nerede?..
(09.09.2009 / Hikmet Bilâ / gazetevatan.com)
* * *
Evet, buna benzer daha bir çok örneğe kendi çevrenizde ve belki de bizzat kendi hayatınızda yaşayarak tanıklık ediyorsunuz.
"Dünyanın doğal düzeni budur" aldatmasını kendisine şiar edinmiş ve sözde bilimsel laflarla allayıp pullayarak bu durumu "idrak etmemiz gerektiğini" bize sürekli telkin eden bu "küresel soygun ideolojisi", aynı zamanda bizden bu durumu "tevekkülle" karşılamamızı ve "iyi bir vatandaş, iyi bir müslüman" olarak asıl mükâfatın "inanlar için" zaten "öbür dünyada" olduğunu da aklımızdan çıkarmamamızı sıkı sıkı tembihlemeyi de unutmuyor!
İnsanlığa dair ne varsa kendi çıkarları için tahrip etmekte bir an bile tereddüt etmeyen ve attığı her adımda yeni bir vahşet ve yeni bir zulüm yaratan bu zihniyetin pençesinde kıvranan bu zavallı hale "düşürülmüş" ülkemizdeki şu iç kanatan manzaralara gözünü kapatarak hala kendi mal mülklerini artırmak gayreti güdenler unutmasınlar ki, o biriktirmeye çalıştıkları servetleri de gün gelecek kendilerine yar olmayacaktır. Zira, bu vahşi soygun ve talana itiraz etmemek, böyle bir şenaete yardım ve yataklık etmek demek değilse nedir? Yoksa bu yangının kendilerine ulaşamayacağından bu kadar mı emindirler?
Ne halden nerelere geldiğimizin bir resmi olan şu makaleyi dikkatlerinize sunarak yazıma son vereyim:
Akar para, kokar para
Bir zamanlar Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi değildi. Ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfus çoğunluğu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası başlamamıştı henüz.
Köylüler yoksuldu, evet.
Öylesine yoksullardı ki, başta doğu, bazı bölgelerde parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakarlardı, ataerkil ocaklarında.
Çünkü kendi davarı olmayanın bile başkasının dağda kırda dolanan davarlarının arkasından serbestçe toplayabildiği tezek, para vermeden bol bulunan tek yakıttı.
Üstelik, hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı: Yoksul köylüler, sindirilmiş ottan ibaret davar dışkısını yalnız yakıt diye kullanmaz, toprağın cömertçe sunduğu kil ve suyla karıştırıp evlerini bu bulamaçla sıvarlar ve tezek, üretimi çevreye zarar vermeyen doğal bir çimento olarak çıkardı karşımıza.
Tek bir yan etkisi vardı: Kokusu. Duvar sıvasına dönüşüp güneşte kuruduğunda pek hissedilmezdi de, yakıldığında yoğun bir duman ve çekilmez bir koku salardı. Ama yurdumun insanı, doğalın o pis kokusundan bile çevreci bir çıkarım yapmış ve tezeği yaz geceleri, sivrisineklerden korunmak için açıkta yakardı.
Sivrisinekler kokudan mı bayılırlardı, yoksa dumandan mı boğulurlardı, bilemeyeceğim... Ama düşünün ki sivrisineklerin bile dayanamadığı o koku ve o duman, insanlarımızı pek rahatsız etmiyor olacak ki, kışın evin içinde çektiği dumanı, yaz geceleri dışarıda sefa diye tüttürebiliyordu...
***
Ülkemizdeki yaygın tezek kullanımı, edebiyatımıza sefalet göstergesi diye yansıdı ve akaryakıtı olmayan vatandaşın tezek yakıtı, yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda, “kokaryakıt” olarak anıldı.
Evet; Türkiye, devleti ve kırsalıyla gerçekten yoksuldu o yıllarda. Ama bugünkünden çok daha az aç insan vardı. Hatta en yoksulu bile aç kalmıyordu: Türkiye, tarım ve hayvancılığıyla hiç bir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyor, hatta fazlasını üretiyordu.
Kuş gribi yoktu, çünkü en yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve henüz et yedirilip delirtilmeyen ineğin sütü, yem ararken KKK sorumlusu keneleri de temizleyen tavuk gibi tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken, bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyordu.
Türkiye artık dünyanın 17. büyük ekonomisi.
Köylerin çoğu ıssız, toprak nadasta, inekler ottan çok kemik tozu yiyor, etleri gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, kenelere gün doğdu KKK oldular, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor. Zaten verimli topraklar da çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi.
Zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, et ve gıda ithal ediyor. Kırsaldan göçün boğduğu kentlerin havası zehirlendi, suyu kirlendi, göçen köylülerin de çoğu işsiz, ama Türkiye zengin. Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken, hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz.
Bir de baktı ki dünya, zenginleşen ülkeler gezegeni de kirletmiş, iklimler değişiyor.
Demek ki zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, fabrika bacaları, ısınma derken sadece iklimleri değiştiren CO2 değil, yüksek zehirli gazlar salarmış. Göller, nehirler, denizler zehirlenmiş...
***
Kopenhag’da toplandı devletler, insanlığı zenginleşmenin yarattığı kirlilikten kurtarmak üzere, karbon salımının yarı yarıya düşürülmesi için anlaşmaya çalışıyorlar.
Doğru da, gerçek ve kalıcı çözüm için “zenginlik” kavramı üstünde de düşünmek gerekmez mi?
En dar alanda en çok verimi alacağım diye köylülerini işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve sanayileşeceğim diye gırtlağına kadar borçlanan bir ülke mi zengindir, yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi?
Akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer.
Tezek pis kokar, ama öldürmezdi.
Karbonu, petrolü, kimyasalı hem pis, hem de ölüm kokuyor.
Mine G. Kırıkkanat / VATAN GAZETESİ / 8.12.2009
"TÜİK’in araştırmasına göre ise yılda 200 kişi açlıktan ölüyor. Ben bu araştırmaya gülerim, eğer açlıktan ölen ve yeterli beslenemediği için yakalandıkları hastalıklar sebebiyle kara toprağa girenlerin sayısı on binlere varmıyorsa ben bu ülkede yaşamıyorum demektir. Neler görüyoruz, neler. Ama böyle bir ülke televizyonlarında en çok seyredilen programlar yemek programları. Her gün en dindar kanalından halka ve dine en kindar olanına kadar bütün televizyonlarda onlarca çeşit yemeğin tarifi yapılıyor, “Yemekteyiz” deniyor, yemek mi yeniyor, yarışanlar birbirlerini mi yiyor, belli değil. Kimi o tarife göre yemek yapıyor, kimi seyredip yutkunuyor. Millet açlıktan ölürken bazı televizyonlarda surata yaş pasta atma yarışmaları düzenleniyor; ömründe yaş pasta yememiş çocukların içinden o yarışmayı seyrediyorken kim bilir neler geçiyor!"
(H. Demir / Yeniçağ Gzt. / 29.09.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Can Baz!
Can Baz, Hataylıydı. 26 yaşındaydı, işsizdi. Ne tür olursa olsun bir iş bulabilmek umuduyla cebindeki son parayı otobüse verdi. Atladı, Bodrum’a geldi. Günlerce iş aradı, bulamadı. Açtı. Resmen ve kelimenin gerçek anlamıyla; aç. Feryadımı, isyanımı, sesimi nasıl duyurabilirim, diye düşündü günlerce. Sonunda kararını verdi. Bodrum’un göbeğinde... Onlarca kişinin gözleri önünde... Benzin dolu bidonu kafasından aşağı boca etti. “Açım, açım, aç kaldım, işsizim” diye bağırarak... Ve çakmağı çakarak... Kendi “aç’ılımı!”nı yaptı.
Siz bu satırları okuduğunuz sırada Can hastanede ölüm kalım savaşı veriyor. Ve kim bilir daha ne kadar Can... Ne kadar Can’ımız kafalarında böylesi aç’ılımlarla... Aramızda dolaşıyor."
(M. Aşık / Milliyet Gzt. / 02.09.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Emekli maaşım yetmiyor ve bu hayat yükünü artık omuzlarım kaldırmıyor.
Bazen, bir partiye üye olmadığıma veya bir cemaate girmediğime ya da azınlık olmadığıma hayıflanıyorum. O tür kişiler için bir yerde iş bulmak sorun olmuyor.
Para bulursam günlük gazete alıp iş ilanlarına bakabiliyorum. İşyerlerinde kapıdaki güvenliği geçip ilgiliye ulaşılamıyor. ‘Adam lazım değil dayı’ diye kapıdan çevriliyorum.
Her geçen gün daha da batıyorum. Sabahları ortaokul ikinci sınıfa giden oğluma 1 lira poğaça parası veremediğim için artık oğlumun gözlerine bakamıyorum; UTANIYORUM!
Şimdi 18 yaşında olan ve 17 yaşına kadar 6 kez beyin ameliyatı geçiren kızım, eğitimini boş verip çalışmaya başladı şimdilerde... 12-14 saat çalışan kızım yorgun argın eve geldiğinde gözlerine bakamıyorum; UTANIYORUM!
İşsizlikten kaynaklanan parasızlık nedeniyle faturalar geciktiği için sık sık elektrik, su, doğalgaz kesiliyor. Ailemi bu duruma düşürdüğüm, yoksulluk, umutsuzluk ve çaresizlik acısını yaşattığım için eşimin yüzüne bakamıyorum; UTANIYORUM!
Bazıları gibi şov olsun diye köprüye çıkmak, yüksek binadan kendini atar gibi yapmak, ya da bizi yönetenlerin yol güzergâhında kendini yakmaya kalkmak, cinnet geçirip onun bunun canını yakmayı düşünmek yerine ben sadece dua ediyorum.
İşimiz Allah’a kalmış çünkü... Artık, tek sahibimiz o kalmış belli ki... Duam da çok kolay:
‘Allahım, ya rızkımı ver, ya bu canı al!’
Ve bu dua sırasında hiç ama hiç UTANMIYORUM!”"
(R. Turan / Hürriyet Gzt. / 13.08.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"GÜNDE 1 POĞAÇA
Tufan Türenç, Van 100. Yıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel’in açıklamasını aktarıyor:
“13 bin öğrencimiz var. Bunlardan sadece 100 kişi üç öğün yemek yiyebiliyor. Geri kalanı günü bir adet poğaça ile geçiriyor. Öğrenciler para harcamamak için evden, yurttan dışarıya çıkmıyor ve devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanıyor.
Üniversitemizde sadece bin öğrenciye her gün ücretsiz öğle yemeği verebiliyoruz. Bin öğrenciye kumanya paketi dağıtıyoruz. Geriye kalan 11 bin öğrenci, fiyatı bir milyon lira (bugünün 1 lirası) öğle yemeğini bile parasızlık nedeniyle yiyemiyor. Kırsal kesimden gelenler ekmek arası patates veya haşlanmış yumurta yiyor.”
Demek ki üniversiteler akşam yemeği de vermiyorlar. Verseler de öğle yemeği için bir lira bulamayan öğrenci akşam yemeğine nereden para bulacak?"
(Ö. İnce / Hürriyet Gzt. / 29.10.2009 tarihli makalesinden...)
* * *
"Açlıktan bayılan üniversite öğrencileri
Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Necla Pur, insanın kanını donduran şeyler söyledi. Dedi ki; “Öğrencilerimiz açlıktan derste bayılıyor.” Büyük bölümü Anadolu’dan gelen öğrencilerin çoğu günde bir öğün yemek yiyebiliyorlarmış. Günde 1.5 liraya yemek alamayanlar varmış.
On kadar öğrenci derste fenalaşıp, bayılmış. Doktor, çocukların açlıktan, halsizlikten bayıldıklarını söyleyince, yönetim öğrencilere çorba dağıtmaya başlamış. Onlar da çorbaya avuç avuç kıtır ekmek doldurup yiyorlarmış.
Sözün bittiği yer herhalde burası...
Devlet üniversiteleri bu halde... Öğrencilerden haraç gibi harç alan devlet nerede?..
(09.09.2009 / Hikmet Bilâ / gazetevatan.com)
* * *
Evet, buna benzer daha bir çok örneğe kendi çevrenizde ve belki de bizzat kendi hayatınızda yaşayarak tanıklık ediyorsunuz.
"Dünyanın doğal düzeni budur" aldatmasını kendisine şiar edinmiş ve sözde bilimsel laflarla allayıp pullayarak bu durumu "idrak etmemiz gerektiğini" bize sürekli telkin eden bu "küresel soygun ideolojisi", aynı zamanda bizden bu durumu "tevekkülle" karşılamamızı ve "iyi bir vatandaş, iyi bir müslüman" olarak asıl mükâfatın "inanlar için" zaten "öbür dünyada" olduğunu da aklımızdan çıkarmamamızı sıkı sıkı tembihlemeyi de unutmuyor!
İnsanlığa dair ne varsa kendi çıkarları için tahrip etmekte bir an bile tereddüt etmeyen ve attığı her adımda yeni bir vahşet ve yeni bir zulüm yaratan bu zihniyetin pençesinde kıvranan bu zavallı hale "düşürülmüş" ülkemizdeki şu iç kanatan manzaralara gözünü kapatarak hala kendi mal mülklerini artırmak gayreti güdenler unutmasınlar ki, o biriktirmeye çalıştıkları servetleri de gün gelecek kendilerine yar olmayacaktır. Zira, bu vahşi soygun ve talana itiraz etmemek, böyle bir şenaete yardım ve yataklık etmek demek değilse nedir? Yoksa bu yangının kendilerine ulaşamayacağından bu kadar mı emindirler?
Ne halden nerelere geldiğimizin bir resmi olan şu makaleyi dikkatlerinize sunarak yazıma son vereyim:
Akar para, kokar para
Bir zamanlar Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi değildi. Ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfus çoğunluğu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası başlamamıştı henüz.
Köylüler yoksuldu, evet.
Öylesine yoksullardı ki, başta doğu, bazı bölgelerde parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakarlardı, ataerkil ocaklarında.
Çünkü kendi davarı olmayanın bile başkasının dağda kırda dolanan davarlarının arkasından serbestçe toplayabildiği tezek, para vermeden bol bulunan tek yakıttı.
Üstelik, hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı: Yoksul köylüler, sindirilmiş ottan ibaret davar dışkısını yalnız yakıt diye kullanmaz, toprağın cömertçe sunduğu kil ve suyla karıştırıp evlerini bu bulamaçla sıvarlar ve tezek, üretimi çevreye zarar vermeyen doğal bir çimento olarak çıkardı karşımıza.
Tek bir yan etkisi vardı: Kokusu. Duvar sıvasına dönüşüp güneşte kuruduğunda pek hissedilmezdi de, yakıldığında yoğun bir duman ve çekilmez bir koku salardı. Ama yurdumun insanı, doğalın o pis kokusundan bile çevreci bir çıkarım yapmış ve tezeği yaz geceleri, sivrisineklerden korunmak için açıkta yakardı.
Sivrisinekler kokudan mı bayılırlardı, yoksa dumandan mı boğulurlardı, bilemeyeceğim... Ama düşünün ki sivrisineklerin bile dayanamadığı o koku ve o duman, insanlarımızı pek rahatsız etmiyor olacak ki, kışın evin içinde çektiği dumanı, yaz geceleri dışarıda sefa diye tüttürebiliyordu...
***
Ülkemizdeki yaygın tezek kullanımı, edebiyatımıza sefalet göstergesi diye yansıdı ve akaryakıtı olmayan vatandaşın tezek yakıtı, yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda, “kokaryakıt” olarak anıldı.
Evet; Türkiye, devleti ve kırsalıyla gerçekten yoksuldu o yıllarda. Ama bugünkünden çok daha az aç insan vardı. Hatta en yoksulu bile aç kalmıyordu: Türkiye, tarım ve hayvancılığıyla hiç bir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyor, hatta fazlasını üretiyordu.
Kuş gribi yoktu, çünkü en yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve henüz et yedirilip delirtilmeyen ineğin sütü, yem ararken KKK sorumlusu keneleri de temizleyen tavuk gibi tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken, bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyordu.
Türkiye artık dünyanın 17. büyük ekonomisi.
Köylerin çoğu ıssız, toprak nadasta, inekler ottan çok kemik tozu yiyor, etleri gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, kenelere gün doğdu KKK oldular, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor. Zaten verimli topraklar da çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi.
Zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, et ve gıda ithal ediyor. Kırsaldan göçün boğduğu kentlerin havası zehirlendi, suyu kirlendi, göçen köylülerin de çoğu işsiz, ama Türkiye zengin. Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken, hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz.
Bir de baktı ki dünya, zenginleşen ülkeler gezegeni de kirletmiş, iklimler değişiyor.
Demek ki zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, fabrika bacaları, ısınma derken sadece iklimleri değiştiren CO2 değil, yüksek zehirli gazlar salarmış. Göller, nehirler, denizler zehirlenmiş...
***
Kopenhag’da toplandı devletler, insanlığı zenginleşmenin yarattığı kirlilikten kurtarmak üzere, karbon salımının yarı yarıya düşürülmesi için anlaşmaya çalışıyorlar.
Doğru da, gerçek ve kalıcı çözüm için “zenginlik” kavramı üstünde de düşünmek gerekmez mi?
En dar alanda en çok verimi alacağım diye köylülerini işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve sanayileşeceğim diye gırtlağına kadar borçlanan bir ülke mi zengindir, yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi?
Akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer.
Tezek pis kokar, ama öldürmezdi.
Karbonu, petrolü, kimyasalı hem pis, hem de ölüm kokuyor.
Mine G. Kırıkkanat / VATAN GAZETESİ / 8.12.2009
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Cumartesi, Ocak 02, 2010
Etiketler: Emperyalist Kültür ve Politikalar
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder