.
.
Şimdi o makaleye bir göz atalım:
AÇLIKLA BOĞUŞAN BİR ÜLKEDE DİN SÖYLEMLERİ
(Not: Aşağıdaki yazı bundan 8 yıl önce 2002 seçimlerinden hemen sonra yazıldı. 2003 yılında çıkan “İhya’dan İnşa’ya” kitabıma da aynı başlıkla koydum. Son zamanlarda inşa etmeye çalıştığımız söylemin temel gerekçelerini gayet açık ortaya koyuyor. Mesele gelip geçici iktidarlarla ilgili değil; iş derinlerde ve temel “din algısının” dönüşümü ile ilgili. Gördüğüm lüzum üzerine yeniden yayınlıyorum…)
***
“Son yapılan araştırmalarda Türk toplumunun davranışlarını belirleyen temel unsurun “iş ve aş” kaygısı olduğu belirtiliyor. Hatta öyle ki toplumumuz yoğun ekonomik kriz nedeniyle iş ve aş kaygısından başka bir şey düşünemez hale gelmiştir. Toplum tarafından devlet, ekonomik ve sosyal olarak en önemli sığınak olarak görülmekte ve toplumda oldukça güçlü bir “sosyal devlet” talebi bulunmaktadır. Toplumun bilinçaltındaki devleti “baba” olarak gören muhayyile hala çok güçlüdür.
Öyle görünüyor ki Orhun Abideleri’nde geçen “Açları doyurdum, yoksulu giydirdim, dağılmış milleti topladım, Yüce Tanrı babam İlteriş Kağan’ı ve annem Bilge Hatun’u gökteki yanına çekmiş ve Türk milletinin başına kağan olarak dikmiş…” ibareleri toplumumuzun bilinçaltındaki “devlet baba” imajında hala yaşamaktadır. Toplumun devletten beklentileri bin küsur yıl önce dikilen Orhun Abideleri’ndeki ile neredeyse aynısıdır.
Seçimlere ilk defa giren bir partinin, seçim meydanlarında pilavlı nohut ve poşet içinde ekmek dağıtarak, okul kitaplarının bedava dağıtacağını vadederek oylarını artırması, bu bilinçaltına hitap etmenin sonuç getirdiğini göstermektedir. Keza seçimlerde sürekli olarak “doyurma, giydirme” gibi bol keseden umut dağıtan partilerin sürpriz yapması üzerinde iyi düşünülmelidir. Halkın düşürüldüğü bu bitap durumdan oy devşirenlerin umut tacirliği yapıp yapmadıkları ise ayrı bir tartışma konusudur. Açık olan şu ki Türk halkı kuru ekmeğe muhtaç edilmiş, iş ve aş vaadi dışında hiçbir taleple ilgilenemez hale getirilmiştir.
***
Bu noktada “açlık ve din” ilişkisi önemli bir sorun haline gelmektedir. Hz. Ali’nin bir sözü oldukça anlamlıdır; “Aç adamın dini olmaz!” Yine İmam-ı Gazali’nin “Din ile dünya ikiz kardeş gibidir. Din bozulunca dünya, dünya buzulunca din bozulur!” sözü üzerinde iyi düşünülmelidir.
Öyle görünüyor ki din (İslam) muhataplarını vasat düzeyde geçim imkanlarına sahip varlıklar olarak görmekte, bu ön kabul doğrultusunda insanları ahlaklı ve dürüst olmaya çağırmaktadır.
Maddi alt yapısı çökmüş, açlıkla boğuşan bir insanda “din” nasıl tutacaktır?
Türk insanı devleti baba olarak gördüğü için, her ne yapsa içine atmaktadır. Bu durumu iç kanama geçiren bir hastanın durumuna benzetebiliriz. Halkımız iç kanama geçirmekte, tepkisi dışarıdan belli olmamaktadır. Örneğin Arjantin’deki gibi sokaklara dökülmemekte, kanını içine akıtmaktadır. Bu ise tıbben çok tehlikeli bir durum olup, hastanın aniden ölmesine sebep olabilmektedir. Günlük gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan “Kızını sattı, gelinini pazarlarken yakalandı” vb. türünden haberler iç kanamanın hangi boyutlara geldiğini gösterir çarpıcı örneklerdir.
Bu durumda “iş ve aş” arayışı “inanma” arayışının önüne geçmiş görünmektedir. İnsanlara “ahlaklı olun, dürüst olun” dendiğinde “Açız aç, iş, aş istiyoruz” cevabı alınmaktadır. Bunun anlamı şudur; “Ben açım! Aç ayı oynar mı?”
***
Marksist literatürde sıklıkla kullanılan “Din milletlerin afyonudur” sözü üzerinde durmakta yarar vardır.
Aç ve bitap bırakılmış insanlara bazı hocaların çıkıp “Sabredin, Allah sizi fakirlikle imtihan ediyor” telkininde bulunmaları ne derece doğrudur? Bu durumda din yürürlükteki durumu onaylayıcı ve meşrulaştırıcı bir konuma getirilmiş olmuyor mu? Böylesi bir din gerçekten afyon misyonu mu üstleniyor acaba?
Halbuki dinin (İslam’ın) adalet talebi esas itibariyle bu çarpık durumun hesabının sorulması anlamına geliyor. Bugün dünyadaki altı milyar insanın bir milyarı aşırı şişmanlık (ebozite) hastalığından patlayacak durumdayken, buna karşılık bir milyar insan da bir deri bir kemik açlık sınırında yaşıyor. Her ikisinin de birer milyar olması acaba tesadüf müdür? Açıkca görülüyor ki birinin “azı” diğerinin “fazlası” haline gelmiştir. Üç tane Amerikalı’nın geliri 48 ülkenin milli gelirinden daha fazladır. Böylesi bir tabloda “din söylemlerini” yeniden gözden geçirmek gerekmektedir.
***
Garip bir şekilde her tür adaletsizliğe isyanla başlayan dinlerin, daha sonraları isyanları bastırmanın aracı olarak kullanıldıklarını görüyoruz. Bu çerçevede açlıkla boğuşan bir ülkede ve dünyada din söylemi “kaderci” bir temel üzerine oturtulamaz. Tam tersi ilk çıktığında olduğu gibi açlığa, adaletsizliğe ve buna neden olanlara “gür bir isyan” şeklinde tezahür etmelidir.
Din söylemleri aç insanları namaz kılmaya, oruç tutmaya çağırma yerine, daha çok maddi bölüşümdeki adaletsizliklere dikkat çeken, açlığın nedenlerini sorgulayan, buna kimin sebep olduğunu araştıran ve hortumcuların yakasına yapışan bir söyleme kaydırılmalıdır.
Hz. Peygamber’in çağrısında o günkü Arap toplumunu ilgilendirmeyen, yaşadığı çağa, coğrafyaya ve mekana yabancı hiçbir tema göremeyiz.
Hz. Ali’nin dediği gibi aç adamın dini olmaz.
“Açlık dinin işi değildir, bu sol bir söyleme kaymak olur” endişesi tümüyle yersizdir. Bu noktada endişesi olanlara Hz. Peygamber’in “Hulfu’l-Fudul” yıllarında neler yaptığını, soyguncuların yakasına nasıl yapıştığını araştırmalarını tavsiye ederim. Din, sadece “üst yapı” kurumlarıyla ilgilenen bir olgu değildir. Bilakis hayatın içinde, insanoğlunun her türlü acısında hemen yanıbaşındadır. Doğumunda, ölümünde, açlığında, susuzluğunda, düğününde, sevincinde daima insanoğlunun yanındadır.
İslam’ın büyük düşünürlerinden İbni Kayyım el-Cevziyye İ’lamu’l-Muvakkiîn adlı eserinde İslam’ın adalet felsefesini çok güzel özetlemektedir; “Allah’ın bir ismi de ‘el-adl’ (adalet) tir. Yerler ve gökler adaletle ayakta durur. Allah adaletin gerçekleşmesini tek bir şekle ve tek bir yola hasretmemiştir. Her ne şey adaleti sağlıyorsa o şeriattandır. Allah’ın rızası da ve muradı da oradadır…”
Hz. Ömer’in dediği gibi “Adalet mülkün (devletin) temelidir”.
Devlet, karın doyurmak, üst baş giydirmek için değil; bu işler yapılırken ortaya çıkan haksızlıkları gidermek, korkuyu önlemek ve güvenliği sağlamak için vardır. Böylece “adalet” sağlanmış olacaktır. Bu sebeple özgürlüğü kısıtlayan tek şey adalettir. Açlıkla boğuşan bir ülkede din söylemleri “adalet” temelinde yükselmek durumundadır.
Ezanın Türkçe okunması, ana dilde ibadet, Kur’an’ın şifresi, kehanetleri vb. söylemler, aslında dini hayatın dışına itmektedir. İnsanlar, kendi yaşamsal sorunlarıyla ilgilenmeyen bir din söylemine muhatap olmaktadırlar. Sanki dinin işi somut ve reel sorunlardan ziyade mitoloji, kehanet, cifr, üfürükçülük gibi işlerle uğraşmaktır. Gerçi varlığını bunlara borçlu olan dinler olmuştur tarihte, ama İslam bunları sürdürmek değil; insanları bunlardan kurtarmak için gelmiştir.
Dini toplumun somut sorunlarından koparanlara göre sanki Allah yeryüzünün sahici sorunlarına bigâne kalan bir tanrıdır. Fakirlerin değil zenginlerin Allah’ıdır. İnsanlar açlıktan ölürken o ihtirasla sürekli kendisine ibadet edilmesini istemektedir. Bu, Kur’an’ın “Allah”ı değil; olsa olsa Yunan’ın “Zeus’u” olabilir. Çünkü Kur’an’ın Allah’ı Rahman ve Rahimdir. Gerektiğinde “Bu kızı hangi suçtan dolayı öldürdünüz?” diye sorar, sivri sineği örnek vermekten bile çekinmez.
Bu dinin peygamberi “Ben fakirliğimle övünürüm” derken, “Ben her türlü imkan elimdeyken yemiyorum ve yedirmiyorum. Devletin başında olmam beni zengin etmiyor. İşte bununla övünmekteyim…” demek istiyordu.
Şu halde doğrudan hayatın içinden ilham alan, yaşamın dinamik temposunu yakalayan bir din söylemi yakalanmalıdır. Çünkü Kur’an yaşayan realitenin sorularına cevap olarak gelmiştir. Cevap daima sorudan sonra gelir. Önce hayatın ve insanın yaşamsal soruları ortaya çıkar, insanlar sorular arasında gidip gelmeye başlayınca Kur’an bunlardan doğru olanı teyid için gelir. İnsanların küllenmiş vicdanını harekete geçmeye, onları batıl bağımlılıklardan kurtarmaya, oluş ve akışa tepki vermeye çağırır. Yol göstericiliğin asıl anlamı da bu olmalıdır…” (İ. Eliaçık, İhya’dan İnşa’ya, s. 241, Çıra, 2003, İst.)
***
Görüldüğü gibi ana tema hep aynı.
“Bir kökün inkışaf seyrinde” yol alıyoruz…
Türkçe’de çok güzel deyimler var, aklıma geldi onlarla bitireyim; “dişe dokunur bir şey söylemek”, “etliye sütlüye karışmamak”, “suya sabuna dokunmak” gibi…
Yani…
* “Dişe dokunur bir şey var mı” ona bakacaksınız.
Ne demek dişe dokunmak?
Yani “dişe dokunan”; ağıza giren, dişe dokunan, açlıkla, yoksullukla ilgili bir şey var mı? Adamın sabahtan beri ağzından içeri bir şey girmemiş; “dişine bir şey dokunmamış”, geçmiş karşısına vaaz veriyor, nutuk atıyorsun. Dişe dokunan bir şey yok!
* “Etliye sütlüye karışıyor mu” ona bakacaksınız.
Ne demek etliye sütlüye karışmamak?
Yani insanlar açlıkla boğuşurken zengin sofralarının “etlisi ve sütlüsü” ile ilgili bir şey demiyorsun. Vaaz veriyor, hikaye anlatıyor, milleti afyonluyorsun!
* “Suya sabuna dokunuyor mu” ona bakacaksınız.
Ne demek suya sabuna dokunmak?
Yani “Su gibi akan paraya” dokunacak, “Bu değirmenin suyu nereden geliyor”, insanlar açlıkla boğuşurken “Zenginlik içinde yüzmek” nasıl oluyor, “Kara para nasıl aklanıyor”(hangi sabunla yıkanıyor) hesabını soracaksınız. Suya sabuna dokunacaksanız! Bunlara dokunmazsanız, boşuna konuşmuş, “havanda su dövmüş” olursunuz…
“Diş” de, “etli” de, “sütlü” de, “su” da, “sabun” da, “havan” da hep bununla ilgilidir.
Halkımız bu deyimleri ne güzel söylemiş.
Türkçe’nin gözünü seveyim.
İhsan Eliaçık / ihsaneliacik.wordpress.com / 5.Ocak.2010
0 yorum:
Yorum Gönder