3 Kasım 2011 Perşembe
Asıl tehdit İstanbul medyasıdır
İstanbul, konumu ve geçmişi itibarı ile diğer dünya metropollerinden elbette çok daha farklı bir şehir. Ancak onu diğerlerinden ayıran öyle bir farkı daha var ki, bu fark, bütün bir Türk milletini, yüzyıllardır bir beladan diğerine sürükleyip durmakta...
Kendini gizlemekte, ya da bu milletten biri gibi görünmekte son derece ustalaşmış olan bu gizli elin ne derece şerir olduğunu çok iyi bilen Mustafa Kemal'in, yeni cumhuriyete başkent olarak Ankara'yı seçmesi rastgele alınmış bir karar değildir.
O daha genç bir subay iken: "İstanbul, İstanbul'da kalınarak idare edilemez. İstanbul, ancak ona hakim olunabilecek bir noktadan idare edilmelidir!.." diyerek, daha o günden bu o "çok önemli" gerçeğin altını çizmiş oluyordu.
Konuyu daha bir anlaşılır kılmak bakımından şunu açıkça belirtelim ki, İstanbul'un fethi ile birlikte başlayan o tarihi süreçten bu yana, devlet kademelerinde önemli mevkiler edinmiş bir "dönmeler ve devşirmeler" zümresinin hakimiyeti altında bulunmaktan kendini bir türlü kurtaramamış olan İstanbul, eskiden olduğu gibi bugün de Türkiye'nin kaderini kendi çıkarı doğrultusunda dizayn etmek adına, hamle üzerine hamle yapmaktan bir an bile geri durmuyor!..
Değerli tarihçi Yusuf Halaçoğlu'nun da altını çizdiği üzere, adı-sanı Türk gibi göründüğü halde farklı bir dine ve farklı bir kökene sahip olan bu "dönmeler ve devşirmeler" taifesi, yüzyıllardır kendilerine kucak açmış Türklere karşı içlerinde nefret hissi taşımaktan ve onların kuyusunu ısrarla kazmaktan kendilerini bir türlü alamıyorlar. Onların cephesinden bakarsak, mensubiyet ya da aidiyet duygularını bunca yüzyıldır böyle diri tutmuş olmalarına gıpta etmemek de doğrusu elde değil!..
Adını şimdi hatırlayamadığım değerli bir Profesörün bundan bir kaç yıl önce yazdığı bir makalede; "Türkiye, meselelerini sağlıklı bir şekilde aşmak istiyorsa, devlet; kendi arşivlerinde mevcut olan ve kimin nereden geldiğini, aslının neslinin ne olduğunu gösteren kayıtları bir an önce kamuoyuna açıklamalıdır" mealindeki sözlerinin boşuna söylenmiş sözler olmadığının altını da bu vesile ile bir kere daha çizmek gerekiyor.
Öyle ya, şu olup bitenler bizi artık bunu bilmeye mecbur etmeyecekse, başka ne edecek?!..
Bu türden bir söze derhal reaksiyon göstererek, sözün sahibini "ırkçı, kafatasçı ve faşist"likle suçlayanların bu telaş ve öfkelerinin de bir "demokrasi" kaygısından mı, yoksa bir suçluluk telaşından mı kaynaklandığını da ayrıca anlamak lazım!.. Bunu anlamak içinse, geçen yüzyılın başında, İstanbul'u işgal ettirene kadar uğraşan o günlerin, o malûm "mütareke basını"nın durumu ile bugünkü İstanbul medyasının durumunu karşılaştırmak yetiyor.
"Yarım kalmış" bir işi bitirmek için kabirlerinden yeniden kalkmış "zombiler" gibi karşımıza tekrardan dikilen bu malûm zihniyet, yüzyıldan fazla bir zamandır bize ısrarla "sorun" diye dayatılan o bilindik "bölme" ve "imha" projelerini, kaldıkları yerden yeniden devam ettiriyorlar.
* * *
O gün olduğu gibi bugün de, emperyalist akıl hocalarının destek ve himayesinde, "İslamcı" ve "Liberal Sol" ittifakı ile el ele yürütülen bu "medya hücumu"nun halk üzerinde etkili olamadığını söylemeyi çok isterdik ama durum ne yazık ki tam tersine!. Bu konuda çok başarılı olduklarını görmek ve anlamak durumundayız.
"BOP Eşbaşkanlığı" çerçevesinde dizayn edilmiş bir "yürütme erki" ve ona onlarca televizyon kanalı ve bir o kadar yazılı yayınla destek vererek, üstüne düşen zihinsel iğfal harekatını başarı ile yürüten "İstanbul medyası", 32. sınıf adamları gece-gündüz ekranlarda, durmadan ve "tiksinti verecek derecede" konuşturarak "Kürt sorunu" adı altında, bu meş'um bölünme ve parçalanma projesinin büyük bir iştiha ile değnekçiliğini yapmaya devam ediyor!..
"Demokratik haklardan" dem vurmayı da ihmal etmeden bu ülkenin vatandaşlarını psikolojik baskı altına almaya ve onları "ver-kurtul"a razı etmeye uğraşıyor. Öyle ki, bütün bir dünyanın gözü önünde cereyan eden bunca hadiseyi, "güzel şeyler"e gebe günler olarak sunmaktan ve daha düne kadar "komşularla sıfır sorun politikası" çerçevesinde, ailecek İstanbul'da misafir ettikleri Suriye devlet başkanını bir yıl sonra düşman ilan edecek kadar tutarsız bir dış politikayı savunmaktan ve ona münasip bir kulp bulabilmek için envai çeşit taklalar atmaktan yorulmuyor!..
Kısacası, asıl tehlikenin büyüğü PKK ve onun döşediği mayınlarda değil, milli birlik ve bütünlüğün temeline bizzat İstanbul medyasınca döşenip duran ve tahrip gücü çok daha büyük olan bu mayınlarda aranmalıdır. Eğer bu memleketi sürekli sıtma nöbetlerine uğratan bir bataklıktan söz edilecekse, bu bataklık ne Irak'ın kuzeyinde, ne de Anadolu'nun güneydoğusundadır. Bataklığın büyüğü İstanbul'dadır ve her türlü melanet bu bataklıktan üremektedir. İstanbul'un yeniden başkent yapılmak istenmesinin altında nelerin yattığı ise bu çerçevede yeniden düşünülmelidir.
"Mali gücün başkenti" olan İstanbul'a karşılık, "siyasi gücün başkenti" olması münasip görülen Ankara'nın bu gücünü elinden almak, bu her iki gücü de İstanbul'da kök salmış bu baronların eline teslim etmek demektir. İstanbul'un yeniden başkentliği, "hakimiyeti" bir ucundan da olsa yakalayabilmiş bir milletin, o hakimiyeti ebediyyen elinden kaçırmış olması anlamına geleceği de unutulmamalıdır...
Kendini gizlemekte, ya da bu milletten biri gibi görünmekte son derece ustalaşmış olan bu gizli elin ne derece şerir olduğunu çok iyi bilen Mustafa Kemal'in, yeni cumhuriyete başkent olarak Ankara'yı seçmesi rastgele alınmış bir karar değildir.
O daha genç bir subay iken: "İstanbul, İstanbul'da kalınarak idare edilemez. İstanbul, ancak ona hakim olunabilecek bir noktadan idare edilmelidir!.." diyerek, daha o günden bu o "çok önemli" gerçeğin altını çizmiş oluyordu.
Konuyu daha bir anlaşılır kılmak bakımından şunu açıkça belirtelim ki, İstanbul'un fethi ile birlikte başlayan o tarihi süreçten bu yana, devlet kademelerinde önemli mevkiler edinmiş bir "dönmeler ve devşirmeler" zümresinin hakimiyeti altında bulunmaktan kendini bir türlü kurtaramamış olan İstanbul, eskiden olduğu gibi bugün de Türkiye'nin kaderini kendi çıkarı doğrultusunda dizayn etmek adına, hamle üzerine hamle yapmaktan bir an bile geri durmuyor!..
Değerli tarihçi Yusuf Halaçoğlu'nun da altını çizdiği üzere, adı-sanı Türk gibi göründüğü halde farklı bir dine ve farklı bir kökene sahip olan bu "dönmeler ve devşirmeler" taifesi, yüzyıllardır kendilerine kucak açmış Türklere karşı içlerinde nefret hissi taşımaktan ve onların kuyusunu ısrarla kazmaktan kendilerini bir türlü alamıyorlar. Onların cephesinden bakarsak, mensubiyet ya da aidiyet duygularını bunca yüzyıldır böyle diri tutmuş olmalarına gıpta etmemek de doğrusu elde değil!..
Adını şimdi hatırlayamadığım değerli bir Profesörün bundan bir kaç yıl önce yazdığı bir makalede; "Türkiye, meselelerini sağlıklı bir şekilde aşmak istiyorsa, devlet; kendi arşivlerinde mevcut olan ve kimin nereden geldiğini, aslının neslinin ne olduğunu gösteren kayıtları bir an önce kamuoyuna açıklamalıdır" mealindeki sözlerinin boşuna söylenmiş sözler olmadığının altını da bu vesile ile bir kere daha çizmek gerekiyor.
Öyle ya, şu olup bitenler bizi artık bunu bilmeye mecbur etmeyecekse, başka ne edecek?!..
Bu türden bir söze derhal reaksiyon göstererek, sözün sahibini "ırkçı, kafatasçı ve faşist"likle suçlayanların bu telaş ve öfkelerinin de bir "demokrasi" kaygısından mı, yoksa bir suçluluk telaşından mı kaynaklandığını da ayrıca anlamak lazım!.. Bunu anlamak içinse, geçen yüzyılın başında, İstanbul'u işgal ettirene kadar uğraşan o günlerin, o malûm "mütareke basını"nın durumu ile bugünkü İstanbul medyasının durumunu karşılaştırmak yetiyor.
"Yarım kalmış" bir işi bitirmek için kabirlerinden yeniden kalkmış "zombiler" gibi karşımıza tekrardan dikilen bu malûm zihniyet, yüzyıldan fazla bir zamandır bize ısrarla "sorun" diye dayatılan o bilindik "bölme" ve "imha" projelerini, kaldıkları yerden yeniden devam ettiriyorlar.
* * *
O gün olduğu gibi bugün de, emperyalist akıl hocalarının destek ve himayesinde, "İslamcı" ve "Liberal Sol" ittifakı ile el ele yürütülen bu "medya hücumu"nun halk üzerinde etkili olamadığını söylemeyi çok isterdik ama durum ne yazık ki tam tersine!. Bu konuda çok başarılı olduklarını görmek ve anlamak durumundayız.
"BOP Eşbaşkanlığı" çerçevesinde dizayn edilmiş bir "yürütme erki" ve ona onlarca televizyon kanalı ve bir o kadar yazılı yayınla destek vererek, üstüne düşen zihinsel iğfal harekatını başarı ile yürüten "İstanbul medyası", 32. sınıf adamları gece-gündüz ekranlarda, durmadan ve "tiksinti verecek derecede" konuşturarak "Kürt sorunu" adı altında, bu meş'um bölünme ve parçalanma projesinin büyük bir iştiha ile değnekçiliğini yapmaya devam ediyor!..
"Demokratik haklardan" dem vurmayı da ihmal etmeden bu ülkenin vatandaşlarını psikolojik baskı altına almaya ve onları "ver-kurtul"a razı etmeye uğraşıyor. Öyle ki, bütün bir dünyanın gözü önünde cereyan eden bunca hadiseyi, "güzel şeyler"e gebe günler olarak sunmaktan ve daha düne kadar "komşularla sıfır sorun politikası" çerçevesinde, ailecek İstanbul'da misafir ettikleri Suriye devlet başkanını bir yıl sonra düşman ilan edecek kadar tutarsız bir dış politikayı savunmaktan ve ona münasip bir kulp bulabilmek için envai çeşit taklalar atmaktan yorulmuyor!..
Kısacası, asıl tehlikenin büyüğü PKK ve onun döşediği mayınlarda değil, milli birlik ve bütünlüğün temeline bizzat İstanbul medyasınca döşenip duran ve tahrip gücü çok daha büyük olan bu mayınlarda aranmalıdır. Eğer bu memleketi sürekli sıtma nöbetlerine uğratan bir bataklıktan söz edilecekse, bu bataklık ne Irak'ın kuzeyinde, ne de Anadolu'nun güneydoğusundadır. Bataklığın büyüğü İstanbul'dadır ve her türlü melanet bu bataklıktan üremektedir. İstanbul'un yeniden başkent yapılmak istenmesinin altında nelerin yattığı ise bu çerçevede yeniden düşünülmelidir.
"Mali gücün başkenti" olan İstanbul'a karşılık, "siyasi gücün başkenti" olması münasip görülen Ankara'nın bu gücünü elinden almak, bu her iki gücü de İstanbul'da kök salmış bu baronların eline teslim etmek demektir. İstanbul'un yeniden başkentliği, "hakimiyeti" bir ucundan da olsa yakalayabilmiş bir milletin, o hakimiyeti ebediyyen elinden kaçırmış olması anlamına geleceği de unutulmamalıdır...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Perşembe, Kasım 03, 2011
Etiketler: 2. Cumhuriyetçiler, Türkiye'nin demokrasisi

Posts Relacionados
Yorum Gönder