30 Nisan 2010 Cuma

"Beceremiyorum, öyleyse ihale edeyim!"

"Milli" bir "çizgi" izleyerek bu ülkenin çocuklarını eğitsin diye kurulmuş bir bakanlığımız var; Milli Eğitim Bakanlığı...

İsminin başına da "Milli" kelimesinin eklenmesi gerekli görülmüş, tıpkı Milli Savunma Bakanlığı'nda olduğu gibi...

Her iki bakanlık da milletin geleceği ile doğrudan ilgili.

Hele ki çocuklarımızla ilgili olanı! Milletin gelecek zamanlardaki yeni temsilcileri! "Emanet" devralacak, emanet devredecek kuşağımız...

Bu sebebten bir oya gibi işlenmeli, biri bile zayi edilmeden hepsi de hayata en doğru şekilde hazırlanmalı...

Ama gelin görün ki, millete bu en doğal hakkı bile çok görülüyor.

Küreselleşme furyasına kapılmış, elde avuçta ne varsa satmayı, millete hizmet etsin diye kurulmuş devlet mekanizmasını kârhaneye çevirip, milleti yolunacak bir kaz gibi görmeyi "çağdaşlık" kabul eden bir zihniyetin en son marifetlerinden eğitimci/yazar sayın Mahiye Morgül sayesinde haberdar olduk.

Millete hizmet(!) için siyaset yaptığını iddia ederek millet kesesinden makam işgal edenlerin geldikleri noktanın özeti şu: "Ben beceremiyorum, öyleyse ihale edeyim!" Tabi ki, maddi manevi her türlü faturası yine milletin sırtına yıkılmak koşulu ile!

Duyurmak ve haberdar etmek boynumun borcudur!


Eğitimin ABD Şirketlerine İhalesi İle İlgili Çağrı


"Ben Mahiye Morgül, eğitimci yazar olarak aşağıdaki konuları basına ve kamuoyuna açıklıyorum.


Son günlerde Milli Eğitim Bakanlığımız tarafından üst üste verilen beyanatlar, eğitimde yaşanan sürecin ülkemizi ve yeni nesli nereye götürmekte olduğunun açık ifadesidir.

Devamını gör...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Borsadaki 'tarihi rekorlar' ve üstü örtülen gerçekler...

Bugün başbakanımızın ağzından da duydunuz; "Borsamız tarihi rekorlar kırıyor", bir rekordan diğerine koşuyor! Bu ne demek? Ekonomimiz fevkalâde iyi demek! Gördüğünüz gibi hükümetimiz siyasi ve hukuki alanlarda olduğu kadar ekonomi alanında da "değişim" ve "dönüşüm"ü gerçekleştirmiş durumda! İşte sizin işsiz gezip aç yaşıyorlar dedikleriniz, olsa olsa bu "değişim" ve "dönüşüm"e ayak uyduramamış olanlardır!


Sayın okuyucu,


İşin artık ancak mizahî bir dille anlatılacak vaziyete gelmesi bir yana, milletin gözünün içine baka baka bütün bunları söyleyebilmek de gerçekten bir beceri işi olsa gerek. Yahu vatandaş bunları dinler, dinler de sonra dönüp bir de kendi cebine bakıp kafasını size doğru şöyle bir çevirirse ona ne cevap vereceksiniz? Onun "cep delik, cepken delik" vaziyetini "borsa'nın tarihi rekorları" ile izah etmeye devam edebilecek misiniz?

Eskiler anlatırlardı; Demokrat Parti iktidarı'nın ilk yıllarında CHP cihetinden gelen bu türden muhalefete merhum Menderes radyodan şu mealde bir cevap vermiş: "Buna vatandaşımız karar versin. Herkes kendi cebine bir baksın, cebi daha önceki hükümetler döneminde mi yoksa bizim dönemimizde mi dolu?" Haberi kahvede dinleyenler birbirlerinin gözüne bakıyor ve biri dayanamayıp cebinden bir paket "YENİCE SİGARASI" çıkarıp masanın üstüne koyarak; "Vallaha doğru söylüyor, eskiden "KÖYLÜ CİGARASI" içerdik, şimdi bunu içiyoruz!" diyor. Ayrıca o dönemde -herkesin cebinde bulunabilir hale geldiği için- kâğıt 2.5 Liralara da "Yel önü" denir olmuş...Yani bundan meramımız bir devrin muhasebesini yapmak değil halkın olaylara kendi cephesinden nasl baktığını vurgulamaktır. Benim cebime giren, benim cebimden çıkandan çoksa huzurlu olurum ve hükümetimi başarılı bulurum. Başka ne anlatsanız boştur. Ha, yalnız burada bir noktanın altını çizmek gerekir ki, bütün bu rekor mekor laflarının altında "ilerisi iyi olacak" kurnazlığı yatmaktadır. Zira, bu bir ümit vermedir ve "ümit vermek" de zaman kazanmanın en iyi yoludur.


Şimdi şurası muhakkak ki, bütün bu "parlak" görüntülerin gerçek yüzünü anlamayan insan sayısı giderek azalmakta. Çünkü artık zülfü yare dokunulmakta! Siz ne kadar allı yeşilli kartlar dağıtsanız, ne kadar nohut mercimek verseniz de uyguladığınız politikalar önce doğrudan bu insanları vuruyor. Geçenlerde Vatan Gazetesinde yayınlanan bir araştırmadan çıkan sonuca bir bakarsak demek istediğimizi sanırım daha iyi anlatmış olacağız. Buyrun:


Ortalama bir vatandaş ayda dolaylı vergiye ne ödüyor?

Devamını gör...

"ENFLASYON"

Yıllardır söylene söylene en fakirimizden en zenginimize kadar dilimize pelesenk olmuş bir kelime var: ENFLASYON!


Aynı zamanda kötü çağrışımlar yapmasıyla da ünlü bir kelime bu. Karikatürlere konu olduğunda, onun ağzından ateşler püskürten bir canavar şeklinde resmedildiğini biliyoruz.


Pahalılığın, hayatı çekilmez kılan ne varsa hepsinin ser-i sebebi hep bu "enflasyon"! Düşerse sevinilir, çıkarsa karalar bağlanır! Hiç bir zaman da "resmî" rakamlarla "piyasa" rakamları birbirini tutmaz. Ama her ne olursa olsun "o" kötü bir "şey"dir ve her zaman "enflasyon"un düşmesi yürek ferahlatan, hükümetlerin başarı hanesine yaldızlı artılar yazdıran bir durumdur.


Yıllar boyu devam edegelen bu koşullanmışlıktan kendimizi bir parça sıyıralım ve bu "mesele"ye "esastan" yaklaşan aklı selim insanlar bu konuda ne diyorlar bir bakalım ve "koşullanmışlıklarımızı" yeniden gözden geçirelim:

Kırk enflasyon mu kırk deflasyon mu

TÜRK ekonomi ufkunu sarmış olan “dışarıdan para gelmezse ekonomimiz çöker, fakirliğe mahkûm oluruz, aç kalırız” bâtıl inancını yıkmak için ezberci zihinleri gagalayıp duruyorum.

Devamını gör...

16 Nisan 2010 Cuma

Başüstüne “Liboş” komutanım!..

Sözüm, bugün gözü kapalı kendini "hizmet"e adayanlara değil, bunlara gözü kapalı destek verenleredir:

Hey gidi benim kendini uyanık belleyen, şahsî çıkarını cemaat toplantılarında görünmekte, onların gazetelerine abone olmakta bulan, "o taraf"ta görünmenin kendisine ciddi menfaatlar sağlayacağını düşünen benim "müslüman" kardeşim!

Yazıhanendeki, iş yerindeki sehpanın üzerine koyup gelene gidene mesaj vermek için abone olarak destek verdiğin o gazeteyi bir gün merak merak edip de açıp içine baktın mı hiç?

Bakmadın elbette! Bakmazsın da!

Zira senin için mühim olan daha bir para yığmak, daha çok mal biriktirmek!

Kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyorsun hesapta ama o "kaz gelsin" diye ümit ettiğin yerden esirgemediğin şeyin "tavuk" değil "vatan"ın olduğunu ne zaman anlayacaksın?

Ne de olsa onlar müslüman değil mi?

Ne de olsa onlar okul yaptırıp "dinli" "diyanetli" çocuklar yetiştiriyorlar değil mi?

Böylelikle hem nice "sevaplara" gark olmuş oluyorsun, hem de "dünyalığını" devşirmiş oluyorsun, değil mi?

Ne o, Allahû Tealâ rızık verme işini "özelleştirdi" de bizim mi haberimiz olmadı yoksa?

Alın, bir "nefret"in sizleri bir araya getirdiği liberal kardeşlerinizden birinin, o "para vererek" abone olduğunuz malûm gazetede yazdığı makaleden bir parça!

Okuyun, okuyun da hangi "hizmet"e destek verdiğinizi anlayın!

Tabii, biraz olsun "dünyalık" derdinden ruhunuzu ve bedeninizi sıyırmayı becerebiliyorsanız!...

Devamını gör...

13 Nisan 2010 Salı

"Öğrenmeyi Engelleyici Eğitim Sistemi"

"Genç nüfusumuzun" fazlalığı ile övündüğümüz ülkemizde, bu potansiyelimizi nasıl heder ettiğimizi daha iyi anlamak ve elimizdeki bu büyük nimetin nasıl heba edildiğinin farkına varabilmek gerekir. Eminim, bu gün her ana-baba çocuğundaki dikkat dağınıklığından, umursamazlığından ve dağınıklığından son derece şikayetçidir. Bilinmeli ki, bu durum sadece çok az sayıdaki çocukta rastlanan bir durum değil, toplumun genelinde göze çarpan  hakim bir durumdur. Bırakın her iktidarla birlikte değişen "Milli Eğitim Politikaları"nı, aynı iktidar döneminde bile, adeta deneme-yanılma metoduyla habire değiştirilen eğitim politikaları bir tek değişmez sonuç vermiştir: "Kafası karışık, gücü sorgulamayı aklından bile geçirmeyen, güç karşısında sinip, kolayca boyun eğen, düşünmeyi "zorsunan", hep hazır kalıplarla konuşup düşünen, ürettikçe değil tükettikçe mutlu olabilen karakterler yaratmak...Ki, bu tarz insanlar da emperyalist bir sistemin gökte ararken yerde bulmuş kadar sevineceği bir insan tipi...Şimdi gelin bu konuda kim ne diyor, bir kulak verelim...

DR. NEVZAT DEMİR 'OBSKÜRANTİZM'E DİKKAT ÇEKİYOR


İnsanlarımız niçin Batılılar kadar buluş yapamıyor, niçin patent sayımız onlarla yarışamıyor? Bu anahtar soruların yanıtını, galiba, Dr. Nevzat Demir'in Avrasya Bir Vakfı'nda verdiği bir konferansında bulabiliyoruz:
"Zengin devlet olabilmenin iki şartı vardır:


1) Müteşebbis ruh,
2) Genç nüfus


Sürdürülebilir kalkınma için iki şey gereklidir:


1) Eğitim,
2) Sanayileşme."


Dr. Nevzat Demir, eğitim sistemimizin gençlerimize öğrendiklerini kullanabilme, buluş yapabilme yeteneği kazandıramadığını vurgulayarak, 'obskürantizm'e, yani "öğrenmeyi engelleyici eğitim sistemi"ne dikkat çekiyor.

Devamını gör...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Tanzimatçı kafalar ve iki yüz yıldır süregelen şu müzmin hastalığımız

İşte, ısrarlı bir şekilde teşhis ve teşhir etmeye çalıştığımız ve bugünkü vaziyetimizin baş sorumlusu olan bir zihniyetin yol açtığı yıkımların yeni bir yüzünü bize tanıtan bir makale daha! Yıkımın boyutu ve vahametinin derecesi nedir, okuyup anlamak için...


496 Sahra Topu, 56 Leopard Tankı, 28 Dolar Milyarderi


Bu ifadelerin birbirinden, sanki aralarında bir bağlantı yokmuş gibi ayrı duruyor olduklarına bakmayın. Tarif edemeyeceğim kadar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.


Bizim geveze aydınımıza, Batıya bağımlılığın ülkemize verdiği zararlardan söz ederseniz, hemen cevabı hazırdır. Teknoloji efendim, teknoloji der. Sermaye onlarda, teknoloji onlarda, medeniyet onlarda; eliniz mahkûm onlara biat edeceksiniz.




Olay 1826’da başladı.


Osmanlı yönetimi Batının telkinleri ile Yeniçeri Ocağından kurtulmaya karar verdi. Tıpkı bugünkü gibi Batının Türk Ordusu üzerinden yaptıklarına çok benzer.


26 Bin Yeniçeri kılıçtan geçirildi. II. Mahmut Prusya Kralı Frederik’ten ordunun sözüm ona modernizasyonu için yardım talep etti. Uzatmayalım, aradan fazla bir zaman geçmedi.

Devamını gör...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Gazilerin açlıktan öldüğü kahramanların intihar ettiği ülke!



Haber şu:


Barakada yaşıyordu. Muğla'nın Milas İlçesi'nde oturan Kore gazisi Muharrem Topçu (80), terk edilmiş bir restoranın baraka benzeri bölümünde ölü bulundu. Kimsesiz Kore gazisinin üç gün önce yaşamını yitirdiği anlaşıldı. Bir deri bir kemik kalan gazinin, açlıktan, takatsiz kaldığı için ölmüş olabileceği belirtildi. Milas- Bodrum Karayolu'nun 3. kilometresindeki terk edilmiş bir restoranın baraka benzeri kısmında yaşamını sürdüren Kore gazisi Muharrem Topçu, günlerdir maaşını almaya gitmeyince arkadaşları eve giderek buldu


7.11.2009 / HÜRRİYET GZT.

Bir önceki yazımızda değindiğimiz konuyla ilgili, çoktan unuttuğumuz bir haberi yeniden hatırlatmak adeta farz oldu. 

Bırakın müslüman olmayı, 
insanlıktan birazcık nasibi olanın bile içinin kaldıramayacağı bir haberdir bu! 

Hemen yanıbaşımızda yaşayan ama kimseye yalvarıp el açmadığı, dilenmediği için kimse tarafından umursanmayan, göz göre göre, çaresizce ölüme giderken bir Allahın kulunun dahi haberi olmadan, aylarca, günlerce açlıktan kıvrana kıvrana bir ölüm! 

Bir kapısını çalan, bir hatırını soran dahi olmadan, kimsiz, kimsesiz...

Ne garip değilmi? 

Tıpkı Yunus'un dediği gibi: 

"Bir garip öldü diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Böyle garip bencileyin..."

Devamını gör...

9 Nisan 2010 Cuma

Kimse kendini kandırmasın

“Zamanının tümünü kendi özçıkarını korumaya zorlanan bir bireyden, çıkarcı olmamasını, fedakarlık yapmasını, kendini unutmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Bütün bu bozukluklara dur demek için insanların içindeki görev duygusunu nasıl uyandıracağız?"  diye soruyor Emile Durkheim, "meslek ahlakı" konulu çalışmasında...


Evet, insanlara, en güzel nimetlere dünyada ulaşmanın en kestirme yolu olarak sunulan "Kapitalizm", insanları zamanlarının tümünü kendi kişisel çıkarları için harcamaya zorluyor. Böyle bir sistemde "çıkarcı" ve "bencil" olmamak, sistem tarafından dışlanmak demektir. Mevcut yaşam tarzlarını koruyabilmek, bulunduğu yerden daha aşağı bir konuma düşmemek için ölesiye bir mücadele vermeye zorlanan bir insanda fedakârlık duygusunun gelişmesini nasıl bekleyebilirsiniz? Çoğunluğunun müslüman olduğu sık sık ifade edilen bir ülkenin durumuna bakalım: "Bir beldede tek bir insan dahi aç sabahlamışsa o beldedeki bütün müslümanların imanı tehlikeye girmiştir" diyen bu din değil midir? Komşusunun açlığından bîhaber olanın müslüman sayılamayacağı en bilinen bir şey değil midir? O halde, yüksek duvarlarla çevrili, pahalı güvenlik sistemleri ile donatılmış, özel güvenlikli milyon dolarlık villalarda kendilerini diğer müslüman kardeşlerinden(!) adeta "tecrit ederek" yaşamayı yeğleyenler ve böyle bir yaşantının özlemi içinde helal-haram demeden kendini paralayanlar kimlerdir?

Devamını gör...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Ekmeğimizi paylaşırız ama egemenliğimizi asla!

Mustafa Kemal'e kadar zorlama bir cemaat anlayışı içinde ne kadar külfet varsa sırtlarına yüklenen ama buna rağmen horlanmaktan ve soyulmaktan bir türlü kurtulamayan Türkler, Cumhuriyet İdaresi ile birlikte kendilerine adam gibi yaşayabilecekleri bir vaha kurma şansını yakalayabildiler. Ne var ki, kendilerine bir kez daha yol göstermek için ortaya çıkan bu son bozkurt'un işaret ettiği yolda onunla beraber gayet güzel yürürken, onun yokluğu ile beraber bu kutlu yürüyüşün yönü ne yazık ki değişti. Bugün gelinen noktada, kendileri için nefes alabilecekleri bir alan olan bu vahada nefes almaları artık giderek zorlaşmakta...Atalarının yaşadıklarından ders çıkarmak konusunda çok da başarılı olamayan Türkler, her defasında büyük bedeller ödeyerek tekrar tekrar ölüm-kalım savaşları vermek zorunda kalıyorlar. Şimdi bu noktada duralım ve bu kutlu yürüyüşün rotasını çizenlerden biri olan Türk fikir adamı merhum Ziya Gökalp'in işaret ettiği noktaya doğru bir bakalım:

Ziya Gökalp’ın İstemediği “Boşolar”…

Devamını gör...

"Sol Fetişizmi"nin Türkiye'ye maliyeti

Genç yazar uğradığı haksızlıklara bir makalesine serpiştirdiği cümlelerle isyan ediyordu;  “Çalmadan çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”*

Bu satırlar; “Dışarıda deli dalgalar / gelir duvarları yalar / seni bu sesler oyalar / aldırma gönül aldırma.

Görmesen bile denizi / yukarıya çevir yüzü / deniz gibidir gökyüzü / aldırma gönül aldırma.” dizeleriyle tanınan "Aldrma Gönül Aldırma" adlı muhteşem şiirin de sahibi olan ve henüz 25 yaşındayken Sinop Cezaevine atılan Sabahattin Ali'ye aittir.
 
Yüreklerindeki vatan sevgisinden zerrece şüphe duyulamayacak kadar samimi ve içinde bulundukları ortamı kişisel menfaatleri doğrultusunda kullanmayı asla akıllarından dahi geçirmeyecek kadar dürüst ve "kalender" ve milletinin çektiği çileleri daima yüreklerinde bir sızı olarak duyarak yaşayacak kadar hassas olan bu insanlar nasıl oldu da dertleriyle hemhâl oldukları milletdaşlarından hakettikleri değeri bir türlü göremediler? Bugün de bu durum aynı şekilde devam ettiğine göre, bu durum iki taraflı büyük bir kayıptır ve ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
 
Şahsen üzülerek takip ettiğim bu durum karşısında derin analizlere girmek yerine önce hemen göze çarpan ve günlük siyasi olaylar karşısında takınılan kimi tavırlardan yola çıkarak kısaca bir kaç söz söylemek ihtiyacı içindeyim. Memleketin içine düşürüldüğü şu durum hakkında fikir beyan eden "sol" düşünceye sahip yazarların makalelerde sıkça göze çarpan hakim bir vurgu var. O da şu; "sol düşünce bu ülkede hakim olabilseydi bugün bu durumda olmazdık!" Odatv sitesinde yayınlanan böyle bir makaleye şöyle bir yorum yazmıştım, onu burada sizlerle paylaşmak isterim:
 

Devamını gör...

2 Nisan 2010 Cuma

"Türkçe" konuşabilmek, "Türkçe" düşünebilmektir

Ana dilimizde, kelimelerin yerli yerinde kullanılamamasından doğan anlam kaymaları ve bunun sebep olduğu ifade bozuklukları olanca hızı ile devam ediyor. Mesela, müslümanların yıllardır "Nur içinde yatsınlar" şeklinde ettiği dua son zamanlarda "ışıklar içinde yatsınlar"a döndü? Halbuki, "ışık" kelimesi, anlam olarak "nur" kelimesini nasıl karşılar? "Işık" bir kaynaktan gelir, ışık zayıf, aydınlattığı yer çok karanlıksa ortam "loş" olur. "Nur"da ise böyle bir durum söz konusu olmaz. Nur, "kutsal" ve göz kamaştıran bir "aydınlık" demektir. Işık kelimesi bunu karşılayamaz ama belki "ışıma" kelimesi onu tarife yaklaşabilir. Nur'un kaynağı kendindendir, zuhur ettiği yerdeki cisimleri dört bir taraftan kuşatır ve dolayısı ile gölge meydana getirmez...Ay ışığı olur, mum ışığı olur ama ayın nuru, mumun nuru olmaz ama gözün nuru olur vb.


Bunlar benim ilk anda aklıma gelenler...Dolayısı ile belki "nur" "Türkçe" bir kelime değildir denilerek dışlanmaktadır ama sırf bu nedenle ya da "ilahî" bir anlam taşıması hasebiyle dışlanıyor ve bu sözü kullanmamakla, o sözü kullanan bir taraftan da bu vesile ile kendi "inandığı" ya da "inanmadığı" neyse onu da vurgulamış oluyorsa, her halde de kendi dilek ve temennisini "zayıflatmış" oluyor.

Yeri gelmişken bu konuda ikinci bir örnek daha vermek isterim. Şu ifade tarzını çokça duyuyoruz: "Lafını kesiyorum ama..." ya da "Geçen gün güzel bir laf etti..." Arkadaşlar, "lâf" olumsuzluk çağrıştıran bir kelimedir. "Lâf söylediği bal kabağı" denir, "bu söylediğin de lâf mı yani şimdi" denir, "lâfa bak hizaya gel" denir ama "lâfını kesiyorum" denmez, "sözünü kesiyorum" denir. Eğer olumlu ve saygılı bir ifade tarzı kullanmak isteniyorsa "lâf" yerine "söz" kelimesi kullanılmalıdır.

Bir vesile ile değinme gereği duyduğumuz bu konuyu yetkilisine bırakalım ve kendilerine; daha fazla aydınlanma ihtiyacı içinde olduğumuzu belirterek sözlerimize noktayı koyalım.

Devamını gör...

Dünya ABD'den nasıl görünüyor?

Biraz da mizah...

(Resmi büyütmek için üzerine tıklayın..)

Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.