7 Şubat 2018 Çarşamba

İçeriden Fethedilen Kale: CHP (I)



O malûm ve meş'um B.O.P Projesi çerçevesinde, ülkelerin sınırlarının "plan doğrultusunda" değişebilmesi için evvela o ülkelerdeki siyasi yapıların ve kamuoyu algılarının da değişmesi gerekiyordu. 

Bu anlamda "MHP'nin dönüştürülmesi işi" (proje sahipleri açısından) nispeten daha kolay oldu. CHP'ninki ise biraz daha "zahmetli" oldu ama  "temiz" oldu! 

Twitter'dan takip ettiğim Celal Eren Çelik'in kaleme aldığı aşağıdaki twit dizisi, kronolojik bir sıralama ile CHP'nin nasıl dönüştüğü mükemmel bir şekilde anlatıyor. 

"Partici" değil ama "Partili" olarak kalmayı başarabilmiş vatandaşlar için oldukça faydalı olacak olan bu "akışı" burada sizlerle paylaşıyor ve sayın Çelik'e, daima el altında bulundurulması gerekli bu önemli çalışmasından dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.

Buyrun:


 -Bu flood dizimizin önemi aslında sadece CHP'ye değil, CHP üzerinden Türk siyasetine yapılan operasyonu gözler önüne sermemiz. Son kurultay bu operasyon sürecinin devam ettiğini de bize kanıtlamış oldu...

-CHP'ye gerçekleştirilen operasyon ve "dönüştürerek" dizayn etme operasyonunda bugün gelinen nokta sadece sonuçtur ve operasyon da henüz tamamlanmamıştır...

-O nedenle öncelikle bu operasyonun "Küresel Güç Odakları" için neden zorunlu olduğunu, tarihsel arka planını, ve karmaşık ilişkiler ağını anlayıp anlamlandıramazsak bugün ortaya çıkan tabloyu doğru ve sağlıklı analiz edebilme şansımız bulunmamaktadır...

-Bugünü anlayabilmek için 80'lere ve 90'lara gideceğiz, Balkanlara, New York ve Londra'ya uzanacağız..

-"Ne alaka" demeyiniz... İlk etapta birbirinden çok alakasız farklı şeyler gibi görünen olaylar silsilesi ve bağlantılar aslında çok büyük bir resmi tamamlamakta...

-1980 darbesi sonrası partiler kapatılmış, siyasetçiler yasaklanmış, sendika ve üniversiteler siyasetten men edilmişlerdir...

-Siyaset şehirde zengin iş adamlarına, kasaba ve kırsal kesimlerde ise şeyh-şıh-aşiret ağalarına bırakılmış, siyasetçi profili “dönüştürülerek”, nitelik eşiği düşürülmüştür.

-Bu durum ise en çok nitelikli örgütsel yapısını üniversite öğrencilerine, üst düzey kadrolarını akademisyenlere, sendikacılara dayayan Türkiye solunu etkilemiş, solun lokomotifi olan CHP de darbe ile kapatılarak mallarına el konulmuştur.

-Kasım 1984 seçimleri ile birlikte Türkiye yeniden demokratik hayata dönerken, Türkiye solu ve CHP’nin siyasal mirasının “vekâleti“ önce Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti, sonrasında ise Erdal İnönü önderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı parti tarafından yönlendirilmiştir.

-Ancak SHP içerisinde Erdal İnönü ve O’nun prensi konumundaki Murat Karayalçın ile Deniz Baykal ekibi arasındaki kavga 1992 yılına gelindiğinde bir yol ayrımına dönüşmüştür.

-Bu arada CHP’nin ’80 öncesindeki son ve efsanevi Genel Başkanı Ecevit yoluna yeni kurduğu DSP ile devam etme kararı almıştır.

-SHP içerisinde yaşanan İnönü-Karayalçın/Baykal çekişmesi yıllarca Baykal’a ihale edilerek Baykal üzerine bir “Hizipçi” imajı yapıştırılarak kapatılsa da gerçek öyle değildir.

-Baykal ve onunla birlikte hareket eden Ali Topuz, Önder Sav, Adnan Keskin gibi isimlerin milli duruşları ile İnönü’nün partiyi siyasetten çekilerek bırakmayı planladığı Karayalçın’ın İngiliz-ABD destekli oluşu ve bu etkiye açık pozisyon sergileyişi asli çakışma sebebidir.

-Ve bu çatışma HEP’li isimlerin SHP listelerinden Meclis’e girmeleri ile doruk noktasına ulaşır. Tam bu esnada 1980 darbesi ile kapatılan partilerin yeniden açılmasına olanak tanıyan yasa Meclis’ten geçer.

-Baykal ve arkadaşları 80 öncesi yapılan son kurultay delegeleri ile bir kurultay toplayarak CHP’yi yeniden açarlar. 2.kez açılan CHP’de Baykal parti Genel Başkanlığı için Erol ÇEVİKÇE ile yarışarak onu geçer ve CHP’nin 4. Genel Başkanı olur.

-Bu arada Erol Çevikçe ismini bir köşeye not ediniz…

-Sonrasındaki süreçte ise sancılı bir SHP-CHP birleşme süreci yaşanır, Karayalçın-Baykal arasında imzalanan “Birleşme Protokolü” sonrasında SHP kendisini feshederek CHP’ye katılır.

-CHP kurultayında ise Baykal-Karayalçın ikilisinin üzerinde anlaştığı isim olan Hikmet Çetin Genel Başkan seçilir.

-Bundan sonraki kurultay’da Baykal ile Karayalçın kozlarını paylaşırlar ve Baykal Karayalçın’ı mağlup ederek tasfiye eder.

-CHP üst yönetiminde Baykal-Adnan Keskin ve Önder Sav üçlüsü öncülüğünde “Milli duruşa sahip ve milli hassasiyetleri yüksek” bir kadro oluşur.

-Burada SHP-CHP birleşme sürecini ve “Millici sol kadronun” CHP yönetimine tamamen hakim olduğu süreci noktalayalım ve buraya geri dönmek üzere gözlerimizi 1990’ların, yani CHP’de parti içi iktidar savaşı yaşanan yıllarının Balkanlar’ına çevirelim.

-ABD ve “Küresel Güçler” 21.yüzyılın planlamasını 1990 yılı itibariyle yapmaya başlamışlardır. ABD için 21. Yüzyılda en büyük hedef başta Ortadoğu ama daha da önemlisi SSCB’NİN yıkılması ile siyasal nüfuz boşluğu yaşanan Orta Asya enerji koridorunu kontrol altına almaktı…

-Amerika bu hattın kontrol altına alınması için “hedef seçilen” bölgelerdeki “Üniter/Ulus Devlet” yapılarının tasfiye edilmesi gerekiyordu…

-Bu ülkeler etnik, mezhepsel, dinsel temeller üzerinden küçük devletçiklere bölünecek, yöneticilerini ise “Küresel Güç Odakları” belirleyecekti. Ancak bunlar yapılırken daha önce bu ölçekte denenmemiş bu siyasal mühendislik projesi için bir deneme labaratuarı gerekmekteydi…

-TİTO’nun ölümü ile birlikte Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon ve Karadağlılardan oluşan farklı etnik yapılardan millerin oluşturduğu Yugoslavya’da yaşanmaya başlanan ekonomik sıkıntılara, özellikle Sırp ve Makedon radikallerin baskıcı, yıkıcı ve faşizan tavırları eklenince Yugoslavya için için kaynamaya başlamıştı.

-Balkanların merkezindeki Yugoslavya asıl büyük proje olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin deneme laboratuarı olmak için biçilmiş kaftandı…

-Küresel güçler Yugoslavya için düğmeye bastılar. Tüm etnik gruplar (Boşnaklar hariç) silahlandırıldı… Ayrılıkçı radikal unsurlar finanse edildi… Kısa süre sonra Yugoslavya paramparça olmuş, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Makedonya bu ülkeden geriye kalan “küçük güçsüz” devletçikler olarak sahneye çıkmıştı.

-Ancak küresel güçler bu operasyonu gerçekleştirirken “Soft Power” (yumuşak güç) stratejisinin farklı bir kullanım alanındaki etkisini keşfettiler ve bu keşif çok çarpıcıydı…

-Bu strateji kendilerinin NGO adını verdikleri sivil toplum örgütlerinin kullanımıydı… Yugoslavya projesinde kısıtlı ve lokal denilebilecek ölçüde kullanılmış ama çok çarpıcı sonuçlar yaratmıştı.

-NGO’lar ile çok ucuz maliyetle ve tamamen yasal yollardan muhalif kitlelerin manipüle ve mobilize edilmesi, örgütlenmesi ve harekete geçirilebilmesi imkanı vardı. Ve sonuçlar çok parlaktı…

-Bu yeni fark edilen stratejiyi bütün bir proje üzerinde deneme kararı alan küresel güçlerin yeni hedefi ise Çekoslovakya oldu… -Çekoslovakya 1 yıl içerisinde NGO’ların yoğun faaliyetleri sonucunda Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak 2’ye ayrıldı. 79 yıllık Cumhuriyet 1 senede parçalanmıştı…

-Çekoslovakya’da bu sonucun alınmasının arkasındaki en önemli NGO ise Charter 77 isimli NGO kuruluşuydu ve burada karşımıza George Soros ismi çıkıyordu…

-George SOROS ayrılık sürecinde Charter 77 isimli NGO’yu milyonlarca dolar akıtarak finanse etmişti. Ama sonuç çok net ve etkileyiciydi… Üstelik maliyet diğer yollara göre çok çok ucuzdu…

-Peki kimdi ülkelere perde arkasından müdahale eden George Soros?

-Görünürde başarılı hatta dahi bir iş adamı, bir borsa spekülatörüydü. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı ve en çok para kazanan/kazandıran hedge fonu olan QUANTUM YATIRIM FONU’nun kurucusuydu…

-Hedge Fon'lar temel olarak "Yüksek Riskli Kâğıtlara Yatırım Yapan" ancak kazanıldığı takdirde normal kazançların çok üzerinde kazanç sağlayan yatırım fonlarıydı...

-Her ne hikmetse SOROS her defasında kimsenin cesaret edemeyeceği riskteki yatırımları yapmış ve her ne hikmetse her seferinde "doğru kâğıda oynamayı" başararak milyarlarca dolarlık bir servet elde etmişti...

-Aslen Macar Yahudisi olan Soros eğitim hayatını ise İngiltere'de tamamlamış hocası Karl Popper'ın etkisi altında kalmış ve O'nun "Açık Toplum" felsefesini kendisine şiar edinmişti... İlerde kuracağı ünlü enstitünün adı da Açık Toplum Enstitüsü olacaktı...

-Peki SOROS sadece şahsi öngörü, sezgi ve dahiyane zamanlama yeteneği ile mi hep büyük riskleri lehine çevirmeyi başarmıştı? Yoksa bu SOROS'un sadece görünen yüzü müydü?

-Elbette bu kadar yüksek riskin bu kadar uzun süre hep doğru yatırımı ile muhteşem bir servet haline gelişi tesadüf değildi... Medyatik, "efsane para spekülatörü SOROS" imajının arkasında çok karanlık bir ilişkiler ağı yatmaktaydı...

-George Soros’un arkasındaki gerçek, hakkında özenle yaratılan medya imajından farklıdır. George Soros, Avrupa’nın aristokratik ve kraliyet aileleri tarafından yönetilen geniş ve oldukça kirli bir özel finans şebekesinin yalnızca görünen yüzüdür.

-Doğrudan devletin gücünü kullanmak yerine hayati önemde jeopolitik amaçlara ulaşmak için gizli iç bağlantılı serbest finans çevrelerinin çıkarlarının geniş bir holdingi şeklinde birleşmiş, Batı Avrupa aristokrasisi ve oligarşisi ile bağlantılı birçok bakımdan 17 yüzyılın İngiliz ve Hollanda Doğu Hindistan Şirketi modelinde. Önemli kaynaklara göre, bu kulübün merkezi eski Britanya İmparatorluğunun finans merkezi olan Londra’dır.

-George Soros ortaçağda Hofjuden, “Saray Yahudileri” denilen ve eski aristokrat aileler tarafından yönetilen bu güçlü ama gizli şebekenin bir üyesidir.

-Peki ama SOROS bu finansal operasyonları kimin adına yapmaktadır? Bu sorunun yanıtını vermek için SOROS'un QUANTUM HEDGE FON'unun yönetim kurulu üyeleri listesine bakmak yeterlidir...

-SOROS’un Quantum Fonu’nun yönetim kurulunda adı geçenlerden biri de Richard Katz’dır. Katz, Rothschild’lerin bir adamıdır, aynı zamanda Londra N.M. Rothschild & Sons ticaret bankasının yönetim kurulunda görünüyor ve Rothschild İtalya S.p.A’nın da başındadır.

-Rothschild’le, Soros’un Quantum Fonu arasındaki bir diğer bağlantı da Nils O. Taube’dir. Taube, Rothschild’in başlıca iş ortağı olan yatırım grubu, St. James Place Capital’in bir ortağıdır. The London Times gazetesinin köşe yazarı, William Lord Rees-Mogg da Rothchild’in St. James Capital’inin yönetim kurulundadır.

-SOROS, Rothschild Ailesi vasıtası ile -Özellikle N.M. Rothschild- başta İngiltere olmak üzere, İsrail ve ABD "FİNANS İSTİHBARAT" merkezlerinden "içeriden sağlam bilgi" almaktadır... İşte bu nedenle de hiç bir zaman yanılmamaktadır...

-SOROS, bu muhteşem serveti kazanırken hamisi ve koruyucu meleği Rotschild Ailesi de kendisine özellikle CIA eli ile SSCB sonrası yeni Dünya Düzeni'nin mali altyapısına uygun ve uyumlu ülkeler yaratma ve özellikle SSCB etkisinden çıkan eski demirperde ülkelerinde operasyon finanse etme görevi vermiştir...

-SOROS görevi başarı ile yerine getirmiş Çekoslovakya'nın bölünmesinde, Ukrayna'daki meşhur "Turuncu Devrim" ve Gürcistan'daki "Gül Devrimi"ni finanse etmiş ve buralarda kurdurduğu yahut finanse ettiği NGO'lar vasıtası ile Rus yanlısı yönetimlerin devrilip, ABD yanlısı iktidarların yönetime gelmesini sağlamıştır.

-Peki SOROS nasıl bir yol izlemektedir?

-SOROS hedef olarak belirlediği ülkede üniversite ve vakıflar kurmakta yahut kurdurarak finanse etmektedir. Ayrıca bir yandan bu vakıfları kurdurup akıttığı milyon dolarlar ile finanse ederken o ülkenin başka etkin STK'larına da nüfuz ederek kontrolü altına almaktadır...

-SOROS'un üniversiteleri ise direkt kendisine bağlı değildir. Bu üniversiteleri CIA bağlantılı bir vakıf olan LAUREATE INTERNATIONAL UNIVERSITIES kanalı ile kontrol etmektedir. LAUREATE hem Dünya'nın dört bir yanında 1 milyon öğrencisi olan bir uluslararası üniversiteler ağıdır...

-Hem de LAUREATE VAKFI ile büyük bir nüfuzu kontrol etmektedir... Finansı ise SOROS eli ile CIA tarafından gerçekleştirilmektedir.

-Bu LEUREATE VAKFI ve ÜNİVERSİTELER Grubu'nun en önemli özelliklerinden birisi de ünlü ABD Başkanı Bill Clinton ve eşi Hillary Clinton'un CLİNTON VAKFI tarafından desteklenmesidir...

-Karı koca Clinton'lar sık sık vakfın Dünya'nın dört bir yanındaki üniversitelerinde, ya da üniversitelerden "seçilerek" gelen öğrencilerle buluşmalar gerçekleştirir, konuşmacı olarak bu buluşmalara katılırlar...

-Şimdi siz bu SOROS-LEUREATE VAKFI-CLİNTON ilişkisini de bir yere not edin...

-SOROS bazı ülkelerde ise kurdurduğu vakıfları, Dünya'nın 28 ayrı noktasında kurulu olan ve üst çatısı OPEN SOCİETY INSTITUTE (Açık Toplum Enstitüsü) olan diğer vakıflar ve vakıf şirketleri ile "stratejik ortak" haline getirmektedir...

-SOROS'un LEUREATE VAKFI aracılığı ile kontrol ettiği üniversitelerin ise 2 temel özelliği vardı:

1-Bulundukları ülkelerin sosyo-ekonomik üst kesimine hizmet veriyorlardı,

2-En üst seviyede kalitede eğitim vermekteydiler...

-Tabii bu üniversiteler yolu ile "sisteme" parlak öğrenciler özellikle seçilerek alınıp ABD'de "oryantasyon" adı altında gerçekleştirilen yönlendirmeler ile devşirilmekteydi...

-Şimdilik SOROS'a kısa bir virgül koyalım ve ABD'ye Washington'a uzanalım...

-Berlin Duvarı yıkılmadan çok önce bu sonucu bilen küresel güç odakları Washington'da tek kutuplu yeni dünya düzenini planlamaya başlamışlardı bile. Ve bu planın belki de en önemli ve stratejik halkasını Büyük Ortadoğu Projesi oluşturuyordu...

-BOP ile Ortadoğu enerji koridorunun güvenlik ve kontrol altına alınması plânlanıyordu. Bu nedenle bölgede "Uniter/Ulus Devlet" yapılanmalarına yeni konseptte tahammül edilmeyecekti...

-Bölge BOP'a göre yeniden dizayn edilecekti... Balkanlar'da başarı ile gerçekleştirilen deneme bu kez BOP için uygulanacaktı ve ülkeler etnik, mezhepsel ve dinsel temeller üzerinden parçalanacak üniter yapıları ortadan kaldırılacaktı...

-Yahut bunun maliyetli olduğu düşünüldüğü ülkelerde NGO ((Non-Governmental Organization) yani sivil toplum örgütlerinin destekleri ile hükümetler değişecek, yerlerine işbirlikçi "kukla" hükümetler gelecekti...

-Bunun için Mısır, Tunus ve Yemen'de NGO'ların, Irak, Suriye'de askeri seçeneğin eş güdümlü olarak koordineli biçimde kullanılmasına karar verildi. İran'da ise önce reformistler NGO'lar kanalı ile kullanılacak işe yaramazsa askeri müdahale seçeneğine başvurulacaktı...

-Ancak küresel güç odakları açısından Türkiye ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Askeri müdahale büyük bir başarısızlık ve RUSYA-İRAN-ÇİN bloğu oluşturması riskini taşımakta, ayrıca çok da maliyetli ve zaman kaybının çok fazla olacağı bir seçenektir...

-O nedenle Türkiye'de 1990'ların başından beri kaos ve koalisyonlar nedeni ile yaşanan siyasi istikrarsızlıktan kurtulmuş ve BOP planını sorunsuz işletecek bir "Partnere" ihtiyaç vardır...

-ABD'nin yıllardır ektiği "Ilımlı İslam" ve "Yeşil Kuşak" projesi tohumlarının meyvelerini toplama zamanıdır artık...

-ABD Türkiye'de kendi BOP projesinde kayıtsız destek sunacak ve kendisi için sıkıntı yaratmadığı müddetçe tek başına iktidarda kalacak bir "Ilımlı İslam" iktidarı tasarlamaktadır...

-ABD'de RAND CORPORATİON çalışmaya başlamıştır. Türkiye'deki tüm toplumsal dinamikler, hasassiyetler, duygu haritaları, toplumsal karşılık skalası analiz edilerek ihtiyaç duyulan "Partnerin" profili ortaya bir rapor olarak konulur...

-O profil Fazilet Partisi içerisinde bulunmuştur.

-Erbakan'ın katı "Milli ve anti-siyonist" siyasal tavrının kendilerinin iktidar yoluna set çekeceğini, iktidarı halk verse de "güç odaklarının" 28 Şubat'ta olduğu gibi ellerinden çekip alacağını gören bir grup, "Yenilikçiler" adı ile Erbakan'a karşı bayrak açarlar...

-Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki grupta Erdoğan'ın desteklenmesi kararı alınır. İlk temas ise gazeteci Ruşen Çakır vasıtası ile kurulur....

-İşte tam da o günlerde CIA ESKİ ORTADOĞU MASASI ŞEFLERİNDEN GRAHAM FULLER, İYİ PARTİ GENEL BAŞKAN YARDIMCISI Prof.Dr.Ümit Özdağ'a aynen şu ifadeleri kullanmaktadır:

-"Türkiye, yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe... Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon (B. Ecevit liderliğindeki 57. Hükümetten söz ediyor) partilerinde büyük deprem yaratacak....

-Fazilet Partisi'nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak.

-Yeni oluşum kartopu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye'de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclise sokulacak."
(Akt. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Yeniçağ gazetesi, 29.4.2004)

-Fuller adeta Nostradamus gibi daha AKP kurulmadan Türkiye'de yaşanacakları satır satır tüm detayı ile söylemişti... Bu Fuller'in üstün "öngörü yeteneği mi", bir tesadüf mü, yoksa şansa yer bırakılmayacak şekilde mükemmel olarak yapılmış bir planın var olması mıydı?

-Evet, ABD daha o yıllarda bir "Ilımlı İslam" modelini ve sol bir partinin de yer alacağı 2 partili, Anglo-Sakson tarzı bir Meclis'i dizayn ediyordu...

-Bu dizayn için merkez sağın çökmesi gerekiyordu...

-Öncelikle Türkiye bir geceede borsadan çekilen 15 milyar dolar ile bir ekonomik krize sokuldu, ekonomik kriz siyasal krizi tetikledi...

-Kırılgan Türkiye borsasından bir gecede 15 milyar doları kim çekmişti dersiniz? Tabii ki SOROS'un en büyük koruyucusu olan ve aslında CIA'nın finansal operasyonlar için kullandığı CITY BANK...

-Sonrasında ise MHP'ye, ANAP'a ve DYP'ye tepkili oyların çekim merkezi olması için GENÇ PARTİ PROJESİ tasarlandı. Uzan Şirketler Grubu'nun AVRUPAİ görünüşlü Cem UZAN bu proje için seçilmişti...

-UZAN'ın ABD "derin sermayesinin" en önemli şirketlerinden MOTOROLA ile 2 milyar dolarlık bir anlaşmazlığı vardı ve büyük bir ceza yemesi gündemdeydi...

-ABD bu anlaşmazlığın sümenaltı edilmesi karşılığında UZAN ile uzlaştı ve GENÇ PARTİ PROJESİ konuşmalardan, sloganlara, vaatlerden, giyilen beyaz gömleğe, söylenen 10. yıl marşlarına kadar "tasarlandı"...

-Sonuç muhteşemdi...3 KASIM seçimlerinde ABD'nin "Ilımlı İslam" projesi AKP tek başına iktidara gelirken 70 günlük bir diğer proje olan GENÇ PARTİ ise %7 üzeri oy alarak bir rekor kırıyor böylelikle dibe vuran ANAP'ın yanı sıra DYP ve MHP'yi de baraj altına çekiyordu...

-Genç Parti belki kendisi Meclis'e giremiyordu ama -Ki hedef girmesi değil tam sınırda dolaşmasıydı zaten- ABD'nin dizaynı olan 2 partili Meclis'in yolunu açıyordu...

-Meclis'e giren bir diğer parti ise yine ABD'nin klasik ANGLO-SAKSON "Kaldıraç" sisteminin Türkiye versiyonu için konumlandırdığı CHP oluyordu... Görünürde plan %100 başarı ile işlemişti...

-ABD açısından bakıldığında Washington'da yüzler gülüyor ve ortaya çıkarılan "Siyaset Mühendisliği Harikası" ile övünülüyordu... Artık BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ için start vermenin önünde hiç bir engel kalmamıştı. İlk adım Irak olacaktı...

-Ancak Türkiye dinamikleri farklı bir ülkeydi... Burada siyaseti kontrol edebilmeniz ve en kritik noktalarda hasar almamanız için sadece iktidarı dizayn etmeniz yeterli değildi...

-Bunu sağlamak istiyorsanız MUHALEFETİ DE DİZAYN ETMEK ZORUNDAYDINIZ. Ve ABD BUNU KISA SÜRE İÇİNDE ÖĞRENECEKTİ...

-Bunun farkında olan ABD değil uzun vadede, orta vadede dahi CHP'deki "Millici" üst yönetim kadrosu ve onların Atatürk ilkeleri etrafında yönettikleri CHP ile yol yürüyemeyeceklerini biliyorlardı...

-Ve SOROS'a düğmeye basması talimatı verildi... Aslında SOROS Türkiye'de düğmeye 1994 yılında basmıştı ama gerçek anlamda sahaya çıkmasının ve operasyonu yürütmesinin vakti yeni gelmişti...

-Bu arada 1991 itibariyle bütün Dünya'da olduğu gibi Türkiye'de de "Cemaatler ve Tarikatlar" üzerinden yeniden yapılanma sürecine giden ve Türkiye'de bu işi Gülen Cemaatine veren GLADİO 2002'ye gelindiğinde reorganizasyonunu tamamlayarak "YEŞİL GLADİO" halini almıştı...

-SOROS ve YEŞİL GLADİO, CHP'yi ve CHP üzerinden Türkiye siyasetini dizayn etme operasyonunda koordineli çalışacaklardı...

-Tekrar dönelim SOROS'a... SOROS Türkiye'de CAN PAKER vasıtası ile kurulan TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı)nı finanse ediyor ve kontrolünde tutuyordu...

-Vakıf 1994 yılında kurulmuştu...1994-2002 yılları arasında Türkiye'nin en hassas, en stratejik konularında rapor ve çalışmalar hazırlayan vakıf bazı projeleri bizzat yürütmüş, hazırladığı raporlar devletin en yetkili makamlarınca kabul görmüştü...

-2002 yılına gelindiğinde TESEV Türkiye'nin sermaye gruplarını ve STK'larını da yönlendirebilen belki de en güçlü ve prestijli STK'sı haline gelmişti...

-1994 yılında yani TESEV'İN kurulduğu sene Türkiye'de pek çok kişinin dikkatini çekmese de ilginç ve önemli bir gelişme yaşanıyordu...

-Latif Mutlu isimli iş adamı, 1994'te İngiltere'de iki devlet üniversitesinden aldığı yetkiyle ve onlar adına İstanbul'da üniversite düzeyinde eğitim veren kurslar açmak üzere M.E.B. den ruhsat aldı.

-Kursların eğitime başlaması basında yoğun eleştiriye neden oldu. Korsan üniversite, gizli üniversite manşetlerine hedef olunca, kursların açılmasına izin veren M.E.B ile YÖK kursların kapatılması ve kurucu Latif Mutlu'nun cezalandırılması için ayrı ayrı dava açtılar.

-1995 de çok zor durumda kalan Latif Mutlu, sonunda YÖK ile anlaşmaya vararak kursların üniversiteye dönüştürülmesi için gerekli hazırlıklara başlattı.

-Bunun için, Bilgi Eğitim ve kültür vakfını kurdu. Kanuni işlemler tamamlanınca, 7 Haziran 1996 da TBMM'nin kabul ettiği kanunla İstanbul Bilgi üniversitesi resmen kuruldu.

-Birileri, bir "gizli el" devreye girmiş yıllardır mahkemelik olunan ve bir türlü izin alınamayan üniversite ruhsatı için gerekli izinler "jet hızı" ile alınıvermişti...

- SOROS'un İngiliz Rotschild ailesi ile olan yakın bağları ve Latif Mutlu'nun İngiltere gibi muhafazakâr bir ülkeden, hem de 2 tane devlet üniversitesinin bir başka ülkede açılış iznini alacak yakınlıktaki ilişkiler ağının izini sürdüğünüzde aslında devreye giren "gizli el" açığa çıkıyor...

-2006 yılında ise bir bakıyoruz ki İstanbul Bilgi Üniversitesi SOROS ve CLİNTON VAKFI bağlantılı LEUREATE INTERNATIONAL UNIVERSIYT ŞİRKETİNE SATILMIŞ.... -2006'da gerçekleşen satışın zamanlaması da hiç tesadüfi değil... Bu satışı ve zamanlamayı da not alın...

-1994'te kurulan SOROS'un finanse ettiği TESEV'in "KURUCU MÜTEVELLİ KURULU" 300 kişi ve 6 tüzel kişilikten oluşmaktadır...

-Kimler yoktur ki "KURUCULAR KURULUNDA"… Cem Hakko'lar mı, Bülent Eczacıbaşılar mı, KAMHİ Biraderler mi, Şarık ve Mehmet Sinan Tara'lar mı, Asaf Savaş Akad'lar mı, İshak Alaton'lar mı, Üzeyir Garih'ler mi, Cem Boyner'ler mi, Bülent Akarcalı'lar mı, Mehmet Ali Birand'lar mı...

-Say say bitmez adeta bir yıldızlar geçidi, Türkiye'nin en önemli sermaye gruplarının temsilcileri ve sahipleri ile en önemli akademisyenleri, reklam dünyasının en önde gelen isimleri, medyanın yıldızları hepsi adeta vakıf değil "seçkinler konseyi" olan yapıda bir aradadır...

-İşte bu "elit seçkinler konseyinin" 183 numaralı üyesi dikkat çekmektedir... Çünkü sanki orası için çok ama çok sönük kalmaktadır... Daha 2 yıl önce çalıştığı kurumun en tepesine çıkabilmiş çok çok bir üst düzey bürokrattır bu isim... SSK Genel Müdürü Kemal KILIÇDAROĞLU...

-Üstelik sadece geniş mütevelli heyetinde yer almakla da kalmamış, BEDELİNİ ÖDEYEREK vakfın kuruluş hissesinden satın alarak "Seçilmişler Konseyi"nin dar kadrosuna da girmiştir...

-Bir diğer ilgi çekici isim ise 74 numaralı üyedir... Erol ÇEVİKÇE... Evet, CHP yeniden açılırken Baykal ve ekibini tasfiye etmek isteyen kıran kırana bir kongre savaşı veren Erol ÇEVİKÇE...

-Şimdi yeniden gelelim 2001 yılına... ABD, muhalefeti dizayn etmesi gerektiğini bilmesine rağmen zamanı olmadığının ve BOP için artık düğmeye basması için "Küresel Derin Güçlerin" baskısı altında olduğunu bilmektedir...

-Bu nedenle muhalefeti dizayn etmeye vakit ayırmadan 1 Mart Tezkeresi'ni Meclis'e yeni ortağı AKP eli ile sunar... Tezkereye göre ABD askeri -80 bin adet- Irak'a Türkiye sınırından geçerek girecek, limanlarımıza ve bazı havaalanlarımıza ABD askeri konuşlanacaktır...

-ABD her şeye rağmen sonuçtan emindir... Ancak 1 Mart 2001 tarihi onlara unutamayacakları bir şok yaşatır... Başta Deniz Baykal ve Önder Sav'ın tarihi konuşmaları ve Meclis'te yakın baskı ile 60 AKP'Lİ vekilin de red oyu vermelerini sağlamaları ile tezkere Meclis'ten geçmez...

-ABD sonuçtan o kadar emindir ki savaş gemilerini İskenderun Limanı açıklarında bekletmektedir. Karar geçer geçmez harekât başlayacaktır... Büyük bir düş kırıklığı ve kızgınlık hâkimdir Washington'da...

-ABD, Türkiye'de eğer bir askeri darbe yaptırmadıysa sadece iktidarı değil hiç bir partiyi olmasa bile CHP'yi de mutlaka dizayn etmesi gerektiğini yaşayarak anlamıştır...

-1 MART Tezkeresi ile birlikte başta Baykal olmak üzere CHP'deki "Atatürkçü, ulusalcı, millici" üst yönetim kademesinin "kalemi kırılmıştır"...

-CHP, Atatürk İLKELERİ ETRAFINDA KENETLENMİŞ bir partidir ve örgütsel yapısı yer yer farklılıklar gösterse de ana hatları ile "Homojendir". O nedenle partiye içten müdahale şansı yoktur...

-O halde parti dışarıdan müdahale ile dizayn edilecektir... Partide ATATÜRKÇÜLÜK geri plana atılacak etniksel ve mezhepsel özellikler ön plana çıkarılacak, liberal ve Amerikancı merkez sağ kadrolar partiye monte edilecektir.

-Tüm bunlar yapılırken eş zamanlı olarak da lider kadro tasfiye edilecektir... Görev SOROS ve YEŞİL GLADİO'ya ihale edilir...

-Zor gözüken görevin finansal, kadrosal ve PR kısmını SOROS üstlenecek, "operasyonel" ayağını ise YEŞİL GLADİO yürütecektir...

-Partide etnik kimlik ve mezhepsel ayrılıklar körüklenecektir. Ve bunun için "En tepede" bu konsepte uygun bir profil gerekmektedir...

-SOROS, TESEV'in kurucular listesini gözden geçirdiğinde o "Sönük" isme gözü takılır... Kürt ve Alevi Kemal Kılıçdaroğlu... Gözleri aradığı adamı bulmuş olmanın sevinci ile parlamıştır.

-Kılıçdaroğlu belki o kurucular kurulunun en sönük ismidir ama hızla tırmanacağı merdivenler ve "parlak bir gelecek" kendisini beklemektedir...

-Kılıçdaroğlu'nda bulunan özellikler O'nu iyi bir "kumaş" haline getirmektedir... TESEV ise SOROS'un talimatı ile bu "kumaşı" işlemeye başlar...

-Kısa sürede Kılıçdaroğlu için CHP Genel Merkezi'nde ve bizzat Baykal nezdinde lobi ve PR çalışmaları yapılır, kendisi "sunulur", partiye "katacaklarından" bahsedilir...

-Ve çalışmalar karşılığını kısa sürede bulur...3 Kasım 2002 Milletvekili seçimlerinde bizzat Baykal'ın kontenjanından İstanbul Milletvekili olarak Meclis'e ve partiye adımını atar...

-Ama her şey yeni başlamaktadır... Sahne kurulmuş oyun başlamış ve henüz sadece birinci perde kapanmıştır...

BÖLÜM II:


- 2002 yılında bizzat Baykal tarafından CHP'ye üye yapılan ve Genel Başkan kontenjanından İstanbul Milletvekili seçilen Kemal Kılıçdaroğlu ilk vekillik döneminde özellikle SSK hakkındaki soru önergeleri ve konuşmaları ile dikkat çekmeye başlıyordu...

-2002-2007 arası dönem Kılıçdaroğlu için parti içerisinde "tanınma ve tutunma" dönemi olarak planlanmıştı. Ve öyle de oldu...

-Baykal’a Kılıçdaroğlu için yapılan PR ve lobi çalışmalarına ara verilmezken artık bu çalışmaları yapanların elleri daha da güçlüydü.

-Asıl sahne ise 2007 seçimleri ile kurulacaktı. Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun yeniden Genel Merkez kontenjanından milletvekili listesine sokularak Meclis’e girmesi sağlanıyordu…

-Baykal’a yapılan PR çalışması etkisini gösteriyor ve Kılıçdaroğlu yeni dönemde 2007 itibariyle Kemal Anadol ve Ali Topuz ile birlikte CHP Grup Başkanvekilliği görevine seçiliyordu.

-Kemal Anadol ve Ali Topuz Baykal’ın 30 yıllık yol arkadaşıydı ve bu kritik göreve seçilmeleri degayet normaldi.Ancak Kılıçdaroğlu’nun CHP geçmişi henüz 5 yıllıkken bu göreve gelmesi gelecekte kendisini nasıl bir “parlak” siyasi kariyerin beklediğinin ipuçlarını veriyordu.

-Bu göreve seçilmesi önemliydi çünkü Kılıçdaroğlu’nun parti içinde “parlatılma ve tutunma” aşaması tamamlanmış, sıra “Kamuoyu gözünde parlatılma” aşamasına gelmişti.

-Bunun yapılabilmesi içinse Kılıçdaroğlu’nun göz önünde yani medyatik olması gerekmekteydi. Parti adına Genel Başkan dışında kurumsal olarak kamera karşısına geçerek açıklama yapma yetkisi ise sadece Grup Başkanvekillerindeydi.

-İşte bu nedenle Grup Başkanvekilliği stratejik öneme sahip, askeri tabirle adeta bir “hakim tepe” konumundaydı.

-Ve o “hakim tepe” ele geçirilmişti.

-CHP’de 3 Grup Başkanvekili vardı. Kemal Anadol, Ali Topuz ve Kemal Kılıçdaroğlu. Anadol ve Topuz açıklama yaptığında kanallar açıklamaları 2 dakika veriyor, gazeteler bu açıklamaları ya çok küçük görüyor yahut hiç görmüyordu.

-Ama iş Kılıçdaroğlu kameralar karşısına geçtiğinde değişiyordu. Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları gazetelerde geniş biçimde yer alıyor, kanallarda bu açıklamalar ile ilgili dakikalarca haber yapılıyordu.

-Doğan Medyası ve Cemaat medyası bu bağlamda ilginç bir birliktelik gösteriyorlar, konu Kılıçdaroğlu olduğu zaman açıklamalarına en geniş şekilde yer veriyorlardı. Özellikle Doğan Medya Grubu’nun bu konudaki “özel çabası” dikkatlerden kaçmıyordu…

-Bu noktada hemen bir virgül koyalım ve 2008 yılı Eylül ayına uzanalım…

-2008 Eylül Ayı’nda Doğan Grubu başta Hürriyet Gazetesi olmak üzere tüm önemli medya organlarını tek bir konuda adeta seferber etmişti: Almanya’da görülen Deniz Feneri E.v Yolsuzluğu davası…

-Gazeteler konuyu manşetlere taşıyor, kanallar saatler süren programlar yapıyorlardı… Bu davanın en önemli yanı ise AKP’li önemli isimlerin ve hatta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dava dosyada isminin geçmesiydi…

-Peki Doğan Medyası bunu sadece bir gazetecilik olayı olar mı gündeme taşımıştı? Elbette Hayır, perde arkasında çok farklı hesaplar vardı…

-Aydın Doğan büyük bir yatırım yaparak İstanbul’daki Hilton Oteli’ni satın almıştı ve amacı burada bir imar tadilatı yaptırarak, Hilton arazisi üzerine çok kat izni almaktı.

-Buraya bir rezidans inşa ederek yüz milyonlarca dolar kazanmayı planlamıştı. Ancak imar değişikliği İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden bir türlü geçmiyordu.

-Doğan sonunda konuyu dönemin Başbakanı Erdoğan ile görüşüyor, Erdoğan ise hem Doğan üzerinde baskı aracı olabilecek bir koz olarak elinde tutmak istemesinden hem de o alan için kafasında bulunan başka projelerden ötürü imar tadilatı isteğini reddediyordu.

-2007 seçimleri ile Erdoğan’ın “iktidar” olmaktan “muktedir” olma sürecine evrildiğinin farkında olan Aydın Doğan bu süreç tamamlanmadan isteğini elde edemezse bir daha hiç elde edemeyeceğini görmüştü…

-O nedenle düğmeye bastı ve aslında Nisan 2007’de Almanya’da başlayan Deniz Feneri E.v soruşturmasını tam 1,5 yıl sonra bu kritik dönemde servis etti. Amacı tabii ki imar planı tadilatına onay vermeyen Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmaktı…

-Ama Aydın Doğan’ın planı ters tepti. Erdoğan Eylül 2008’de partisinin Güngören İlçe Teşkilatı kongresinde Doğan’a açıkça savaş ilan etti. Hilton pazarlığını da deşifre etti.

-Aydın Doğan zamanı geldiğinde kazanmak için bir adım geri atmayı bilen bir strateji ustasıydı. Ve hemen önce yazılı bir açıklama yaptı ardından Kanal D’de Mehmet Ali Birand’ın 32.Gün programında konu ile ilgili açıklamalar yaptı. Hatta Erdoğan’a mektup yazdı.

-Ama artık çok geçti ve ok yaydan çıkmıştı…

-2007 seçimleri ile birlikte gücünü pekiştiren Erdoğan “kendi medya ve sermayesini oluşturma” projesi için düğmeye basmış harekete geçmek için doğru zaman ve zemini bekliyordu. Bunu yaparken kamuoyu desteği de gerekliydi kendisine..

-İşte Doğan’ın Deniz Feneri hamlesine kamuoyu önünde Hilton pazarlığını deşifre ederek cevap veren ve “Baskılara boyun eğmeyen, millet menfaatini düşünen lider” imajını güçlendiren Erdoğan “medyayı dizayn etmek” için beklediği fırsatı ele geçirmiş oluyordu.

-Aydın Doğan, Erdoğan’ın “sonuna kadar” gideceğini ve kendisini tasfiye etmeden bu işi bırakmayacağını görüyordu.

-Bu nedenle “taviz vererek zaman kazanma" stratejisini uygulamaya başladı...

-Emin Çölaşan, Bekir Coşkun gibi yazarlar sonraları hep bu tavizin sonucu Hürriyet’ten “rica üzerine” ayrılacaklar, en nihayetinde Aydın Doğan aktif görevini kızına devredip “Onursal Başkanlık” pozisyonuna geçecekti…

-Aydın Doğan kendisinin var olması için Erdoğan’ın “gitmesi” gerekliliğine tam anlamı ile kanaat getirmişti.

-Ancak AKP çok homojen ve birleşik bir yapı olarak görünüyor, bu birleşiklik iktidar rantı ile daha da kuvvetli hale geliyordu. O nedenle AKP'ye içeriden bir operasyon yapmak mümkün gözükmüyordu...

-Geriye Erdoğan "devrilemez" olmadan CHP'yi iktidara taşıyarak Erdoğan'dan kurtulmak seçeneği kalıyordu ancak Aydın Doğan'a göre bu da "Baykal liderliğindeki" bir CHP ile mümkün gözükmüyordu.

-Aydın Doğan'a göre Baykal çok yıpranmıştı ve halkta bir türlü iktidara gelecek karşılığı bulamıyordu. Yani Baykal için harcanacak çaba beyhude olacaktı... Ya yeni bir siyasal oluşum kurgulanacaktı ki şartlar müsait değildi ya da CHP "yeniden kurgulanacaktı"...

-Aydın Doğan bu hesapları yaparken tam da bu esnada "Küresel Güç Odakları" da Kılıçdaroğlu'nu "parlatma" operasyonu için düğmeye basma zamanının geldiğine karar vermişlerdi. Ve tabii ki bunun için güçlü ve etkin bir medya desteğine ihtiyaç vardı...

-Aydın Doğan'ın uluslararası alanda en önemli ortağı Alman AXEL SPRİNGER yayın grubuydu...

-Ancak AXEL SPRİNGER öyle sıradan bir yayın grubu değildi.

-AXEL SPRİNGER SE, 30'un üzerindeki ülkede 150'den fazla gazete ve dergiye sahip Avrupa'daki en büyük basım şirketlerinden biriydi. 10.000'in üzerinde çalışana sahip şirket yıllık 1 milyar Euro net kârı ile küresel bir güçtü...

-AXEL SPRİNGER, Alman derin sermaye güçlerinin en önemli temsilcilerinden bir tanesiydi...Ve Aydın Doğan bu ortaklık ile Alman derin sermaye yapıları ve devlet kademeleri ile çok girift ilişkiler ağı kurmuştu...

-Almanya'yı uzun yıllar yöneten parti Alman Sosyal Demokrat Parti olmuş, bu uzun iktidar dönemleri içerisinde AXEL SPRİNGER grubu ile Alman SPD arasında önemli bir bağ ve yakınlık tesis edilmişti...

-Alman dış politikasında Almanya çıkarına faaliyet gösteren vakıfların önemi büyüktü ve her siyasal partinin desteklediği bir vakıf vardı. İşte Doğan'ın ortağı AXEL SPRİNGER'İN yakın ilişkide olduğu Alman SPD partisi de Friedrich Ebert Vakfı'nı destekliyordu...

-Peki bu Friedrich Ebert Vakfı sadece Almanya'da mı faaliyet gösteriyordu? Elbette hayır...

-Friedrich Ebert Vakfı dünya genelinde 30.farklı ve kritik ülkede "ilginç" çalışmalara imza atan "Küresel" bir vakıftı...

-Şimdi sıkı durun çünkü Friedrich Ebert Vakfı'nın çok daha çarpıcı olan özelliğini açıklayacağız...

-Bu küresel ve Alman dış politikalarında önemli işlevi olan Friedrich Ebert Vakfı'nın en çarpıcı özelliği SOROS'un Türkiye'de destek verdiği ve finanse ettiği başta TESEV olmak üzere hepsi ile "Partner" oluşu...

-Bu partnerlik ilişkilerini tek tek ve rakamlarla önünüze sereceğiz lakin şimdilik not alın biz devam edelim...

-Şimdi "SOROS ile Friedrich Ebert Vakfı ne alaka?" diye düşünebilirsiniz lakin kazın ayağı hiç de öyle değil...

-SOROS'un Rothschild Hanedanı adına finansal manipülatörlük yaptığını ve siyasal bir takım olayları NGO'lar vasıtası ile finanse ettiğini flood serimizin 1.bölümünde yazmıştık...

-Dünya'da Rothschild Ailesi denilince kafalarda hep bir İngiliz ailesi imajı vardır genelde. Zira aile 1700'lerin sonunda merkezini Londra'ya taşımış ve İngiliz Kraliyet Ailesi ile girift ilişkiler geliştirmiş, Londra Borsası üzerinden yaptığı finansal operasyonlar ile tanınmıştır.

-Ancak aslında Rothschild Hanedanı'nın kurucusu A.M. Rotschild Berlin doğumlu bir Alman Yahudisidir…

-Ancak her zaman Almanya üzerinde etkin olan aile Almanya'da tam hakimiyetini Hitler döneminde sağlamıştır.

-Hitler iktidara geldiğinde kısa vadeli yahut yüksek faizli ciddi miktarda borçla karşı karşıya kalmıştı. Ancak Almanya'nın hemen hemen tüm borçları ya Rothschild ailesi kontrolündeki bankalara yahut merkez bankasını bu aileye teslim etmiş ülkelereydi...

-Yani Almanya aslında Rothschild Hanedanı'na borçluydu...

-Rothschild'ler Hitler'e bir teklif sundular. Borçların bir kısmını tamamen silecekler, bir kısmının faizini düşürecekler bir kısım kısa vadeli borcu ise düşük faizle uzun vadeye yayacaklardı. Karşılığında ise ALMAN MERKEZ BANKASI'NI istiyorlardı..

. -Hitler teklifi kabul etti ve Rothschild Hanedanı Alman Merkez Bankası'nı ele geçirdiği andan itibaren günümüzde dahi devam eden şekilde Alman devleti içindeki gücünü ve nüfuzunu doruk noktasına çıkardı...

-Hali ile Alman vakıflarına da etki ediyorlardı ve bunlara etki ederken kullandıkları en önemli isim de kuşkusuz güvenilir adamları SOROS oluyordu...

- İşte SOROS'un üzerinde etkin olduğu, Türkiye'de finanse ettiği STK ve Üniversiteler'in "Partneri" olan, AXEL SPRİNGER ve SPD bağlantılı bu Friedrich Ebert Vakfı aynı zamanda da Aydın Doğan Vakfı kanalı ile Aydın Doğan ile ilişkiliydi...

-Aydın Doğan ile Friedrich Ebert Vakfı arasındaki ilişkiler 1990'lı yılların ortasında tesis edilmişti... 28 Şubat sürecinde "olgunlaşan" ve "operatif" hale gelen bu ilişkiler ağı 1990’ların sonu 2000'lerin başı itibariyle en iyi ve güçlü dönemini yaşamaya başlamıştı...

-Aydın Doğan Vakfı ile Friedrich Ebert Vakfı pek çok önemli ve "ilginç" projeye ve organizasyona ortaklaşa imza atıyorlardı...

-Kılıçdaroğlu'nu "Parlatma" projesi kapsamında güçlü ve etkin bir medya ayağına ihtiyaç duyulduğunda ise Friedrich Ebert Vakfı kanalı ile çalınan kapı pek tabii ki Aydın Doğan olacaktı…

-"Yeniden yapılandırılmış" ve yeni bir lider ile ve tabii kendisinin vereceği medya desteği ile CHP'nin AKP karşısında zafer kazanabileceğini düşünen ve böylece Erdoğan tehlikesini bertaraf edebileceğini düşünen Doğan bir konuda yanılıyordu...

-Zira "Küresel Güç Odakları"nın Erdoğan'ı devirmek gibi bir planı yoktu...

-Onlar 2 partili bir sistemi "uygun gördükleri" Türkiye'de "kaldıracın" kendilerine sorun çıkarmayacak "sol" kısmını oluşturacak bir sol parti istiyorlardı. O nedenle de amaçları CHP'yi "dönüştürerek" dizayn etmekti..

. -Ama bunun farkında olmayan Aydın Doğan, Erdoğan karşısında son bir umutla projeye dahil oldu... Süreç başlıyordu...

-Bu arada "REORGANİZE EDİLMİŞ" YEŞİL GLADİO ise Gülen medyasını dizayn ediyordu. Proje sürerken gereken destek verilecek, en azından karşıt yayın yapılmayacaktı...

-Süreç başlamıştı ve "düğmeye basılmıştı"... Kemal Kılıçdaroğlu'na adeta "bilgi ve belge" yağmaya başlamıştı. YEŞİL GLADİO arşivinden bir bölümü "kullanıma açmıştı"...

-Ve beklenen an geldi...

-Kılıçdaroğlu ilk büyük patlamasını 2008 yılında AKP Sakarya Milletvekili ve partinin MKYK ve MYK üyesi olan Şaban Dişli hakkındaki yolsuzluk belgelerini ortaya çıkartarak yapıyordu...

-Türk siyaset tarihine AKADEMİ OFSET skandalı olarak geçecek olayda Kılıçdaroğlu belgeler ile Şaban Dişli'nin bu şirket adına bir arsa imarı konusunda iş takibi yapmak karşılığında 1 milyon TL rüşvet aldığını ve bunun imzalı protokolünü ortaya çıkarıyordu...

-Kılıçdaroğlu'nun ortaya çıkardığı belgeler aynı anda Doğan medyasının tüm gücü ile manşetlere çıkıyor ve bu konu ile ilgili saatler süren programlar yapılıyordu... Kılıçdaroğlu ismi ön plana çıkarılıyordu...

-Kılıçdaroğlu ses getirmişti... Kısa süre sonra Şaban Dişli partideki görevlerinden istifa edecekti...

-Ama yetmezdi bu daha başlangıçtı... Her şey planlanmıştı ve adım adım ilerlenecekti...

-Şaban Dişli'yi istifa ettiren yolsuzluk skandalının ardından Kılıçdaroğlu kısa süre sonra bir kez daha kameralar karşısına geçiyordu. Bu kez hedefinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat vardı... Kılıçdaroğlu açıkça Fıratı "Uyuşturucu Baronu" olmakla suçladı...

-Kılıçdaroğlu'na Fırat'ın yanıtı sert ve yine medya üzerinden oldu... İki isim bir süre medya organları üzerinden tartışmalarına devam ettiler. Doğan medyası bu sırada Kılıçdaroğlu tarafını ön plana çıkartıyor iddialarını sayfalarına ve köşelere taşıyordu...

-Aydın Doğan, Kılıçdaroğlu-Fırat tartışmasının medya üzerinden devam etmesini ve tarafların birbirlerini medya üzerinden suçlamalarını bir süre bilinçli olarak takip etti. Burada hem Kılıçdaroğlu'nu daha da parlatmak hem de tansiyonun yükselmesini sağlamak stratejisindeydi...

-Çünkü yükselmesine seyirci kaldığı tansiyonu "düşürecek olan " kendisiydi. Aydın Doğan, Kılıçdaroğlu'nu "parlatan" güç odaklarının O'na çok sağlam "Bilgi Servisi" yaptığını da görmüştü.

-Bu "odaklar" Kılıçdaroğlu'nu parlatırken, AKP içerisine de Kılıçdaroğlu üzerinden operasyon yapıyorlar, Erdoğan'a da mesaj veriyorlardı ve belli ki bu sefer mesaj Genel Başkan Yardımcısı'nı tasfiye ederek verilecekti.

-Dengir Mir Mehmet Fırat'ın önemli özelliği Güneydoğu'da sözü geçen ve barışçıl çözümü savunan siyasal tavır içerisindeki bir siyasetçi oluşuydu ve anlaşılan Kılıçdaroğlu'nu "parlatanlar" AKP içerisinde "güvercin" değil "şahinleri" görmek istiyordu...

-Aydın Doğan bir süre daha bekledikten düğmeye bastı...O dönem DOĞAN MEDYA GRUBU bünyesinde olan STAR TV'nin haberlerini duayen gazeteci Uğur Dündar yönetmekteydi...

-Dündar ve başta Yılmaz Özdil'den oluşan deneyimli haber kadrosu ile STAR HABER, hemen her gün tüm rakiplerini reytinglerde ezmekte ve açık ara önde bulunmaktaydı.

Dündar'ın en önemli özelliği ise toplumun tüm kesimlerinin görüşü ne olursa olsun sözüne itibar ettiği, güvenilirliğinden, objektifliğinden ve tarafsızlığından emin olduğu bir haberci olmasıydı.

-Türk televizyonlarında seçim öncesi parti liderlerinin açık oturumlarda karşılaştığı yayınlar olmuştu ancak birbiri hakkında iddiası ve sert sözleri olan farklı partilerden 2 siyasetçi hiç bir canlı yayında karşı karşıya gelmemişti...

-Bu başarılabilirse bir ilk olacaktı ve habercilik açısından da önemli bir olaydı...

-Aydın Doğan böyle bir "düelloyu" sağlaması için Uğur Dündar'ı görevlendirdi zira Türkiye'de bu iş için Dündar'dan daha uygun bir isim yoktu...

-Dündar bir haberci refleksi ile görevi kabul etti ve tarafları canlı yayında iddialarını karşılıklı konuşmaya davet etti... Kısa süre sonra Dündar'a güvenen iki taraf da teklifi kabul ettiler.

-Büyük karşılaşma TBMM'de gerçekleşti... Bütün ajans ve kanallara açık olarak yapılan "düelloda" Kılıçdaroğlu'nun ortaya koyduğu belgeler karşısında, Dengir Mir Mehmet Fırat çok zor duruma düştü ve 1,5 saat boyunca savunmada kaldı...

-Yayının hemen ardından Doğan medyası Kılıçdaroğlu'nu galip ilan ederek, performansını göklere çıkartan yayınlara başladı... Gazeteler Kılıçdaroğlu zaferi manşetleri attılar...

-Aradan çok fazla geçmeden Dengir Mir Mehmet Fırat AKP Genel Başkan Yardımcılığı görevinden istifa etmek durumunda kaldı. AKP Fırat'a sahip çıkmamıştı...

-Kılıçdaroğlu artık "AKP Genel Başkan Yardımcısı'nı Koltuğundan Eden Adam" olarak tanınıyordu. Bundan 6 sene önce adını kimsenin bilmediği bu bürokrat emeklisi, 6 yıl içinde önce CHP Grup Başkanvekili olmuş, ardından milyonlara adını ezberletmişti.

-Kılıçdaroğlu siyasetin "parlayan yıldızıydı" artık...

-Ancak artık CHP içerisinde ve kamuoyunda "Parlatılan" Kılıçdaroğlu için yürütülen planlı operasyon "Zirve" yapmamıştı. Operasyonun "Zirvesi" bugüne kadar karşısında kimsenin kendisi ile baş edemediği, polemik üstadı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'ti....

-Ve aradan çok zaman geçmeden Kılıçdaroğlu bu kez Gökçek'i doğal gaz sayaçları üzerinden vurgun yapmakla suçladığı belgeler ile kamera karşısına geçti ve "Hodri meydan" dedi...

-Gökçek'in çağrıya cevap vermemesi düşünülemezdi... İkili yine Uğur Dündar'ın moderatörlüğünde STAR TV ve CNN TURK ortak yayınında karşı karşıya geldiler... CNN'in devreye sokuluşu manidardı ve anlayan için çok "ince" bir mesajdı...

-Uğur Dündar moderatörlüğündeki yayında Kılıçdaroğlu Gökçek'i çok zor duruma düşürdü. Belge ile konuşuyor, Gökçek terliyor ve agresifleşiyordu. Hatta Kılıçdaroğlu'na cevap veremediği için moderatörlük yapan Uğur Dündar'a karşı tavır alıyordu..

-Yayının bitimi ile birlikte Doğan medyasında programlarda düello tartışmaya açıldı. Vücut dillerinin analizine kadar yapılıyor, Kemal Kılıçdaroğlu'nun kesin zaferinden bahsediliyordu, gazeteler bir gün sonra Kılıçdaroğlu'nun zaferini yazıyorlardı...

-Kılıçdaroğlu'na imaj noktasında "zirve yaptırılmıştı"... O artık AKP'nin bir MKYK üyesi ve bir Genel Başkan Yardımcısı'nı koltuğundan eden, Gökçek'i hayatında ilk kez mağlup eden yılmaz bir "Yolsuzluk Savaşçısı" bir kahramandı...

-Bu "kahraman" haline gelen eski bürokrat yavaş yavaş CHP tabanında özellikle Baykal'dan rahatsız olan geniş kitleler içerisinde "Kurtarıcı" olarak görülmeye başlanıyordu.

-Bunda bazı köşe yazarlarının Kılıçdaroğlu'nun siyasi geleceğini genel başkanlık olarak gösteren yazıları da etkiliydi.

-Baykal ise olan biteni sessizce izliyordu. Kılıçdaroğlu üzerinden CHP ve Türk siyasetine bir operasyon çekilmek istendiğini sezinlese de tam emin olamıyor ayrıca Kılıçdaroğlu'nun bunun farkında olup olmadığını yani plana bilinçli olarak dahil olup olmadığını kestiremiyordu...

-Partide açıkça kendisine bir rakip yaratılıyor, bunun için en önemli gereklilik olan medya gücü bu yaratılan rakibin emrine amade ediliyor, kendisine ulaşmayan bilgi ve belgeler Kılıçdaroğlu'na ulaşıyordu...

-Öte yandan belirli bir çevrenin de parti içerisinde yeniden Karayalçın ismini ön plana çıkartmaya çalıştıkları ve bazı özel toplantılar yaparak, kulis gerçekleştirdiklerini görüyordu...

-Baykal bir operasyon geldiğini görüyor ama "arkasındaki güçleri" göremiyordu... Gölgelerle savaşamayacağını anlayan Baykal, planı bozmak ve CHP'nin ele geçirilmesini engellemek için çok riskli ve beklenmedik bir hamle yapacaktı...

-2009 Yerel seçim yılıydı...Baykal kimsenin beklemediği biçimde "Parlatılan" Kılıçdaroğlu'nu İstanbul, parti içinde yeniden ön plana çıkarılmak istenen Karayalçın'ı da Ankara adayı olarak gösterdi...

-Baykal, CHP üzerinden Türkiye siyasetine çekilmek istenilen oyunu bozmak en azından zaman kazanmak adına 2009 seçimlerini kaybetmeyi göze almıştı...

Baykal'ın planına göre işler istediği gibi giderse "Alan tecrübesi olmayan" Kılıçdaroğlu, "Halihazırda Belediye Başkanı olan" ve iktidar partisi AKP'nin de devlet olanaklarını kullanan AKP adayı Kadir Topbaş karşısında, Karayalçın ise 1999 ve 2004'te 2 kez yenildiği Gökçek karşısında seçimi kaybedecek ve pasifize olacaklardı...

-Eğer bu isimler seçimi kazanırlarsa Baykal geliştirdikleri ilişkiler ağının izini sürerek operasyonu planlayan asıl güçleri öğrenecekti...

-Doğan Grubu Kılıçdaroğlu'nun seçim çalışmalarına çok ciddi destek veriyordu. "Çamura basan", "Fakir aile sofrasına oturan" Kılıçdaroğlu ve halkın ona ilgisini yansıtan fotoğraf ve haberler servis ediliyor, Kılıçdaroğlu'ndan 2.bir "HALKÇI" Ecevit yaratılmaya çalışılıyordu.

-29 Mart 2009 gecesi sandıklar açıldığında Baykal'ın planları tutmuş gözüküyordu. Kılıçdaroğlu İstanbul'da, Karayalçın Ankara'da kaybetmişti. Gökçek'e karşı 3.kez kaybeden ve çok fazla yıpranan Karayalçın gerçekten tasfiye olmuştu...

-Ancak 30 Mart sabahı ile birlikte anlaşıldı ki Kılıçdaroğlu için kaybedilen hiç bir şey yoktu...

-Seçimde %37 oy alan Kılıçdaroğlu İstanbul'da CHP oylarını %40 bandına dayamış, bir önceki seçim olan 2004 seçimlere göre CHP'nin oyunu %10'DAN FAZLA ARTTIRMIŞTI...

-Doğan medyası özellikle bu %10 artışı işlemeye başladı. Gazetelerde ve kanallarda, köşelerde ve programlarda Kılıçdaroğlu'nun tek başına ismi ile %10 oya sahip olduğu propagandası dillendirilmeye başlandı...

-Doğan Grubu, Kılıçdaroğlu'nu kaybetse de galip ilan etmişti . "Galiptir bu yolda mağlup" kıvamında yayınlar yapmaya başlamıştı.

-Kılıçdaroğlu'nun yükselişi durmamış, tam tersine arkasına "Tek başına CHP oylarını %10 arttıran adam" imajının rüzgârını alarak ivmesini bir kat daha arttırmıştı...

-"Projede" tam bir koordinasyon hakimdi ve herkes üzerine düşen vazifeyi aynı anda eş güdümlü olarak uyguluyordu...

-Doğan medyasının desteği ile yıldızı her geçen gün biraz daha parıldatılan Kılıçdaroğlu belirlenen hedefe adım adım yaklaşırken, SOROS ise CHP'nin yeniden dizayn edilecek halinin kadro ve fikir iklimini oluşturmak için bir "çevreleme stratejisini" hayata geçiriyordu...

-Belki kimse farkına varmıyordu ama TESEV ile çok dikkat çeken ve bu vakıf ile ilişkisi sorgulanmaya başlanan SOROS, Friedrich Ebert kanalı vasıtası ile 1996 sonrası kurulmuş bazı vakıfları finanse etmeye başlıyordu...

-"Çevreleme Stratejisi"ne dâhil edilen ve fonlanan vakıf, dernek ve Üniversiteler şunlardı...

–Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma (Afrotürk) Derneği – Afro-Türk Renkler, Afro-Türk Kadın ve Çocukları Güçlendirilmesi, Sosyal Dayanışma ve Farkındalık Meydana Getirilmesi Projesi –

-Akdeniz Roman Dernekleri Federasyonu – Roman Hakları Forumu’nu (Romfo) Güçlendirme Projesi, -Anadolu Kültür – Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu Projesi, –

-Anadolu Kültür – Sosyal ve Ekonomik Olarak Dezavantajlı Üniversite Öğrencilerinin İhtiyaç Duydukları Maddi Kaynakları Sağlayacak Burs Programı, – Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği – Telgraflarda Sürgün Günlüğü Projesi,

-Bağımsız Sinemacılar Derneği – Acının İki Yüzü Projesi, -Bellek ve Kültür Sosyolojisi Çalışmaları Derneği (BEKS) – Ermeni Gençlerin Post-Belleği Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma,

-Boğaziçi Üniversitesi – Türkiye’de Siyasetin Anlam Haritasını Çizmek: Tartışma Eksenleri ve Yorum Çerçeveleri, -Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği – Türkiye Hapishaneler Enformasyon Ağı, -

-Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) – Önce Anadili: Eğitimde Anadili ve Çok Dillilik, -Ermeni Kültürü ve Dayanışma Derneği – Geride Kalanlar,

-Güneydoğu (Turabdin) Süryani Kültür ve Dayanışma Derneği – Birlikteyken İyiyiz, -Hrant Dink Vakfı – Anadolu’nun Kültür Mirasını Ortaya Çıkarmak ve Savunmak, -İstanbul LGBTT Dayanışma Derneği – Trans Hakları Projesi,

-İzmir Çağdaş Romanlar Derneği – Çocuklarına Gelinlik Değil Bezden Bebek Diken Roman Kadınların Kapasitesinin Güçlendirilmesi, -KAMER Vakfı – Dünyayı Kadınlar ve Çocuklar Değiştirecek Projesi,

-Kaos Gey ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği – LGBTİ’lerin İnsan Haklarının İzlenmesi Programı, -Kırmızı Şemsiye Cinsel Sağlık ve İnsan Hakları Derneği

-Trans-İzleme: Türkiye’de Translara Yönelik Hak İhlallerinin Savunuculuk Perspektifiyle İzlenmesi, -Koç Üniversitesi – Türkiye Seçim Araştırması 2015, -Muş Kadın Çatısı Derneği – Çocuk İstismarına Dur De! 2, -Ortak Gelecek için Diyalog Derneği – Doğruluk Payı,

-Pembe Hayat Lgbtt Dayanışma Derneği – 5. Pembe Hayat Kuirfest, -Pembe Hayat Lgbtt Dayanışma Derneği – Adaletin T Hali, -Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD)

-LGBT Eşitliğinin Altyapısını Oluşturmak, – Suriye Can Derneği – Nusaybin Suriye Can Okulu, -Toplumsal Duyarlılık ve Şiddet Karşıtları Derneği DUY-DER – Çocuklar İçin Mayın ve Çatışma Atıkları Eğitim Projesi –

-Doğubeyazıt, Pervari, Eruh Köyleri, -Uluslararası Şeffaflık Derneği – Batı Balkanlar ve Türkiye’de Ulusal Şeffaflık Sistemi ve Yolsuzlukla Mücadele Gelişiminin İzlenmesi, -YUVA Derneği

-Suriyeli Mültecilere Destek Projesi, -Zan Sosyal Siyasal İktisadi Araştırmalar Vakfı – Ezidilerin 73. Fermanı Şengal Soykırımı.

-Ve diğer projeler: Bağımsız Türkiye Komisyonu, Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması, Eğitim Reformu Girişimi, Sosyal Politika Forumu, Herkes İçin İnsan Hakları, 20 İlde İnsan Hakları Filmleri Gösterimi, Bireysel Silahsızlanma Projesi, Grameen Mikrokredi projesi,

-Özel Sektör Madenciliğinde Ekonomik ve Sosyal Hak Uygulamalarının Araştırılması Projesi, Kültür Karıncaları, Eğitim Reformu, Güneydoğu Okul Öncesi Eğitimi, Güneydoğu’da Yetişkin Okuryazarlığı, Göç, Hukuk Danışmanlığı Projesi, STK Eğitim Merkezi, Diyarbakır Sanat Merkezi,

-Gezici Afet Eğitim Merkezi, Kadın Fonu, Namus Cinayetlerini Önleme Projesi, Kadın Filmleri Festivali, Açık Radyo, Beyoğlu Gazetesi ve Aydın Doğan Vakfı ile birlikte Gazeteci Eğitim Projesi.

-Bir de bu uzun listede bulunmayan 2 önemli oluşum var... Bunlar 10 ARALIK HAREKETİ ve TÜSES (TÜRKİYE SOSYAL EKONOMİK SİYASAL ARAŞTIRMACILAR VAKFI)

-10 ARALIK HAREKETİ 10 Aralık 2005 yılında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi önderliğinde, Prof.Burhan Şenatalar sözcülüğünde kurulmuş bir yapı. Liberal sosyal demokratlar...

-Friedrich Ebert Vakfı, Hareket olarak kurumsal finansman sağlayamadığı için fonlamayı "partneri" DİSK üzerinden yapıyor... Hareketin kurucusu DİSK GENEL BAŞKANI Süleyman Çelebi...

-TÜSES ise adeta TESEV'in ikizi...Kurucusu da aynı zamanda TESEV KURUCUSU, SOROS'un desteklediği LEUREATE VAKFI tarafından satın alınan Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Asav Savaş Akad...

-65 milyon lira sermaye ile adeta dev bir holding gibi kurulan vakfın kuruluş senedinde en büyük hisse 5 milyon lira ile AKADEMİSYEN ve Asaf Savaş Akad'a ait...Diğer paylar 250 şer bin TL'lik hisseler olarak eşit biçimde dağılmış. Yani Vakıf Akad kontrolünde...

-Tabii ki bu finansman ve "Çevreleme Hareketi", kadro hazırlama süreci boşuna başlatılmamıştı...

-DOĞAN ve SOROS bunları yaparken müthiş koordinasyonda YEŞİL GLADİO da üzerine düşeni yapmıştı...

-Ve büyük darbenin vurulması için tüm şartlar oluşturulmuştu... Sıfırdan bir kahraman yaratılmış, kadroları hazırlanmış, sermaye çevreleri ayarlanmış, kamuoyu oluşturulmuştu...

-Şimdi sıra son adımdaydı...

-Baykal operasyonun adım adım yaklaştığını farketse de "Gölgeler" karşısında bir şey yapamıyordu...

-Ve bir gün Haber Vaktim isimli internet sitesinde yayınlanan kısa bir video görüntüsü, Baykal'ın, CHP'NİN VE DAHA DA ÖNEMLİSİ TÜRKİYE'nin siyaset haritasını değiştiriyor, kaderi ile oynuyordu...

-Filim daha yeni başlıyordu ve Türkiye'nin izleyeceği daha çok şey vardı...


...

KAYNAK: Celal Eren Çelik / @yazparov




0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.