İkinci Dünya Savaşı sonrasının harap olmuş Avrupa'sı karşısında nispeten daha derli toplu duran "Atatürk'ün Türkiye'si", Avrupa'nın gözünde bugüne nazaran, şüphesiz çok daha iyi bir yerdeydi.
Avrupa'nın savaşın yaralarını sarmaya başlaması ve Türkiye'nin maalesef ki, cumhuriyetin ilk yıllarında yakaladığı ivmeyi kaybederek gerilemeye başlaması ile, Avrupa'nın gözündeki "saygın mevkiini" de kaybetmiş oldu.
Yani bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebilir ki, "Türk sorunu", Avrupa devletlerinin görüş birliği içinde oldukları e nadir konulardan biridir; belki de en başta gelenidir. Tarih boyunca "Türk'e duyulan nefreti" bir çok Avrupalı devlet adamı çeşitli vesilelerle ve küstahça dile getirmekten geri durmamışlarsa da, hiçbiri, adeta bütün bunları bir tek paragrafta "cem eden" Francesco Crispi'ninki (1818-1901) kadar (bence) gerçek meramlarını(akıllarının dibini gösterici bir tarifle tarif edilmemiştir. Sarfedilen söze bakarsanız eminim bana hak verirsiniz. İtalya'nın başbakanlık da yapmış olan politikacılarından Crispi bakın ne diyor:
"Türk'ün Avrupa'daki varlığı insanların haklarına sürekli bir hakarettir. Dört buçuk yüzyılda ne Avrupalılaşabildi ne de üzerlerinde gaddar hükmünü sürdürdüğü ırkları bir ulusal potada eritebildi... Bu ülkede hiçbir kamu organizasyonu mümkün değildir... Irklar orada uluslarıyla değil, dinleriyle ayrılırlar... En iyi çözüm, merkezi İstanbul olacak bir Balkan Federasyonu kurulmasıdır." (3 Mart 1897) (*)
Tarih boyunca çekişen iki anlayıştan birini temsil eden bu görüşle mayalanmış bulunan böylesine bencil bir Avrupa siyasetinin, dünya siyasetinin yönünü barıştan yana çevirmesi de (bir mucize olmadıkça) imkânsız görünüyor. Öyle ise hakkımızda böylesine "betonlaşmış" düşünceler taşıyan insanlara (elbette tehditkâr değil ama) ihtiyatla yaklaşmakta ve onlara kendimizi anlatmak gibi bir mecburiyet içinde olmadığımızı idrak etmekte fayda var.
***
(*) Kaynak: "Avrupa Kıskacında Abdülhamit, O. Koloğlu, 1998)
Yorum Gönder