24 Kasım 2010 Çarşamba
Bir de böyle bir "Dünya" var...
Kapitalizm, her tökezlediğinde "emperyalist çete", ona hemen yeni bir ad takarak onu "hayatta tutmaya" gayret ediyor. Adı, kimi zaman "küreselleşme", kimi zaman "globalizasyon", kimi zaman "serbest piyasa ekonomisi", kimi zaman "liberal düşünce" oluyor ama "özü" asla değişmiyor: İnsanı ve insanlığı hiçe sayan, bütün bir dünyayı, vahşi mücadelelerin biteviye devam ettiği bir arenaya döndüren, sadece insanlığın maddi manevi değerlerini değil, yeryüzündeki canlı cansız bütün varlıkları "kâr" uğruna acımasızca talan eden bu zihniyet, bütün bu "kâr" mekanizmalarını canlı tutmak adına, elindeki medya gücünü de çok iyi kullanarak, dünyadaki "en ideal düzeninin bu olduğunu" ve bunu tartışmanın dahi abesle iştigal olacağı fikrini, örtülü ve açık bir şekilde zihinlere sürekli olarak ve tekrar tekrar nakşedip durmakta... Halbuki dünya, bunların bize dayattıkları gibi bir dünya olmak zorunda değil! "Tek doğru" bunların doğrusu değil!
Konuyu şöyle açalım: Yüce Allah, insan için, yerde ve gökte sayısız nimetler yarattığını söylemiyor mu? Bilinmelidir ki, aslolan "vermek"tir, "verme konumunda" olmaktır! Bakın doğadaki bitki ve hayvanlara; yerdeki ve gökteki sayısız canlının sürekli "vermekte" olduklarına şahit olmuyor musunuz? Elma ağacı, portakal ağacı, zeytin ağacı , kiraz ağacı vb. meyve vermek için sizinle pazarlığa mı oturuyor? Meyvesi için sizden bir fiyat, bir ücret mi talep ediyor? Sadece yaradılışının gereği olarak, zamanı geldiğinde meyvesini veriyor... Kişi ayrımı yapıp; "bu meyvelerimden ancak şunlar, şunlar yiyebilir, bunlar bunlar yiyemez" mi diyor? Hayır! Çünkü o, ölene kadar hep verir, vermeye devam eder. Gücü yettiğince, az ya da çok ama mutlaka verir. Bakın denizlere, bakın diğer hayvanlara, hepsi aynı minval üzerinedirler. Niye?!.. Çünkü, Allahü Teala, yaratıp akıl verdiği insanı yeryüzünde acımasızca bir "rızk mücadelesi"ne muhatap kılmamak, bilakis onu bu zahmetten kurtararak ve onu; bütün bir zamanını bu uğurda sarfetmek zorunda bırakmayarak, ona "tefekkür" edecek "geniş bir zaman" bırakmak istiyor, bu yüzden de insanın "nimetlerine" ulaşmasını olabildiğince kolaylaştırıyor. Bir tohumdan yüz "dane" çıkararak size veriyor. "1 dane veririm amma, verdiğimi de 6 ay sonra 10 dane olarak geri isterim ha!", da demiyor. Denizlerden tonlarca hamsi, palamut vb. vererek nimetlerini alabildiğine de genişletiyor. Ama bunun karşılığında insanlar içinden bir gurup çıkıyor, kendilerine, kendilerince bir "düzen" kuruyor ve Yüce Allah'ın bütün insanlığa "cömertçe" ihsan ettiği bu nimetleri kendi tekellerine alıyor ve onları diğer insanlara "satmaya" kalkışıyor!.. Ne adına? Kapitalizm, liberalizm, serbest piyasa vb. adına!
Bu noktada hemen hatırlanmalı ki, son peygamber Hz. Muhammed (S.A.V) "öksüz" ve "yetim"di. Ama Allah ona "sahip çıktı" ve O'nu "kimsesiz" bırakmadı. Bir daha düşünün ki; Allah son peygamberini neden "öksüz" ve "yetim" bıraktı ama "kimsesiz" bırakmadı?!.. Ne diyordu Hz. Peygamber: "Yetimin ahı arşı titretir!" Çünkü, insan "çaresiz" kalabilir, "yetersiz" olabilir, "kimsesiz" olabilir, "hasta" olabilir, "iflâs etmiş" olabilir, "borçlu" olabilir, "sakat veya hasta düşmüş" olabilir!.. Bu "olabilirlikler" bir diğeri için "kazanç vesilesi" olarak görülebiliyorsa, vay o insanın haline, vay o insanlığın haline! Hani diyorlar ya; "iş hayatında duygusallığa yer yoktur!" diye, işte öyle... Hani ne diyorlar: "Adam çok sıkışmıştı, ucuza düşürdük!" Ne büyük şans! Ne büyük beceri! "Düşürmek"; göbeğini oğuştura oğuştura keyfi çıkarılacak kadar bol ve keyifli bir kazanç! Adam "sıkışmış", biraz da sen sıkıştırırsın, elinde avucunda ne varsa kıvırır alırsın, değil mi? Çünkü, ticarette acıma olmaz, duygusallık olmaz! Fırsatını(!) buldun mu, çökeceksin tepesine! Tıpkı akbabalar gibi; ölse de yesek, hatta ölmesini bile beklemesek de yesek leşini, değil mi?
Hadi bunlar Batı'da olur da, müslümanlığın neresine sığar, sığdırılr?!.. Bütün bunları yapan nasıl "müslüman" olarak kalır? "Bir beldede bir müslümanın aç sabahlaması, o belde yaşayan bütün müslümanların imanını tehlikeye düşürür" ise, "düşene vurmak" nasıl tanımlanır? Hayatın yegâne gayesi "mal yığmak" mıdır, "zengin olmak" mıdır? Peki bir de şöyle soralım: Bizim peygamberimiz, bir döşekte oturan, sakallı cüppeli, müritlerine vaaz veren, ticaretten ve dünyadan bîhaber ve hattâ "para kazanmaktan" (haşâ) aciz bir insan mıydı? Asla! Hattâ tam tersine, çocukluğundan itibaren ticaret kervanlarıyla ülke aşırı memleketlere gitmiş, mal almış, mal satmış, "çekirdekten yetişme" bir tüccar değil miydi? Üstelik "müflis" de değildi, ama vefat ettiğinde geride ne bıraktı? Bir gömleği, bir de yattığı hasırı... Halbuki O, milyonları arkasından sürüklemiş, (teşbihte hata olmaz) tanınmış ve "ünlü"(!) bir insan olmuş değil miydi? Bugünkü mantıkla bakarsak, geride neler neler bırakması gerekmiyor muydu?!.. Bugünkülerin gözüyle, eline "fırsat" dersen "ganî" denecek kadar fırsat geçmemiş miydi? Yani "bal tutmuştu" ama bırakın parmağını, o balı tırnağına dahi bulaştırmamıştı! "O peygamberdi de onun için öyle yapmak durumundaydı, yoksa "bu normal bir insanın yapabileceği bir iş değildir" diye mi düşünüyorsunuz? Halbuki biz; "O peygamberdi, 10 metre yüksekten atlardı da bir şey olmazdı" mı diyoruz ki? O, sadece "yaradılış gayesine uygun" hareket etmiştir. Kalbini mal, mülk ihtirasına değil, "sevgi"ye bağlamıştır. Çünkü sevginin olduğu yerde merhamet vardır, şefkat vardır, koruma, kollama, esirgeme, bağışlama, kanaatkârlık ve paylaşma vardır. Gasp yoktur, hile yoktur, çalma çırpma, hinlik cinlik yoktur! Bakın, Yunus Suresi, 58. Ayette Allahü Tealâ ne diyor: De ki: "Allah'ın bol ihsanıyla (fazlıyla) ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır."
Duyar gibiyim ki; "e peki, karşılığında para olmayacaksa, bir menfaat olmayacaksa, bunca işi kim, niye yapsın?!.." diyorsunuz... Gelecek yazıda bunu da konuşalım o halde...
Konuyu şöyle açalım: Yüce Allah, insan için, yerde ve gökte sayısız nimetler yarattığını söylemiyor mu? Bilinmelidir ki, aslolan "vermek"tir, "verme konumunda" olmaktır! Bakın doğadaki bitki ve hayvanlara; yerdeki ve gökteki sayısız canlının sürekli "vermekte" olduklarına şahit olmuyor musunuz? Elma ağacı, portakal ağacı, zeytin ağacı , kiraz ağacı vb. meyve vermek için sizinle pazarlığa mı oturuyor? Meyvesi için sizden bir fiyat, bir ücret mi talep ediyor? Sadece yaradılışının gereği olarak, zamanı geldiğinde meyvesini veriyor... Kişi ayrımı yapıp; "bu meyvelerimden ancak şunlar, şunlar yiyebilir, bunlar bunlar yiyemez" mi diyor? Hayır! Çünkü o, ölene kadar hep verir, vermeye devam eder. Gücü yettiğince, az ya da çok ama mutlaka verir. Bakın denizlere, bakın diğer hayvanlara, hepsi aynı minval üzerinedirler. Niye?!.. Çünkü, Allahü Teala, yaratıp akıl verdiği insanı yeryüzünde acımasızca bir "rızk mücadelesi"ne muhatap kılmamak, bilakis onu bu zahmetten kurtararak ve onu; bütün bir zamanını bu uğurda sarfetmek zorunda bırakmayarak, ona "tefekkür" edecek "geniş bir zaman" bırakmak istiyor, bu yüzden de insanın "nimetlerine" ulaşmasını olabildiğince kolaylaştırıyor. Bir tohumdan yüz "dane" çıkararak size veriyor. "1 dane veririm amma, verdiğimi de 6 ay sonra 10 dane olarak geri isterim ha!", da demiyor. Denizlerden tonlarca hamsi, palamut vb. vererek nimetlerini alabildiğine de genişletiyor. Ama bunun karşılığında insanlar içinden bir gurup çıkıyor, kendilerine, kendilerince bir "düzen" kuruyor ve Yüce Allah'ın bütün insanlığa "cömertçe" ihsan ettiği bu nimetleri kendi tekellerine alıyor ve onları diğer insanlara "satmaya" kalkışıyor!.. Ne adına? Kapitalizm, liberalizm, serbest piyasa vb. adına!
Bu noktada hemen hatırlanmalı ki, son peygamber Hz. Muhammed (S.A.V) "öksüz" ve "yetim"di. Ama Allah ona "sahip çıktı" ve O'nu "kimsesiz" bırakmadı. Bir daha düşünün ki; Allah son peygamberini neden "öksüz" ve "yetim" bıraktı ama "kimsesiz" bırakmadı?!.. Ne diyordu Hz. Peygamber: "Yetimin ahı arşı titretir!" Çünkü, insan "çaresiz" kalabilir, "yetersiz" olabilir, "kimsesiz" olabilir, "hasta" olabilir, "iflâs etmiş" olabilir, "borçlu" olabilir, "sakat veya hasta düşmüş" olabilir!.. Bu "olabilirlikler" bir diğeri için "kazanç vesilesi" olarak görülebiliyorsa, vay o insanın haline, vay o insanlığın haline! Hani diyorlar ya; "iş hayatında duygusallığa yer yoktur!" diye, işte öyle... Hani ne diyorlar: "Adam çok sıkışmıştı, ucuza düşürdük!" Ne büyük şans! Ne büyük beceri! "Düşürmek"; göbeğini oğuştura oğuştura keyfi çıkarılacak kadar bol ve keyifli bir kazanç! Adam "sıkışmış", biraz da sen sıkıştırırsın, elinde avucunda ne varsa kıvırır alırsın, değil mi? Çünkü, ticarette acıma olmaz, duygusallık olmaz! Fırsatını(!) buldun mu, çökeceksin tepesine! Tıpkı akbabalar gibi; ölse de yesek, hatta ölmesini bile beklemesek de yesek leşini, değil mi?
Hadi bunlar Batı'da olur da, müslümanlığın neresine sığar, sığdırılr?!.. Bütün bunları yapan nasıl "müslüman" olarak kalır? "Bir beldede bir müslümanın aç sabahlaması, o belde yaşayan bütün müslümanların imanını tehlikeye düşürür" ise, "düşene vurmak" nasıl tanımlanır? Hayatın yegâne gayesi "mal yığmak" mıdır, "zengin olmak" mıdır? Peki bir de şöyle soralım: Bizim peygamberimiz, bir döşekte oturan, sakallı cüppeli, müritlerine vaaz veren, ticaretten ve dünyadan bîhaber ve hattâ "para kazanmaktan" (haşâ) aciz bir insan mıydı? Asla! Hattâ tam tersine, çocukluğundan itibaren ticaret kervanlarıyla ülke aşırı memleketlere gitmiş, mal almış, mal satmış, "çekirdekten yetişme" bir tüccar değil miydi? Üstelik "müflis" de değildi, ama vefat ettiğinde geride ne bıraktı? Bir gömleği, bir de yattığı hasırı... Halbuki O, milyonları arkasından sürüklemiş, (teşbihte hata olmaz) tanınmış ve "ünlü"(!) bir insan olmuş değil miydi? Bugünkü mantıkla bakarsak, geride neler neler bırakması gerekmiyor muydu?!.. Bugünkülerin gözüyle, eline "fırsat" dersen "ganî" denecek kadar fırsat geçmemiş miydi? Yani "bal tutmuştu" ama bırakın parmağını, o balı tırnağına dahi bulaştırmamıştı! "O peygamberdi de onun için öyle yapmak durumundaydı, yoksa "bu normal bir insanın yapabileceği bir iş değildir" diye mi düşünüyorsunuz? Halbuki biz; "O peygamberdi, 10 metre yüksekten atlardı da bir şey olmazdı" mı diyoruz ki? O, sadece "yaradılış gayesine uygun" hareket etmiştir. Kalbini mal, mülk ihtirasına değil, "sevgi"ye bağlamıştır. Çünkü sevginin olduğu yerde merhamet vardır, şefkat vardır, koruma, kollama, esirgeme, bağışlama, kanaatkârlık ve paylaşma vardır. Gasp yoktur, hile yoktur, çalma çırpma, hinlik cinlik yoktur! Bakın, Yunus Suresi, 58. Ayette Allahü Tealâ ne diyor: De ki: "Allah'ın bol ihsanıyla (fazlıyla) ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır."
Duyar gibiyim ki; "e peki, karşılığında para olmayacaksa, bir menfaat olmayacaksa, bunca işi kim, niye yapsın?!.." diyorsunuz... Gelecek yazıda bunu da konuşalım o halde...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Çarşamba, Kasım 24, 2010
Etiketler: Batı Medeniyeti ve Türkler, İslamiyet ve din kültürümüz
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder