27 Haziran 2016 Pazartesi
Bir kitap ve düşündürdükleri...
“Batı’nın üstünlüğü”nü kabul etmemizin üzerinden herhalde şöyle böyle iki asırdan fazla bir zaman geçmiş olsa gerek. Kendi kültürünü dolaş dokuz ede ede nihayetinde ipin ucunu da kaybeden bu toplum, karman çorman olmuş bir örgü çilesine dönen bu kültür yumağını sabırla çözmeyi faydasız bulmuş olmalı ki, o zamandan bu yana Batı’dan gelen her ne varsa ona “şifalı ot” muamelesi yapmayı ve kendini bu şekilde sözümona “rehabilite” etmeyi “tek yol” olarak görmeye devam ediyor.
Bu satırları bana yazdıran şey ise son zamanlarda "sosyal medya"da yeni bir "heyecan dalgası" yaratan, Japonya'da başlayıp dünyaya yayılan "minimalist yaşam tarzı"na dair yoğun paylaşımlar ve ‘yeni bir şey var mı?’ diye geçenlerde göz attığım bir kitap satış sitesinde rastladığım bir kitaptır:
Kitabın tanıtım yazısında şöyle yazıyor:
“Etrafımızdaki her şey, daha fazlasına sahip olduğumuzda daha mutlu olacağımızı söylüyor. Modern çağ bizi reklam ve pazarlamaya boğmayı sürdürüyor. Ve hepimiz şu hayattan ne beklediğimizi araştırıyor, kitaplar okuyor ve mutlu olacağımız o günü bekliyoruz.
Peki daha çok satın alarak kim olmayı istiyoruz? Kim olmak bizi mutlu edecek?
Bütün dünyada büyük ilgi gören sade ve minimalist yaşamın öncüsü (olan yazar), Azla Mutlu Olmak'ta eşyalarımızla ilişkimizi yeniden tanımlarken evimizi kalabalıktan arındırmak için pratik yollar sunuyor. Sade bir yaşamın insanı nasıl özgürleştireceğini anlatarak. Önce kendinize, sonra dünyaya büyük bir iyilik yapın. Azla mutlu olun. “
Evet, tanıtım yazısından da anlaşılacağı üzere, okuyucuya "minimalist yaşamın öncüsü" olarak tanıtılan yazar, bu kitabıyla okuyanına “yeni bir yol” öneriyor ve “sade” yaşayarak da mutlu olunabileceğini anlatıyormuş.
Ve, eminim ki bu kitap da “Secret” vb. kitaplar gibi kısa sürede Türkiye’nin “konuşulan kitapları” arasına girecek, insanlar birbirlerine hararetle bu kitabı tavsiye edecek, okumayana da muhtemelen dudak bükülecek!..
Ve bütün bunlar olurken hiç kimse aslında “sade yaşamanın getireceği mutluluğun” Doğu toplumlarınca asırlar öncesinden “tavsiye edilir” bir yaşam biçimi olduğunu elbette bilmeyecek!
İşte size “somut” bir örnek:
İslam Dini’nin muazzez Peygamberi bir gün yine halk içinde dolaşırken Müslümanın biri kendisine yaklaşarak:
-”Ey Allah’ın Resulü, zengin olmak istiyorum, bana bir tavsiyede bulun"
diyor.
Hz. Resulullah’ın kendinden “zenginliğin formülü"nü isteyen o kişiye verdiği tavsiye ise sadece şu kısa cümleden eden ibaret oluyor:
-”O halde ihtiyaçlarını azalt!..”
Evet, hepsi bu!
Zira, “ihtiyaç” kelimesi ile “muhtaçlık” kelimesi aynı kökten geliyor. Muhtaç olan, ihtiyacı giderilmedikçe mutsuz oluyor. İhtiyaçlar çoğaldıkça muhtaçlık artıyor, dolayısı ile de mutsuzluk artıyor. İhtiyaca sınır konulmadıkça da muhtaçlık dörtnala koşuyor. Arkasından yetişeyim desen de nefesin yetmiyor!
Ha, şu da var ki, olur olmaza "ihtiyaçtır" diyerek yola çıkanlardansan belki bir sürü şeyin "sahibi" oluyorsun ama bu defa bir de bakıyorsun ki, onları kaybetmenin korkusu bütün benliğini ele geçirmiş! İşte bu korku da ucu kimin eline geçerse seni dört ayaklı bir mal gibi istediği yere çekip götüren bir yular haline geliyor da, farkında dahi olamıyorsun!
Ve, şimdi eminim ki, bu kitabı okuyarak bundan “feyz alacak” olan okuyucunun şu yukarıda anlattığım anekdottan dahi haberi yoktu ve bundan sonrasında da olmayacak! Ama, lafı açıldığında o kitaba ve o "akım"a atıfta bulunacak ve bunlardan edindiği bilgileri daha ilk elde, içeriğinin bir katresinden dahi habersiz olduğu kendi öz kaynağını horlamaya bir vesile sayacak!..
* * *
İşte, son söz olarak bir kaç bir şey daha söylemek gerekirse, Batı’nın sözde bereketli fikir tarlalarından devşirilmiş bir çok hikmetin tohumunun esasen kendi bahçesinden devşirilmiş bulunduğundan bîhaber şekilde yaşayıp giden bir toplumun, din adına konuşup duran azgın bir güruhun kendi çıkarına saptırdığı “dini söylemleri” dinin kendisi gibi yorumlayıp, bunun üzerinden dine küfrederek kendini rahatlatıyor olmasının pratikte bir yararı olmadığı açıktır.
Bugün asıl mesele, toplumun kendini var eden değerleri değersiz bularak ondan uzaklaşması ve özendiği ve özdeşleşmeye çalıştığı başka kültürler tarafından ise-ne yapsa-kabul görmeyeceğini hâlâ anlayamamış olmasıdır. Böylesine büyük bir kültürel bozulmaya kayıtsız kalan bir toplumun, özendiği kültürler tarafından iki yüzyıl önce icat edilmiş “bon pour l’orient” (Doğu için iyidir, Doğu için çok bile) deyişi ile tarif edilmeye hâlâ müstehak bir vaziyette olması ise idrak sahibi insanlara gerçekten acı veriyor!...
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Pazartesi, Haziran 27, 2016
Etiketler: İslamiyet ve din kültürümüz, Milli Kültür
Posts Relacionados
0 yorum:
Yorum Gönder