9 Şubat 2011 Çarşamba
Kâğıttan Kaplanlar ve Tırmık Atan Kediler
Süheyl Batum'un TSK hakkında başlattığı "kâğıttan kaplan" tartışması, medyanın her kanadında genişleyerek tartışılmaya devam ediliyor. Milli vicdanın vazgeçilmez ve tartışılmaz mukaddeslerinden olan bu "ocak" hakkında Batum'un sözleri ile başlayan bu tartışma, her şey bir yana, bu ocak hakkında ne düşündükleri herkesce malûm olan kimi siyasi zevatın eline, sözde yeni bir koz(!) daha vermiş oldu. Her fırsatta bu kurumu, sırf "Mustafa Kemal'in ordusudur" diyerek yıpratmayı kendilerine vazife edinenler, başlatılan bu tartışma ile ne olduysa, şimdi birdenbire askeri savunmaya(!) soyunur oldular.
Liberal Demokrasilerin vazgeçilmez şiarlarından biri olan "dokunulmadık hiç bir kişi ve kurum kalmasın!" anlayışı ile millet nezdinde itibarı olan ne kadar milli sembol, kurum, sağ ya da ölmüş kişi varsa, "tartışıyoruz işte!" denilerek, arsızca ve alenen "taciz" edilirken, buna bıyık altından gülüp, el altından destek verenlerin, şimdi aynı arsızlıkla, bir çirkef haline getirdikleri kendi siyaset sofralarına bu durumu meze yapmaya kalkışmalarını anlamakta zorlanmıyoruz da, "hırsızın suçluluğu kadar", malına sahip çıkamayan mal sahiplerinin "suçluluğu" sorgulanınca, düşünmeden feveran edip ortaya atılanların durumunu anlamakta doğrusu çok zorluk çekiyoruz. Tamam, kol kırılsın ama yen içinde kalsın, diyorsunuz da, derdimiz, çabamız; o kol bir daha kırılmasın, kırıldı ise de bir an önce tedavi edilsin de, kangren olmasın diyedir.
"Milletin hakkına sahip çıksınlar" diye kendilerine makam, mevkii verilenlerin, bu makam ve mevkilerinden dolayı kendilerini milletlerine değil de başkalarına karşı mesûl hissediyor olmaları, sonuçları ile ortada var olan bir durum olarak aşikârâne karşımızda dururken, ne yapmalıydık? Milletin ve cumhuriyetin, huzur ve sükûn içinde varlığını sürdürmesinde, yegâne teminat olan bir kurumunun en tepesinde yer alan "amir" kadrolar, milletin kendilerine olan güvenini sarsacak davranışlar göstermeye başlamışlar ise, bu zihin bulanıklığını gidermek için şu iki sorunun millet nezdinde derhal açıklığa kavuşturulması gerekmez mi?..
1- Gerek 12 Eylül darbesi ve gerekse 28 Şubat Muhtırası gibi diğer darbe ve muhtıraların, kimlerin amacına hizmet için yapıldığı her geçen gün daha bir iyi anlaşılırken, bütün bu işleri yapan zevat, nasıl olmuş da bu şerefli ordunun en üst kademelerine kadar, kim ya da kimlerin hangi desteği ve kararı ile ve ordumuzun hangi kriterlerine dayandırılarak "tırmandırılmış"tır?..
2- Çocuklarımızı, milli güvenliğimiz için seve seve, davullarla zurnalarla emirlerine emanet ettiğimiz bu şerefli ordunun, "kavi, zeki ve çevik" komutanlarına ne olmuştur da, kendi emekli ya da muvazzaf silah arkadaşlarının birer "adi suçlu" gibi, apar topar evlerinden ve lojmanlarından alınıp götürülmelerine ses çıkaramamışlardır? Ne olmuştur da, milletin mahremiyeti ile eşdeğer olan o mahrem odalara paldır küldür girilmesine öylece boyun bükmüşlerdir? Onları bile, bütün bunların karşısında boyun bükmeye mecbur edecek kadar "büyük" olan sebep ya da güç her ne ve her kim ise, neden bunu açık yüreklilikle milletleri ile paylaşmamışlardır?
"Hukukî sürece saygılı olmak ve sabırla(!) sonucunu beklemek", her ne kadar kulağa hoş gelse de, deve misali, doğru bir tarafı olmayan ve yeryüzünde mevcut hiç bir demokratik hukuk düzenine uymayan bir hukuk(!) anlayışı ile ve "sehven" dosyalara konmuş dellilerle, yıllardır "tutuklu olarak" yargılanan , bu arada kimisi intihar eden, kimisi hasta düşen, kimisi göz göre göre ölmeye terkedilen, asker-sivil bir çok Türk vatandaşının, adeta bir torbaya doldurulur gibi cezaevlerine doldurulması, binlerce sayfalık iddianamelerle yıllar boyu sürecek mahkemelere "mahkûm" edilmeleri ve esasen, bu yolla zaten cezalandırılıyor olmaları, bu malûm zevat vicdanında, hakikaten hâlâ "saygı" uyandırmaya devam edebiliyorsa, bize de; "herkes saygı duyduğu şeyler kadar saygıya lâyıktır" deyip, (bütün bu olup bitenlerin cevabını duymak hakkımız saklı kalmak kaydıyla), bu meseleye noktayı koymak düşüyor!
.
Liberal Demokrasilerin vazgeçilmez şiarlarından biri olan "dokunulmadık hiç bir kişi ve kurum kalmasın!" anlayışı ile millet nezdinde itibarı olan ne kadar milli sembol, kurum, sağ ya da ölmüş kişi varsa, "tartışıyoruz işte!" denilerek, arsızca ve alenen "taciz" edilirken, buna bıyık altından gülüp, el altından destek verenlerin, şimdi aynı arsızlıkla, bir çirkef haline getirdikleri kendi siyaset sofralarına bu durumu meze yapmaya kalkışmalarını anlamakta zorlanmıyoruz da, "hırsızın suçluluğu kadar", malına sahip çıkamayan mal sahiplerinin "suçluluğu" sorgulanınca, düşünmeden feveran edip ortaya atılanların durumunu anlamakta doğrusu çok zorluk çekiyoruz. Tamam, kol kırılsın ama yen içinde kalsın, diyorsunuz da, derdimiz, çabamız; o kol bir daha kırılmasın, kırıldı ise de bir an önce tedavi edilsin de, kangren olmasın diyedir.
"Milletin hakkına sahip çıksınlar" diye kendilerine makam, mevkii verilenlerin, bu makam ve mevkilerinden dolayı kendilerini milletlerine değil de başkalarına karşı mesûl hissediyor olmaları, sonuçları ile ortada var olan bir durum olarak aşikârâne karşımızda dururken, ne yapmalıydık? Milletin ve cumhuriyetin, huzur ve sükûn içinde varlığını sürdürmesinde, yegâne teminat olan bir kurumunun en tepesinde yer alan "amir" kadrolar, milletin kendilerine olan güvenini sarsacak davranışlar göstermeye başlamışlar ise, bu zihin bulanıklığını gidermek için şu iki sorunun millet nezdinde derhal açıklığa kavuşturulması gerekmez mi?..
1- Gerek 12 Eylül darbesi ve gerekse 28 Şubat Muhtırası gibi diğer darbe ve muhtıraların, kimlerin amacına hizmet için yapıldığı her geçen gün daha bir iyi anlaşılırken, bütün bu işleri yapan zevat, nasıl olmuş da bu şerefli ordunun en üst kademelerine kadar, kim ya da kimlerin hangi desteği ve kararı ile ve ordumuzun hangi kriterlerine dayandırılarak "tırmandırılmış"tır?..
2- Çocuklarımızı, milli güvenliğimiz için seve seve, davullarla zurnalarla emirlerine emanet ettiğimiz bu şerefli ordunun, "kavi, zeki ve çevik" komutanlarına ne olmuştur da, kendi emekli ya da muvazzaf silah arkadaşlarının birer "adi suçlu" gibi, apar topar evlerinden ve lojmanlarından alınıp götürülmelerine ses çıkaramamışlardır? Ne olmuştur da, milletin mahremiyeti ile eşdeğer olan o mahrem odalara paldır küldür girilmesine öylece boyun bükmüşlerdir? Onları bile, bütün bunların karşısında boyun bükmeye mecbur edecek kadar "büyük" olan sebep ya da güç her ne ve her kim ise, neden bunu açık yüreklilikle milletleri ile paylaşmamışlardır?
"Hukukî sürece saygılı olmak ve sabırla(!) sonucunu beklemek", her ne kadar kulağa hoş gelse de, deve misali, doğru bir tarafı olmayan ve yeryüzünde mevcut hiç bir demokratik hukuk düzenine uymayan bir hukuk(!) anlayışı ile ve "sehven" dosyalara konmuş dellilerle, yıllardır "tutuklu olarak" yargılanan , bu arada kimisi intihar eden, kimisi hasta düşen, kimisi göz göre göre ölmeye terkedilen, asker-sivil bir çok Türk vatandaşının, adeta bir torbaya doldurulur gibi cezaevlerine doldurulması, binlerce sayfalık iddianamelerle yıllar boyu sürecek mahkemelere "mahkûm" edilmeleri ve esasen, bu yolla zaten cezalandırılıyor olmaları, bu malûm zevat vicdanında, hakikaten hâlâ "saygı" uyandırmaya devam edebiliyorsa, bize de; "herkes saygı duyduğu şeyler kadar saygıya lâyıktır" deyip, (bütün bu olup bitenlerin cevabını duymak hakkımız saklı kalmak kaydıyla), bu meseleye noktayı koymak düşüyor!
.
Gönderen A. Hüsnü Sezgin zaman: Çarşamba, Şubat 09, 2011
Etiketler: Milli Güvenlik Meselelerimiz

Posts Relacionados
Yorum Gönder