"KİM Kİ TÜRK'ÜN GÖNLÜNE DOKUNA, DOKUNUR SİNESİ ALLAH'IN OKUNA!.."
(Kazlıçeşme kabristanında medfun Mustafa Tulunay Hazretleri)
“Balkan Savaşı başladığı zaman ben, Trablusgarp’te bulunuyordum. Eğer bu sırada ben orada bulunmayıp da Rumeli’nin her hangi bir noktasında bulunsaydım, o Balkan bozgunu olmazdı. Çünkü Selanik Kolordusunda bulunurken, Küçük Balkan devletlerinin birleşerek beraberce bir hücum yapmaları ihtimalini düşünüyorduk. Ben, böyle bir ihtimale karşı, takip ve tatbik edilecek savunma planları üzerinde çalışmıştım.
Bir gün bu savunma planlarına ait haritaları üzerinde çalışırken içeriye Talat Paşa ile o zaman İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri olan Hacı Adil Bey girdi. Kolordu Kumandanını ziyarete gelmişler. Bu nedenle beni de hatırlamışlar. Selamlaşmalardan sonra, Talat Paşa bana laf olsun diye şunları sordu:
-‘Kemal Bey çok dalmışsın, ne ile meşgul oluyorsun?’
Önümdeki haritaları göstererek:
-‘Bunlar Rumeli Savunma planıdır. Bir gün Küçük Balkanlı Devletlerin birleşerek birlikte bir hücum yapmaları ihtimaline karşı askeri hazırlıklarımızdır’ dedim. Talat Bey:
-‘Ben asker değilim. Bu gibi askeri işlerden anlamam. Fakat bu gösterdiğin savunma planlarını kim uygulayacak?’ diye sordu. Ben elimle kendimi işaret ederek:
-‘Ben yaparım’ dedim. Talat Bey, bu konu üzerinde daha fazla konuşmadı, sustu. Esasen sadece gönül ve hatır almak için benim yanıma uğramışlardı. Veda ederek ayrıldılar. Sonradan öğrendim ki, benim Rumeli’yi savunma hakkındaki sözlerim Talat Bey’in pek garibine gitmiş. Odamdan çıktıktan sonra, giderlerken Hacı Adil Bey’e:
-‘Gördün mü bizim deliyi?’ demiş.”
İŞTE MEMLEKETİN SANATKÂRLARI MİLLETİN BIRAKTIĞI BU İZİN PEŞİNDE YÜRÜR VE YOL ÜSTÜNDE UNUTULUP KALMIŞ İSİMLERLE MENKIBELERİ ARAR."
"DÜNYANIN BİR KÖŞESİNDE KENDİ KENDİNE YAŞAM SÜREN ANADOLU, KİMİNDEN KAR, KİMİNDEN GÜNEŞ EKSİK OLMAYAN SEKİZ SINIRDA ESRARENGİZ VARLIĞININ DESTANLARINI YAZDI..."
"ÇÖLÜ GÖRÜP ANLADIKTAN SONRA, SİNA VE FİLİSTİN SAVAŞLARININ ÇANAKKALE SAVUNMASINDAN DAHA ÖNEMSİZ OLMADIĞINA İNANDIM. ÇÖL, COĞRAFYANIN BİZE ÖĞRETTİĞİ SIRADAN TOPRAKLARDAN NE KADAR BAŞKAYSA, ÇÖL SAVAŞI, ÇÖLDEKİ ÖLÜM, ÇÖLÜN KAHRAMANLIĞI VE TAHAMMÜLÜ BİLE O KADAR ÖZELDİR. ORADA BİR GÜNLÜK GÜNEŞ, BİZİM BÜTÜN YAZ SÜREN GÜNEŞİMİZDEN DAHA KIZGINDIR. BÜTÜN MEVSİM YOL ALSANIZ, GECE BASMADIKÇA GÖLGE, ALLAH GÖNDERMEDİKÇE YİYECEK BULAMAZSINIZ. ÇOĞU HURMA AĞAÇLARININ GÖLGESİ KENDİ GÖLGESİNİN YARISINI BİLE ÖRTMEZ. BEDEVİLERİN BİR ÇOĞU, YOLCU ATLARININ GÜBRELERİNDEN AYIRDIKLARI ARPA TANELERİ İLE YAŞARLAR. AKŞAMLARI BÜTÜN GÖNÜLLERE ANADOLU ÇEŞMELERİYLE KÖY SÖĞÜTLERİNİN HÜZNÜ ÇÖKER. NE O YOL BU AYAKLAR İÇİN, NE DE O CESARET BU CESURLAR İÇİNDİR..."
"...ÇÖLDEN DÖNENLER, GAZZE'DEN Bİ'RUS-SEB'E KADAR SÜREN UZUN CEPHEDE AYLARCA DAYANDI..."
"SAVAŞIN BAŞLANGICINDA HERKES SANIYORDU Kİ NE ANADOLU'DA GÜÇ VE KUVVET, NE DE BOŞALMIŞ KÖYLERDE VE KASABALARDA İNSAN VE HAYAT VAR. BUGÜN DE AYNI FİKİRDE DEĞİL MİYİZ? GERÇEK ŞU Kİ, ANADOLU'YU HİÇ TANIMAMIŞIZ..."
"AYAKÜSTÜNDE, GÖĞÜS GÖĞÜSE ÇARPIŞAN ESKİ CENGÂVERLERİN RESİMLERİNE BAKTIKÇA:
"ŞU ASKERLER, ŞİMDİKİ KAHRAMANLARDAN KAÇ KERE DAHA KAHRAMAN?" DERDİM.
BOŞ ÇÖLLERDE YANIK YÜZLÜ KÖY ERKEKLERİNE BAKARKEN BU SORUYU BİN KERE SORDUM.
ÇÖLLERDE O KADAR GÜÇ YÜRÜNÜYOR VE ÖYLE RAST GELE ŞEYLER YAŞANIYOR Kİ, ÖLÜMLE DÜŞMAN BU ZAHMET YANINDA HİÇ KALIR. OYSA ANAVATANIN BAĞRINDAN KOPAN BİR YIĞIN ERKEK, ÖNCE BÜTÜN MEMLEKETİ, SONRA 350 KM. GENİŞLİĞİNDEKİ ÇÖLÜ (SİNA) AŞTI VE KANAL DİBİNDE İNGİLİZLERİN DEMİRDEN, SİPERDEN, BİN ÇEŞİT SAVUNMA ŞEKLİNDEN OLUŞAN KORKUNÇ CEPHESİYLE ÇARPIŞTI. GERÇEKTEN NE BU İNSANLAR, NE DE BU AZAMETLİ MACERA, BİR KAÇ TEBLİĞ İÇİNDE UNUTULMAYI HAK EDER.
İŞİTTİM Kİ SAVAŞTA 3 MİLYON İNSAN KAYBETMİŞİZ. BU BEDBAHT İNSANLARIN CESETLERİNİ ŞİMDİKİ SINIRLARIMIZIN NE KADAR ÖTESİNDE BIRAKTIK! BİRKAÇ YENİ DEVLET, KANLARI HENÜZ KURUYAN TÜRK NAAŞLARI ÜZERİNDE TAÇ GİYDİ. ÖYLE TALİHSİZ ÖLÜLER Kİ, NE İSİMLERİNİ, NE DE MEZARLARINI BİLİYORUZ. BEN ATEŞTE VE GÜNEŞTE CAN VERENLERİ, EN HAFİF YAĞMURLA SİLİNECEK BİR KİTABA KAZIYORUM..."
"SİNA SAVAŞLARI, İNSANLARINI VE HAYVANLARINI RUMELİ, DOĞU VE BATI ANADOLU VE SURİYE'DEN, FENNÎ ŞEYLERİNİ, SİLÂH VE MÜHİMMATINI AVRUPA VE İSTANBUL'DAN, İAŞESİNİ KUZEY SURİYE İLE HALEP VE ADANA'DAN BEKLEMİŞTİR."
(Falih Rıfkı ATAY)
"MISIR SEFERİ, İNSANLARI, İAŞESİ, NAKLİYATI İLE BÜTÜN SEFER, ANADOLU'NUN BAĞRINDAN SÖKÜLMÜŞTÜR.
İNGİLİZLER DENİZLERİ KAPADIKTAN SONRA, İSKENDERUN KÖRFEZİ'NDEN KANAL'A KADAR GİDEN SAHİL ARTIK ESKİ COĞRAFYADA OKUDUĞUMUZ SAHİL DEĞİLDİ. YAFA, İSTANBUL'DAN YAFA'YA KADAR GİDEN KARA MESAFESİ SONUNDA BİR KASABA HALİNİ ALDI. SON ASIRLARIN MALZEMESİNİ, TOPLARINI, AĞIR HARP EŞYASINI, ÇOĞUNLUKLA SULTAN SELİM SEFERLERİ ZAMANINDAKİ YOLLAR ÜZERİNDEN VE BAZEN ESKİ FATİHLERİN BİLE KARŞILAŞMADIKLARI SORUNLAR İÇİNDE SÜVEYŞ'E GÖTÜRDÜK..."
(F.Rıfkı.ATAY)
"...ARİŞ'TEN GEÇENLER BİR EVLİYA MAKAMININ ETRAFINI ÇEVİREN MEZARLIĞIN BİR TAŞINDA ŞU KELİMELERİ OKURLAR:
"YENİÇERİ AĞASI, EMİR-İ EMİRÂN"
TÜRKLERİN ESKİ MISIR SEFERİNDEN BELKİ ÇÖLLER İÇİNDE YALNIZCA BU DÖRT KELİME KALMIŞTIR.
BİZ, YER DEĞİŞTİREN KUMLAR ÜZERİNDE YÜRÜDÜĞÜMÜZDEN BİNLERCE ÖLÜ İÇİN HİÇBİR TAŞ ÜSTÜNE DÖRT KELİME BİLE NAKŞEDEMEDİK.. BİZ İSKENDER, HZ. ÖMER VE YAVUZ SULTAN SELİM SEFERLERİNİN HATIRALARININ YAŞAMADIĞI YERLERDEN, TEPE ÜZERİNDEN HECİNLE VE DEVELERLE GEÇMİŞTİK. ORDU, İNSANLAR, ERZAK, EŞYA VE SU İÇİN YALNIZ SURİYE, HİCAZ VE IRAK DEVELERİNDEN İSTİFADE ETTİ. RENKLERİ KUM RENGİ İLE BİRLEŞİP MESAFELER ORTASINDA SÖNEN BU HAYVANLAR SEFER SENESİ ÇÖLÜ ÖNEMLİ BİR GÖREVLE GEÇECEKLERDİ...
ŞEHİR VE MEVSİM GÖRMEYEN, SES DUYMAYAN SİNA ÇÖLÜ, İNSAN KALABALIĞI İÇİNDE HAYRETTEN HAYRETE DÜŞTÜ. NASIL YERLEŞİM BÖLGELERİNDE MESAFE, İKİ KASABA VEYA İKİ HAN ARASINDA ÖLÇÜLÜRSE, ÇÖLDE İKİ GÖLGE ARASINDA HESAP EDİLMELİDİR. FAKAT İKİ GÖLGEYİ NEREDE BULMALI?.. Bİ'R HASÂNÂ DENEN NOKTADAN SONRA ARTIK SAPSARI, AYAK BİLEKLERİNE KADAR GEÇEN KUMDAN BAŞKA BİR ŞEY YOKTUR. İNSAN BU KUMDA BİR BATAKLIKTA GİBİ YÜRÜR. AYAĞINI GÜÇ ÇEKER, HER ADIMDA BİR GÜNLÜK YOL ZAHMETİ DUYAR..."
(F.Rıfkı ATAY / ATEŞ VE GÜNEŞ).
"BEN YEMEN'DE ÇOKÇA GEZDİM İKİ DERYA GEMİYİNEN, BİR İNSANIN NE FARKI VAR OĞLU YOKSA ÖLÜYÜNEN!.."
YUKARIDAKİ DİZELER, YENİ EVLENDİRDİĞİ İKİ OĞLUNU YEMEN'E YOLLAMIŞ OSMANİYE'Lİ BİR BABAYA AİTTİR.
GELİNLERİ İLE BERABER OTURAN VE EVLATLARINDAN BİR TÜRLÜ HABER ALAMAYAN VE SESSİZCE AMA İÇLERİ KAN AĞLAYARAK BEKLEŞEN GELİNLERİNİN HALİNİ GÖRDÜKÇE DE BİR DAHA KAHROLAN ANA, KOCASINDAN ASKERLİK ŞUBESİNE GİDİP EVLATLARININ DURUMU İLE İLGİLİ KENDİLERİNE BİR HABER GETİRMESİNİ İSTİYOR. HAKİKATİ AZ ÇOK TAHMİN EDEN BABANIN AYAKLARI İSE ASKERLİK ŞUBESİNE BİR TÜRLÜ GİTMEK İSTEMİYOR. EŞİNİ VE KENDİSİNİN YÜZÜNE ÇIKAMAYAN BOYNU BÜKÜK GELİNLERİNİ BİR MÜDDET; "GİTTİM, GİDECEĞİM..." DİYEREK OYALAYAN BABA, NİHAYETİNDE OSMANİYE'YE GELİYOR VE ŞUBEDEN ACI HABERİ ALIYOR. KÖYDE KENDİSİNİ MERAK VE KORKUYLA BEKLEYEN HANIMINA VE GELİNLERİNE BU HABERİ NASIL VERİRİM DİYE DÜŞÜNEDURURKEN, ONLARI GÖRDÜĞÜNDE AĞZINDAN BİRDENBİRE İŞTE BU DİZELER DÖKÜLÜYOR:
"BEN YEMEN'DE ÇOKÇA GEZDİM İKİ DERYA GEMİYİNEN, BİR İNSANIN NE FARKI VAR OĞLU YOKSA ÖLÜYÜNEN!.."
DAHA BAŞKA BİR ŞEY DEMEYE GEREK VAR MI?!..
CÜMLESİNDEN ALLAH RAZI OLSUN, CÜMLESİNE ALLAH RAHMET EYLESİN...
ALMAN VE OSMANLI SUBAYLARI, GAZZE'NİN 15 Km. KUZEYDOĞUSUNDA BULUNAN "HUŞ" BELDESİNDEKİ KAMPLARINDA... / 1916
"...Ordu kumandanı, kendi karargâh komutanlarından birinin, haftalardan beri su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu esirgedi. Suyun her damlası, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir itina ile ve kesin emir almış süngülü neferlerle muhafaza edilmiştir. Bu ufak çukurlar, bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle dolu idi. Hatta bir gün ordu kumandanının yaveri çok pis bir çukurdan matarasının kadehini doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor: "Sıhhiye reisi sıfatıyla sizi bu sudan içmekten men ederim" dedi. Kadehi dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde infial, bir ateş gibi yandı. Bu kim bilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla serinliğini ruhunda duyarak içti..."
(Falih Rıfkı Atay / ATEŞ VE GÜNEŞ)
Cemal Paşa ve Kurmay Heyeti ile 31 Ocak 1915'te akşam üzeri İkinci Habra'dan yaklaşık 40 km. ve Kanala yaklaşık 12 km. uzaktaki Ketib-ül Hayl denilen kum tepesine gitmek için yola çıktık.
Akşam güneşi gölgelerimizi kumların üzerinde, sonsuz uzatıyordu. Son merhaleyi heyecanla kat ediyorduk.
Gece oldu. Kum derin olduğundan ağır gidiyorduk. Saatlerce gittik. Yorulmuştuk. Yarı uyku içinde iken ilerimizde bir ışık gördük. Bir an evvel hedefe varmak arzusuyla olacak ki bu ışığın bulunduğu noktayı Ketib-ül Hayl sandık. Başka neresi olabilirdi ki? Işığın yanına gelince gördük ki bu, fener ışığı değil, ateş alevi imiş ve burası Ketib-ül Hayl değilmiş.Fakat bizi o kadar ümitlendirmiş olan bu ışığın yanında durup biraz dinlenmeğe hak kazanmıştık. Cemal Paşa durdu ve attan indi. Aynı anda hepimiz aynı hareketi tekrar ettik.
Ateşin başında beş on asker vardı. Bunlar bir tombaz* arabasına refakat eden eden istihkâm eratı idiler ki mola ediyorlardı. Sabah olmazdan evvel ağır tombazı toplanma yerine yetiştirmeğe mecbur idiler.
Bu istihkâm mangasının ödevi ne kadar ağırdı? Bir tombaz arabasını çekmek için bir düzine öküz yetmemiş; insanların da yardımına ihtiyaç görülmüştü.
Fakat ateşin başındaki askerler ne yapıyorlardı? Her halde çok önemli bir iş olacak ki Ordu Komutanının gelmesi bile onları işlerinden alıkoymamıştı. Ateşin üstünde bir karavana vardı. Fakat karavanada ne var? Yemek pişirilmesi hatıra gelemez. Merak edip sordum: Hayatından ümit kesilmiş bir devenin başını kasatura ile kesip etraftan topladıkları çalı çırpıyla ateş yakmışlar; mataralarındaki suyu karavanaya dökmüşler; deve başını pişiriyorlarmış. Deve başının pişmesini biz de beklemeye başladık. Kendilerine durup dinlenmek imkânını bağışlayan bu intizardan öküzler de faydalanıyorlardı. Ordu Karargâhı da şu programda olmayan molayı bu deve başına borçluydu. Hekes memnundu. Lakin deve başı bir türlü pişmiyordu. Hâlbuki sabah olmadan evvel tombazı mahalline yetiştirmek gerekti. Uğruna o kadar emek sarf edilen karavana, manga komutanının emriyle devrildi. İstihkâm askerleri ile öküzler ağır tombazı derin kum dalgaları üzerinde ve düşman ışıldaklarının ışığı altında, çekmeğe başladılar. Hem deve başı pişmemiş; hem mataralardaki su israf edilmişti. Bu, büyük bir hayal kırıklığı idi. Mısır seferinde hayal kırıklığı mı eksiktir?.."
*Tombaz: Sulardan geçiş vasıtası olarak kullanılan yahut yan yanyana getirilip üzerlerinde köprü kurulan altı düz büyük sandal
(Ali Fuad ERDEN / Paris'ten Tih Sahrasına)
"Birinci Dünya Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra Alman Genelkurmay Başkanı Von Moltke, Enver Paşaya gönderdiği 10 Ağutos 1914 yazıda, Osmanlıların mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini çekmesi, enerjik bir çabayla İslam ihtilalini gerçekleştirmesi, bu amaçla Kafkasya'ya karşı harekete geçilmesi, özellikle Mısır'a karşı bir sefer yapılması ve Avusturya'nın yükünü hafifletmek için mümkün olduğu kadar çabuk savaşa katılmasını istemişti..."
(Türklerle Birlikte Süveyş Kanalına - Yazar: Kress von Kressenstein / 1943)
SONUÇ: Kanal Harekatı (Filistin Cephesi), Hicaz ve Yemen cepheleri, Sarıkamış Harekatı, Çanakkale Muharebeleri, Basra/Irak cephesi, Kafkas cephesi, Balkan cephesi ve Gailçya (Polonya) cephesinin açılması... (A. H. Sezgin)
Recep Paşa (1904 - 1908) yılları arasında 4 yıl Trablusgarp valiliği yaptı. İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısıyla Libya'dan İstanbul'a getirilerek 7 Ağustos 1908'de Harbiye Nazırı yapıldı. Bu görevde 4 Mart 1909 tarihine kadar kaldı.
(Oturanlardan soldan ikincisi Mustafa Kemal). Kendilerini bekleyen cehennemin acaba ne kadar farkındaydılar? Bütün bir gençliklerini sürekli bir ölüm kalım mücadelesi içinde ve genç omuzlarında Türk evlatlarının ve vatanlarının mesuliyeti ile, kimi kez Balkanlarda, kimi kez Kafkaslarda, Fizan'da, Tih Sahrasında, Hicaz'da, Yemen'de, Çanakkale'de, Bağdat'ta, Basra'da...velhasıl çökmek üzere olan koca bir imparatorluğun ömrünü biraz olsun uzatabilmek için vatan topraklarının her karışında, o uzun savaş boyunca çırpınıp durdular...
Kanal seferinin uygulanması için Ağustos 1914'ten itibaren hazırlıklara başlanmış, Eylül sonunda Alman yarbay Kress von Kressenstein'ın 8. Kolordu'ya Kurmay Başkanı olarak atanmasıyla hızlanmış, 4. Ordu Komutanı olarak atanan Cemal Paşa da Aralık başında Şam'a gelmişti.
Birinci Kanal Seferine Cemal Paşa bizzat komuta etmiş, daha sonraki süreçte ise Sina Çölü Kress'in komutanlığına bırakılmıştı...
"Çöl yürüyüş nizamı güzeldi; çölün kendisi de güzeldi: Ta uzaklara kadar uzanan ve güneşte, erimiş altın gibi pırıl pırıl parlayan bir kum deryası. Ufukta, güneşin ışıklarıyla türlü renklere boyanan, mor, eflatun, erguvan, pembe, kızıl... bir çok renklerle ışıldayan dağlar... ve hepsinin üstünde bulutsuz, koyu mavi gökyüzü! Tabiatın korkunç güzelliği Sina Çölü'nde görülür.
Tih Sahrası'nı belki biz güzel görüyorduk. Gezegenin en fena yerlerinden olan Tih Sahrası'nı güzel görmeye ruhça muhtaç olduğumuz için, kendi kendimize telkin yaparak, onu hayaller merceği arasından görmekteydik. Çölün korkunç ıssızlığını, biz, Kanaı'ın, Yusuf diyarının ve piramitlerin hayalleri ile süslüyorduk.
Sina Çölüı'nde böyle hayaller içinde Kanal'a doğru giderken çekim odağı Cemal Paşa idi. Osmanlı Devletiı'nin Bahriye Nazırı, Dördüncü Ordu Kumandanı, devletin mukadderatını idare eden üç büyüklerden biri olan Cemal Paşa! Ümitler ve hayaller onda şahıslanıyordu. Cemal Paşaı'nın hali, tavrı, edası ve kendisinden yayılan azim ve irade, bize inan ve güven vermekteydi. Göz alıcı ve şahane kırat... Ve onun, düşüncelere ve hayallere dalmış, başını biraz sağa eğmiş haşmetli süvarisi... İkisi bir bütün oluşturuyor ve Mısır yönündeki ufukta zarif bir silüet çiziyordu."
(A. Fuad ERDEN / I. Dünya davaşında Suriye Hatıraları)
"Aralık ayında düşmanın harp gemileri Mersin'den Gazze'ye ve Ariş'e kadar Suriye ve Filistin sahilindeki telgraf hatlarını veşose ve şimendifer köprülerini, iskeleleri ve istasyonları, avcı siperlerini, yollar üzerindeki ahaliye ait nakil vasıtalarını top ve makinalı tüfek ateşine tuttular.
14 Aralık 1914 günü Askol kruvazörü Ariş'in hemen doğusundaki bir köye bir kaç mermi atarak dört yaşında bir kız çocuğunu şehit şehit ve bir deve telef etmişti.
28 Aralık günü ise Doris muhafazalı kruvazörü İskenderun sahiline yaklaşarak yakın köyleri top ve makineli tüfek ateşine almış, ahaliden bir kadın, iki kız ve bir erkeği şehit etmiş ve erkek ve kadın beş köylüyü ise yaralamıştı. Bunun üzerine Cemal Paşa, Kolordu Kumandanı'na şu emri verdi:
C. 30 Kânun-ı evvel 1330 (12 Ocak 1915)
İngiliz kruvazörünün bombardıman ettiği köyde veya civarında, mevzide, yürüyüş veya ikamet halinde asker var mıydı? Veya tahkimat var mıydı? Esaslı surette tahkik ediniz. Bu tahkikat neticesinde, eğer İngilizlerin, müdafaasız köyleri sebepsiz olarak bombardıman etmiş olduklarına kanaat getirecek olursanız şu emri icra edeceksiniz:
"Bu köyde kaç insan şehit olmuşsa, Halep veya Şam'da mevkuf (tutuklu) bulunan İngiliz tebaasından o kadar İngiliz lalettayin tefrik edilerek (rastgele seçilerek) muhafaza-i kaviyye (güçlü koruma) altında, bombardıman edilmiş olan köye sevk edilecek ve orada, masum insanları öldüren İngiliz mermilerinin düştüğü noktada kurşuna dizilecektir. Herhalde bunlar erkekler arasından intihap edilmelidir (seçilmelidir)"
4. Ordu Komutanı Ahmed Cemal
"İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
– Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor. Benim Ahmed’i!
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini? Kadın, yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
– Bu tarafa gitmişti, bu tarafa! diyor.
O taraf nere? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Nereye ? Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs mü yedi?…
Hayır … Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. (…)
İmparatorlukta batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, memesinden koparılan oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu, Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!”*
*(Zeytindağı, F.Rıfkı Atay)
(Cemal Paşa’nın, 1915′te 14 bin deveyle iki koldan Süveyş Kanalı’na yaptığı ilk harekat başarılı olamadı. 1916 yılında ikinci harekat başladı. Ama o sırada başlayan Arap isyanı için birliklerin bir kısmı Hicaz’a yönlendirilince, ordunun geri kalan kısmı, Gazze- Şeria- Birüsseba hattında savunmaya çekildi...)
"1917 baharında İngilizler, Gazze’ye karşı saldırıya geçti. İlk iki saldırı püskürtüldü. 24 Ekim 1917′de İngilizler, Hindistan’dan topladığı kuvvetlerle yani 138 bin askerle son taarruza başladı. Ve, Osmanlı Ordusu’ndaki Alman subaylardan albay von Kress’in hatıratında, “rüzgâr kar halinde esiyordu, çekirge istilası İbin Vahası’nı son yaprağına kadar silip süpürmüştü. Çok sıcak bir gündü ve erler susuzluktan son derece ıstırap çekiyorlardı. Bugün dahi kulaklarımda onların ’su… su…’ diye yalvaran ümitsiz bağrışlarını duymaktayım” dediği gün, 9 Kasım 1917′de Kudüs düştü. Osmanlı ordusu, yağmanın önlenmesi amacıyla ardında küçük bir birlik bırakarak Kudüs’ü terk etti, Halep’e kadar geri çekildi.
Tam dört yıl süren bu cephe savaşında Osmanlı ordusunun kaybı 200 bini geçti."
Süveyş Kanalı'na Türklerin bir gece taarruzu düzenleme ihtimaline karşı İngilizler kanalın batı yakasına ışıldaklar yerleştirmeye başladılar (1915)
* * *
Kafkas Orduları Komutanı Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa, Cemal Paşa ile beraber Kudüs'teki birliklerimizi denetlerken... (1917)
* * *
* * *
Çölde bir dinlenme anı...
* * *
Çölde sabah kahvaltısı yapan askerlerimiz... (1917) (...ve masa ihtiyacını pratik bir şekilde çözen Türk zekâsı... :)))
* * *
"Kanal Seferi" esnasında El-Ariş'te kurulmuş "sargı yeri" istasyonumuz (1916)
????????
(A. Fuad ERDEN / Suriye Hatıraları)
* * *
..ve Filistin cephesinde İngilizlere karşı savaşan pilotlarımız...
* * *
Augusta Viktorya Alman Luteryan Kilisesi Hastahanesi
Zeytindağı / KUDÜS
Kudüs şehrinin hemen doğusundaki Zeytindağı tepesinde Alman İmparatoriçesi adına yapılan hastahane binasının yapımına 1907'de başlanmış, 1910'da tamamlanmış ve bu bina Cemal Paşa'nın IV. Ordu'sunun "karargâh merkezi" olmuştur.
"Viktorya Kasrı, çamlık ve gülistan olan bir park içinde idi. Park, Lût denizine ve Şeria vadisine bakıyordu. Deniz seviyesinden 390 metre alçakta bulunan, suyu gayet ağır olan ve erimiş kurşunu andıran Lût denizi ayaklarımızın bin metre altında idi.
Tih Sahrasından gelen Hz. Musa'nın "vaadedilmiş topraklar"ı ancak tepesinden seyredebildiği dağ, ta aşağıda ve uzakta idi. Lût denizinin öte tarafında, koyu lacivert bir yığın halinde Moab (Doğu Ürdün) dağları yükseliyor ve bu dağların zirveleri, seksen kilometre uzakta, doğu ufkunu kaplıyordu. Bu ufkun ötesinde Arabistan çölü başlardı.
Üç yıl sonra Moab savaş sahası olacaktı. Hicaz isyanı, Güney Suriye'ye kadar yayılacak: Hicaz cephesi, Sina Çölü'ndeki İngiliz cephesiyle, Lût Denizi'nin doğusunda birleşecekti.
(..) Avgusta Viktorya Kasrı sükûn ve çalışma mabedi idi. Dördüncü Ordu üç yıl burada beş cepheyi idare etti: Sina cephesi, Hicaz cephesi, Kıyı cephesi, Beriyetüşşam (Suriye çölü) cephesi, iç cephe..."
(A. Fuad ERDEN / Suriye Hatıraları / Shf. 60)
Irak savaşı, ABD için her yönüyle Vietnam’a benzemeye başlamış… Ölen asker sayısı nispeten düşük kalırken, yaralı sayısında büyük bir patlama yaşanmış; her ölen askere karşılık 9 yaralı varmış ve bu oran ABD savaş tarihinin en yüksek oranıymış… Irak’tan dönen yaralı ABD askerlerinin önemli bir bölümü bunalıma girip ya sokaklarda yaşamaya başlıyor ya da “gaziler yurtları”na yerleşiyorlarmış…
ABD’de toplam 300 bin kadar gazi evsizmiş. Irak’tan evine dönen 30 bin asker de tedavi talebinde bulunmuş. Çünkü, her 5 kişiden biri ruhsal dengesizlik ve travma sonrası stres belirtileri gösteriyormuş. Artık ABD’de sokakta, parklarda, kaldırımlarda yaşayanların dörtte birini gaziler oluşturuyormuş… Hepsinin de ruhsal dengesizlik veya uyuşturucu bağımlılığı sorunu varmış…
90 yıl önce, Balkan hezimetinden sonra köyüne dönebilen Osmanlı askeri, daha çoluğuna çocuğuna hasret gideremeden önce Doğu Anadolu’ya, Filistin çöllerine ve Çanakkale cephesine gitmek zorunda kalmıştı. Tam 90 yıl evvel bu günlerde, Erzurum’un, Sarıkamış’ın kar ve buz tutmuş dağlarında, niye yapıldığını asla anlamadığı bir savaşı sürdürüyordu. O askerlerin çoğu dönemedi köyüne… Dönebilenler ise başka savaşlar verdiler. Ne kimse yaralarını sardı, ne de birileri ruhlarını okşadı… Ne “gaziler evi” vardı onlar için, ne de “ruhsal tedavi”…
http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/yetkin.htm
1915 yılında Dördüncü Ordu'da muharebe olmadı. Bu devrede Dördüncü Ordu'nun görevleri şunlardı:
1.Çanakkale'ye mümkün olduğu kadar çok kuvvet göndermek.
2.Sürekli olarak muharebelerle meşgul olan Kafkas ve Irak cephelerine mümkün olduğu kadar kuvvet göndermek.
3.Mısır'daki İngiliz kuvvetini yerinden hareket edemez duruma getirmek ve bunun için:
a) Kanalda gidiş gelişi taciz etmek
b) Mısır seferi hazırlıklarını yapmak
4. Yeni ordu teşkilatı
5. Kıyı (Akdeniz) cephesini tahkim etmek
6. İçeride emniyet ve asayişi güçlendirmek
* * *
26 Ağustos günü BMM’nin çalışmalarına kısa bir süre ara verdiği sırada Mustafa Kemal Paşa’dan Adnan Adıvar’a muharebelerin Ankara’ya intikal edebileceği ve gereken devlet kurumlarının Kayseri’ye intikali için gereken hazırlıklar ile ilgili çalışmaların yapılması konusunda bir telgraf gelmişti. Telgrafı alan Adıvar, derhal Tacettin Dergahı’nda dinlenmekte olan Mehmet Akif Bey’in yanına gitmiş ve telgrafı kendisine uzatmıştı. Telgrafı okuyan Mehmet Akif “Geleli 850 sene oldu” dedi. Evet 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Savaşı’nın üzerinden 850 sene geçmişti. Sonra birlikte çıktılar. Yanlarında Hasan Basri Çantay ve Hamdullah Suphi Tanrıöver vardı. Halk Ankara’yı terk etmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Mehmet Akif Bey bir at arabasının üzerine çıkarak, elinde Kur’an-ı Kerim halka hitaben kısa bir konuşma yaptı. “Ankara düşmeyecek” dedi. “Çünkü Ankara’nın düşmeyeceği Kur’an-ı Kerim’de yazıyor.” Halk sakinleşti, yatıştı.
2 Eylül’de Yunan birlikleri, Ankara’ya kadar en stratejik dağ olan Çal Dağı’nın tamamını ele geçirdi.
Muharebeler Ankara’ya daha da yaklaşmıştı. Türk ordusu Ankara’ya çekilmeden Başkomutanın “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” emri ile alan savunmasına başladı. Türk süvarileri Yunan ikmal hatlarına saldırarak Yunan hücumunun hızını kesti. Yunan ordusu 9 Eylül’de saldırıları durdurdu ve savunma pozisyonuna geçti. Mustafa Kemal Paşa 10 Eylül’de karşı taarruza geçerek Yunan ordusuna savunmada kalma fırsatı vermedi ve geri çekilmeye zorladı. Çal Dağı geri alındı. 13 Eylül’e kadar süren Türk saldırısı sonucunda Yunan ordusu Eskişehir-Afyon hattının doğusuna çekildi.
Yahya Kemal, Ziya Gökalp ve Mehmet Akif, Türk İstiklal Savaşı’nın sonucunu görmeden önce, 13 Eylül 1683’de Viyana önünde başlayan geri çekilme süreci daha devam ederken, bütün dünya Müslümanları emperyalist devletlerin yönetimi altına girmiş, sadece Sakarya ile Aras nehirleri arasına sıkışmış olanlar bir ölüm kalım savaşı verirken dahi geleceğe büyük bir inanç ve iman ile bakarken, Türk İstiklal Harbini görmüş, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 90. yılını, bağımsız soydaş Türk Cumhuriyetlerinin 22 bağımsızlık yılını görmüş olan bizlerin bu kadar büyük umutsuzluk içinde olmamız, ne kadar doğru olabilir.
Evet, karşı karşıya olduğumuz durum çok ağır ve zor bir durumdur. Ancak Mehmet Akif’in “Ankara düşmeyecek. Çünkü Ankara’nın düşmeyeceği Kur’an-ı Kerim’de yazıyor” derken dayandığı Hicr suresi 9. ayeti de yerinde durmaktadır.
Türk Milleti 26 Ağustos 1071’de Alparslan ile Romen Diyojen’den ve Bizans ordusundan aldığı Anadolu’nun egemenliğini, A. Öcalan ve PKK ile paylaşmayacaktır. Ne pahasına olur ise olsun."
(Ümit ÖZDAĞ)
Karşıki tabyada düşman dağıldı;
Destan sevdâsına süngümü taktım,
Conk Bayırı’ndan sel gibi aktım.
Bayburt’tan gelmişem Akkoyunlu’yam,
Bengiboz pazulu koç boyunluyam,
Üç aylık evliyem, beş kayınlıyam;
Vuruldum, kabrimi derine oyun,
Balamın adını Mustafa koyun.
Hemserim Daşdan da yanıma düştü,
Mübarek toprağı sardı öpüştü,
Üçler, yediler, kırklarla görüştü;
Gümüş hamaylini geri yollayın,
Anası yalnızdır, köyde kollayın.
Bayburt Kal’ası’ndan üç şahin uçtu,
Çanakkal’ası’nda toprağa düştü,
Felek bize şehit libâsı biçti;
Anama söyleyin kara bağlasın,
Balamı büyütsün yiğit eylesin.
Düşmanlar bu bahar, çekilir gider,
Eceabat’taki ocaklar tüter,
Kabrimin üstünde çiçekler biter;
Elif’e yollayın rengine baksın,
Kınaya katsın da eline yaksın.
Fırat rahlesine bîkes oturdu,
Kalemini Akdeniz’e batırdı.
Kitaba kaydetti yazdı bitirdi;
Canımı verecek bir vatanım var,
Çanakkale boyda çok destanım var.
Fırat KIZILTUĞ
Bir asır önce on binlerce Mehmetçik İngiliz askerlerine karşı bu kutsal toprakları, köyleri, tepeleri, vadileri Çanakkale ruhuyla savunmuş. Hepsi ama hepsi, bu topraklar için ölümüne savaşmış. Yer yer zaferler kazanmış, yer yer yenilmiş. Yer yer ağır kayıplar verdirmiş, yer yer ağır kayıplar vermiş.. Yollar, tepeler, vadiler, köyler.. Çatışmaların yaşandığı her yer.. Gazze, Golan tepeleri, zeytinlikler.. Herbirinde binlerce Anadolu çocuğu gömülü şu an.. Şehid kanlarından Anadolu laleleri yükseliyor şimdi.. Kudüs düşene kadar, o toprakların her metresinde verilen o müthiş mücadeleleri kaçımız biliyor bugün? Kaçımız yüreğimizin bir tarafını hâlâ oralarda hissediyor? Daha o şehitlerin not defterlerini bile okuyamazken!
Gazze'yi ruh-u canıyla savunan Anadolu erlerinin şehid olduktan sonra ceplerinden çıkan not defterlerinde neler yok ki.. Kiminin üzerinde bağrı yanık bir Anadolu çocuğunun efkarı, kiminin üzerinde öfke ve intikam çığlıkları.. Gazze'de köy köy yaşanan şiddetli çatışmalar, yokluklar, destanlar, acılar, kahramanlıklar, ölümler sırasında yazılan değerli satırlar bunlar:
İşte Piyade Topçu Mehmed Hüseyin'in not defterinden: “Senden ayrıldım. Bak harab oldum.. Beni hep an!.. Unutma…”
İşte Mehmed Hüseyin Çavuş'un not defterindeki bir asır öteden yürekleri yakan çığlığı: “Ne bir dua, ne fatiha isterim sizlerden. İntikam.. Ah İntikam!.. Geçmeyiniz bizlerden..”
1912'de patlak veren Balkan Savaşları; siyasi çalkantılar içindeki Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı öncesinde savunmasız ve hazırlıksız yakalanmasına ve ağır bir yenilgi almasına neden oldu. 1912'de başlayan saldırıların birincisini Osmanlı ağır kayıplarla kapattı. 1912 yılının 26-27-28-29 Ekim'inde Lüleburgaz'da yaşanan Balkan Muharebeleri, savaşın en kanlı çatışmalarıdır. Bulgarlar Çatalca'ya kadar dayanırlar. Avrupa devletlerinin araya girmesi ile Londra Konferansı yapılır. Daha sonra I. Balkan Savaşı'nda kaybedilen bu topraklar geri alınacaktır.
Kâbe’yi koruyordun arkadaşlarınla. Mekkeli Hüseyin bin Haşimi’nin adamları, gazyağı püskürtüp yaktılar karargâhınızı.
O gün Kâbe çevresinde kırbaçlayarak öldürdüler arkadaşlarını.
Nablus’u savunurken 21 yaşındaydın. 40 askerinle işgalcinin koca tümenini durdurdun ve şehit düştünüz. Nabluslular işgalciye hiç, ama hiç direnmediler.
Tulkerim’e son saldırısıydı işgal koalisyonunun. Ordu komutanınız çekip gitti. Kalakaldın arkadaşlarınla; ama yılmadın 32 süvarilerinle yürüdün geceleri; Halep sokaklarında İngiliz-Haşimi koalisyonuna karşı savaştın ve şehit düştün!
Der’a istasyonuna dek getirmiştin Amman’dan hastane trenini. Yaralı askerlere, kadınlara, çocuklara kıydı işgalcinin yandaşı, Faysal bin Haşimi’nin maşaları. Senin gırtlağına cembiye ile üşürdü şeyhin adamları.
Emir geldi payitahttan, silahlarınızı topladılar; ordunuzu dağıttılar. “Ya istiklal Ya Ölüm!” diyen sesi duydunuz. Aç, susuzdunuz; bir köye yaklaştınız Bursa ovasında. “Yunanla başımızı derde sokacaksınız” diyen köylüler sopalarla saldırdılar.
Manisa’da direnelim diye konuşurken taşladılar sizi, padişah yanlıları!
Durdurmak için işgalciyi gönüllü gençleri topladın. “İslama ve padişahımıza karşı mı çıkıyorsunuz?” diyen Buldan’ın mollaları dağıttılar gönüllüleri. Aynı mollalar papazlarla kol kola verip karşıladılar Yunanlı kumandanı ve teslim ettiler kasabalarını.
Sen aldırmadın Teğmen; “Ya İstiklal Ya Ölüm” çağrısına uyup kurtardın teslim olanları bile!
*
Kumandanların selama durdular Amerikan zırhlıları 1947’de Boğaziçi’ne girerken, senin için yandı! Öğrenci kardeşlerine çevirttiler namlunu. “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek ters astın tüfeğini. İşkenceye çektiler seni, yabancı devlete “biat” etmedin diye!
Zincirle dövdürdüler Doğulu onbaşıya Metris hapishanesinde. İçine gömüp onur yaranı, “Ya İstiklal Ya Ölüm” diye diye dayandın.
Müttefik diye ezberlettikleri emperyalisti gördün sınır boylarında sana mermi yağdıranlara gökten yardım paketi atarken. Müttefikin kalleşliğini anlatmaya çalıştın paşalara, işaret koydular siciline!
*
Acı acı anımsıyorsun şimdi; Harb Okulunu bitirdiğin günü:
Yoklamada numaran okununca arkadaşların gibi sen de bağırmıştın, “Burada!” diye.
“1283” dendiğinde hep birden haykırmıştınız; “İçimizde!” diye.
“1283”ün “Ya İstiklal Ya Ölüm!” diyen sesi, seni bırakmadı her nereye gitsen!
Paşalar güvendi, sen güvenmedin emperyalist müttefikin gücüne!
Gün oldu; içindeki “1283”ü dışa vurdun! İşte ne olduysa o yüzden oldu ve bir kere daha zindandasın.
*
1918’de Mekke’de sırtına inen kırbaç…
Der’a istasyonunda boğazını kana boyayan Arap cembiyesi…
Kurtarmak istediklerinin sırtını karartan sopaları…
Ellerin kelepçeliyken baldırlarını yaran onbaşının zinciri…
“Amerika ile ilişkilerimiz ortak değerlere dayanır” diyen paşanın gülümsemesi…
Hayır, bunlar değil içini kavuran!
Boğazına düğümlenen o ses yakıyor göğsünün sol yanını!
Her türlü ihanete karşın seni ayakta tutan, taş duvarları delip soğuk odalara ulaşan o ses hala “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyor ve fısıldıyor sana:
“Nihayetinde vatana olan namus borcumuzu ödedik!”
Öyleyse sen de dayanmalısın, çünkü insanlık tarihinin her sayfasında yazılıdır:
“Kahramanlar acı çeker!”
Mustafa YILDIRIM
* * *
"...9.KOLORDU KOMUTANI İHSAN PAŞA, GERİDE YERE ÇÖMELMİŞ, SOĞUKTAN TİR TİR TİTREYEN GENÇ BİR TEĞMENİ 29.TÜMEN KOMUTANI ALBAY ARİF (BAYTIN)'A GÖSTERDİ:
"ENVER PAŞA BU ÇOCUĞUN YERİNİ TERK ETTİĞİNİ GÖRERERK YAKALAMIŞ!.. BANA TESLİM EDEREK DERHAL İDAM EDİLMESİNİ İSTEDİ!.. HARP DİVANINCA SORGUSU YAPILINCAYA KADAR YANINIZDA KALSIN!.."
İHSAN PAŞANIN SORUŞTURMA, SORGU DİYEREK ZAMAN KAZANMAK İSTEDİĞİ ANLAŞILIYORDU. TEĞMEN 17-18 YAŞLARINDA GÖSTERİYORDU. ZAYIF YAPILI, SARI BENİZLİYDİ. ÜSTÜNDE YIPRANMIŞ İNCE BİR KAPUT VARDI. AYAĞINDAKİ AYAKKABI PATLAMIŞ VE DAĞILMIŞTI. TİTREYİP DURUYORDU.
29.TÜMEN KOMUTANI ALBAY ARİF (BAYTIN) TEĞMENİ TANIMIŞTI. 9. KOLORDU KOMUTANI İHSAN PAŞAYA DÖNEREK ŞÖYLE DEDİ:
"PAŞAM!... BU ÇOCUK SEFERBERLİK İLAN EDİLDİĞİNDE HARP OKULUNUN SON SINIFINDAYMIŞ. GÖNÜLLÜ OLARAK SAVAŞA KATILMAK İÇİN BİZE BAŞVURMUŞTUR!.. TÜMENİN EN GEÇ TEĞMENİDİR!.. SAVAŞIN BAŞINDAN BERİ TAKIM KOMUTANIDIR. ŞİMDİYE DEK İYİ HİZMETİ GEÇMİŞTİR!.."
29.TÜMEN KOMUTANI ALBAY ARİF (BAYTUN)
GENÇ TEĞMENE DÖNER VE SORAR:
-"OĞLUM, ENVER PAŞA SENİ NEDEN YAKALADI?.."
GENÇ TEĞMENİN CEVABI TAM BİR DRAMDI:
"EFENDİM, BİR HAFTA ÖNCE, TAKIMIMDA 40 KİŞİ VARDI. YOLLARDA ÇOK KAYIPLAR VERDİK. SABAH ÇERKEZKÖY'E DOĞRU SALDIRIYA GEÇTİĞİMİZDE ANCAK ON KİŞİYDİK!.. HEP BİRLİKTE İLERİ ATILDIK!.. RUSLAR İNATLA DİRENİYORLARDI, ÇOK ZOR İLERLİYORDUK!.. ÇERKEZKÖY'E YAKLAŞTIĞIMIZDA ŞİDDETLİ BİR ATEŞLE KARŞILAŞTIK. ASKERLERİN HEPSİ DE ŞEHİT DÜŞTÜ, TEK BAŞIMA KALDIM!.. NE YAPACAĞIMI ŞAŞIRMIŞTIM!.. ALAY KOMUTANINI ARARKEN BİRAZ SOLUK ALMAK İÇİN BİR AĞACIN DİBİNE OTURDUM. ÖN HATLARA GELEN ENVER PAŞA HAZRETLERİ BENİ ORADA BULDU!.."
BİRAZ SONRA ENVER PAŞA ÇIKA GELDİ. YANINDA GENERAL BRONSART VON SCHELLENDORF, YARBAY FELDMAN VE YARBAY FELİX GUZE VARDI.
SALDIRININ UMUTSUZLUĞU ARTIK GİZLENEMEZ OLMUŞTU. ENVER PAŞANIN GİTTİKÇE HIRÇINLAŞTIĞI HER HALİNDEN BELLİYDİ. SALDIRI BİR BOZGUNA DÖNÜŞMEK ÜZEREYDİ. BU HIRÇINLIK VE BEDBİNLİK İÇİNDE İHSAN PAŞAYA DÖNEREK SORDU:
-"TEĞMEN HAKKIDA VERDİĞİM EMİR YERİNE GETİRİLDİ Mİ?.."
İHSAN PAŞA BÜYÜK BİR SOĞUKKANLILIKLA ŞÖYLE CEVAP VERDİ:
-"HAKKINDA İDAM KARARI ALMAK İÇİN HARP DİVANINA VERDİK, SORGUSUNU YAPIYORUZ!.."
BU CEVAP ÜZERİNE ENVER PAŞA ŞÖYLE HAYKIRIR:
-"NE SORGUSU? DERHAL İDAM EDİLECEK!..."
ENVER PAŞANIN EMRİ ÇARESİZ OLARAK YERİNE GETİRİLECEKTİ.
ASKERLERDEN OLUŞTURULAN BİR İDAM MANGASI ENVER PAŞANIN VE ALMAN SUBAYLARININ BULUNDUĞU YERİN BİRAZ GERİSİNE DÜZENLERİNİ ALDILAR. ARDINDAN AĞLAMAKLI BİR SES DUYULDU:
-"ATEŞ!..."
ON TÜFEK BİRDEN PATLADI. GENÇ TEĞMEN ÖNCE SARSILDI, SONRA DA KAYKILIP KARLAR ÜSTÜNE KAPAKLANDI. BİR İKİ TİTREME BELİRTİSİ GÖRÜLDÜ, ARDINDAN O DA KESİLDİ. SICAK KANI KARI ERİTMİŞ, CEPHEYE GELİRKEN, UĞRUNA CAN VERMEYİ DÜŞÜNDÜĞÜ TOPRAĞA KARIŞIP GİTMİŞTİ!.
ENVER PAŞANIN BU KANUN TANIMAZ DESPOTLUĞUNUN ARDINDAN ALBAY ARİF BEY ŞÖYLE DEMEKTEDİR:
-"ZAVALLI GENÇ BİR ZORBA KOMUTANIN EMRİYLE KARARGÂH BÖLÜĞÜ TARAFINDAN KURŞUNA DİZİLDİ!.. ZAYIF VÜCUDU YERE YIKILDI!.. FAKAT GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE ÇÖPLÜĞE ATILMIŞ BİR SUÇLU GİBİ DEĞİL!.. SARIKAMIŞ'TA HAYATLARINI FEDA EDENLER GİBİ, ŞEREF MEYDANINA SERİLMİŞ BİR ŞEHİT GİBİ GÖZLERİMİZDE BÜYÜDÜ VE YÜREKLERİMİZDE ÖYLECE YER TUTTU!..
(HADİSEYE ŞAHİT OLANLARDAN BİRİ OLAN) YARBAY ŞERİF (KÖPRÜLÜ) İSE ŞÖYLE DİYOR:
-"DONUK GÖZLERİ, ZAYIF VE BİTKİN, İKİ BACAĞININ ÜSTÜNDE ZORLUKLA DURAN İKİ AVUÇLUK VÜCUDU, İNCE KOLLARI, BÜKÜLEN BOYNU HÂLÂ GÖZÜMÜN ÖNÜNDEDİR. BU ÇOCUK DA BİR ANADAN DOĞDU!.. O ANA DA ÇOCUĞUNUN BEŞİĞİNİ SALLARKEN AYNEN EN VER PAŞANIN ANNESİ GİBİ "OĞLUM BÜYÜK ADAM OLSUN, PAŞA OLSUN!.." DİYE NİNNİ SÖYLEDİ. ENVER ŞİMDİ PAŞA OLDU!... OCAK SÖNDÜRMEYİ, EV BARK YIKMAYI, ORDULAR BATIRMAYI BECERDİ!..."
(SARIKAMIŞ GERÇEĞİ/BEYAZ ÖLÜM - HANRİ BENAZUS SHF.554-559)
DURUMU 3. ORDU KURMAY BAŞKANI ALMAN ALBAY FELİX GUZE'DEN DİNLEYELİM:
"10. KOLORDUNUN SOL TARAFTAN KUŞATILDIĞI ANLAŞILDI!..
BU KONUDAKİ İLK HABERİ KAHRAMAN BİR ÇAVUŞ GETİRDİ.
BİR ŞARAPNEL PARÇASI BU ÇAVUŞUN BÜTÜN ALT ÇENESİNİ DİLİ İLE BİRLİKTE ALIP GÖTÜRMÜŞTÜ!..
BU MÜTHİİŞ YARANIN ETKİSİ İLE BÜTÜN VÜCUDU TİTREMEKTE OLAN ÇAVUŞ, ENVER PAŞANIN YAVERİ BİNBAŞI KAZIM (ORBAY) BEYE YAKLAŞTI VE YAZI YAZMAK İSTEDİĞİNİ İMA ETTİ. KENDİSİNE KURŞUN KALEM VE KÂĞIT VERİLDİ.
ASKER ŞUNLARI YAZDI: AVCI HATTIMIZ SOL BAŞTAN RUS PİYADELERİNİN SALDIRISINA UĞRADI!..
BUNDAN SONRA DA BİNBAŞI KAZIM BEYE KENDİSİ İLE GELMESİNİ İŞARET ETTİ. BİNANIN KARŞISINDA, 1000 METRE KADAR UZAKTA BULUNAN DÜŞMAN ARAÇLARINI GÖSTERDİ.
(SARIKAMIŞ HAREKATI, 31 ARALIK 1914 / H. BENAZUS, SARIKAMIŞ GERÇEĞİ)
"Halep'ten aşağıya doğru Aden'e kadar olan yerler bizim idi. Ecdadımızın asırlarca harp ederek kazandığı bu yerler kafasız adamların elinde bizden uçtu gitti. Filistin'deki kıtalara iyi bakılsaydı cephenin düşmesine imkân yoktu. Sonradan öğrendik ki, birçok yerlerde tek kurşun dahi atmadan teslim olmuşlar. Yalnız cephemizin sol tarafında bulunan Mustafa Kemal Paşa'nın ordusu bozulmadan ve İngilizlere ağır zayiat verdirerek Halep'e kadar geri çekilmiş. Zira o büyük kumandan askerine iyi bakıyormuş. Bizimkiler gibi aç ve sefil bir vaziyette değillermiş. Askere bakılmazsa işte netice budur. Zaman gelecek bunlar okunacaktır. Daha yazılacak çok şeylerim var, ama bir türlü yazamıyorum."
Devamı: http://
* * *
"Dün akşam yirmi kadar misafiri bulunan bir mebusun evinde bulunuyorduk. O gün İstanbul'dan gelmiş büyük rütbeli bir zabit de misafirler arasında idi. Bu zatın İstanbul vaziyeti hakkında anlattıklarını işte burada hülasa ediyorum: "...HER GÜN YENİ TEVKİFLER YAPILIYOR. TEVKİF VE TAKİP EDİLECEK VATANDAŞLARIN LİSTELLERİ KAHVEHANELERDE EN SEFİL ADAMLAR TARAFINDAN TERTİP EDİLİYOR". ("Ankaralı'nın Defteri" - Milli Mücadele Tarihine Dair Notlar / Mahmut Soydan)
‘Yunanlıların İzmir’e çıkmasından 6 gün sonra 21 Mayıs 1919 günü 17. Kolordu Komutanlığı’na atanan Albay Bekir Sami Bey’le Bandırma’ya geldiğimiz zaman şehirde Yunan bayraklarıyla süslenmiş zafer takları gördük. O günü eşyalarımızı yerleştirmek, kasabayı görmek ve çevreyi incelemekle geçirdik. Derin bir acıya gömüldük. Her yanda Venizelos’un resimleri, Yunan bayrakları, taklar ve sokaklarda Rumların avazeleri:
- Zito Venizelos!
Artık Bandırma’da ne Türklük, ne de Türk hükümeti kalmıştı.
22 Mayıs sabahı Albay Bekir Sami Bey, Bandırma’daki 61. Tümen Komutan Vekili Yarbay Refet Bey’i çağırttı. Şu emri verdi:
‘Burası Türkiye’dir, burada tek bayrak Türk bayrağıdır. Bunun dışında bir başka bayrağın sallanmasına, asılmasına, saygı görmesine boyun eğmek ve bunu hoş görmek alçaklıktır. Şimdi şehirdeki bütün Yunan bayraklarını kaldırtacaksınız. Zafer taklarını yıktıracaksınız. Karşı koyan olursa öldüreceksiniz. Bu iş üç saat içinde bitmezse ben sizi öldüreceğim. Haydi görev başına.’
Üç saat bitmeden Bandırma yeniden Türk şehri oldu.’
Dipnot: Resimdeki Amerikan bayrağına dikkat. Hepimiz işgalci devletler denilince ilk İngiltere,Fransa ve İtalya'yı aklımıza getiririz. Peki ya Yunan işgalindeki her şehrimizde Amerika bayraklarının ne işi var?
(Daha fazlası için: https://www.facebook.com/TarihtarihSayfasi?fref=ts)
SAVAŞ YORGUNU TÜRK ASKERLERİ ADANA'DA
1918 YILI EYLÜL VE EKİM AYLARINDA 1.Dünya Savaşını kaybeden Osmanlı ordusundan bozgun sonrasında Adana'ya gelen ve Pozantı'ya doğru giden yorgun askerler. Başları öne eğik, hasta ve aç....Açlık ve çaresizlik o kadar fazla ki, hayvan pisliklerini elleri ile derelerde yıkayarak ıslatılmış arpa tanelerini bile yiyerek hayatta kalıyorlar. Bu fotoğrafı Adana'daki Alman fotoğrafcılar çekti.
(Cezmi Yurtsever albümünden)
* * *
"Savaş biter 1918 yılında köyüne döner. çok fakirlik çeker ormandan odun kesip bu odunları satarak hayatını sürdürmeye çalışır. Mustafa Kemal Edremit'ten geçerken onu görmek ister,yetkililer Seyit Onbaşı'ya hemen kaymakamın yedek takım elbisesini giydirip Ata'nın huzuruna çıkarır. Atatürk'ün seni iyi gördüm Seyit bakıyorum durumun iyi demesi üzerine Seyit Onbaşı aslında durumunun iyi olmadığını ve elbisenin kaymakamın olduğunu söyler. Bunun üzerine Atatürk gazilere maaş bağlanmasını ilk kez burda emreder. Fakat Seyit Onbaşı bu maaşı kabul etmez ben bunu maaş için değil vatan için yaptım der. Ama yinede İş Bankasında bir hesap açılır ve maaşı oraya yatırılır. Soyadı kanunuyla ÇABUK soyadını alan Seyit Onbaşı Mustafa Kemal'den bir sene sonra 1939 da vefat eder. Ve öldüğünde bakarlar ki İş Bankasındaki hesabına yatan maaşından tek kuruş çekmemiştir..."
(https://www.facebook.com/TarihtarihSayfasi)
* * *
Çanakkale Savaşı'na giden 15'lik Mehmetçikler...
Onlar, ABD - AB uşakları vatanı peşkeş çeksin diye can vermediler.
Bu vatan kefenle şov yapanların değil, kefensiz yatanların sayesinde ayakta!
18 MART ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR...
"Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş bir Rus casusunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargâhıma geldiği zaman hallerine bakıp hatıratıma şunu kaydetmiştim: Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı."
Çanakkale de...
Kimsenin kafasını kaldırmaya cesaret edemediği yanında çöken yaveri gibi metre kareye 6 bin kurşun yağarken ayakta dimdik düşmanı gözleyen aslan.
34 yaşındaki yarbay MUSTAFA KEMAL bizim için oradaydı.
1915 te biz doğmamışken orada bizim için dikildi O ASLAN PARÇASI ve bitirdi Çanakkale'yi geçmek isteyen küffarın işini.
"Biz bu meydan muharebesine Nablus meydan Muharebesi deriz. İngilizler bölgenin İncil'deki ve Tevrattaki adı ile Megiddo derler. Bu savaş sonunda ordularımız kâmilen esir düştü. Sadece Mustafa Kemal Paşa komutasındaki ordumuz büyük kayıplara rağmen geri çekilmeyi başardı. Yeni bir cephe teşkil etti. Bu mağlubiyet üzerine Osmanlı Hükümeti Mondros Mütarekesini imzaladı."
KAYNAK: https://www.facebook.com/
* * *
Çanakkale Muharebelerinde Askere Yemek Dağıtımı
* * *
..... (Anadolu'nun içlerinde) köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. Jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarih öncesi kazmaların eşi olan aletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştur. Bu kovukların içinde ağır, fakat daima serin bir hava bulursunuz. Testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların içerisinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. Tepenin altını dolduran bu yeraltı evlerinin, bu mağara konutlarının bazen birinden diğerine geçilir. Havaya açılan deliklerden içeriye loş bir ışık sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarih öncesinin devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız.
- Acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum? dersiniz.
Her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. Bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır. Toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. Dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. "İnsanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar?" diye düşünürsünüz. Tıpkı karataşlar gibi kavruk, tıpkı karataşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır.
Gençleri ise, işte bu hayatı korumak için ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. Bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler:
- Hasan kaliçadaymış (galiçya'da)... Mehmet arap içine gitti...
- Neresi bu arap içi?
- Bilmeyik ki... aha buradan iki aylık yolmuş..!
Fakat jandarma, zaman zaman bu mağaralar alemine uğrar. Ya kaliçaya, ya arap içine yeni yeni askerler çağırır. Yahut köye, koynunda buruşmuş birtakım sarı kağıtlar bırakır. Bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir... Herkes bu sarı kağıtlarda adı çıkanların kovuklarına üşüşür. Buralarda ağlamak bile, ürkek, tıkanık, doyurmayan, içi boşaltmayan bir şeydir.
Yalnız kalınca toprak sedirin üzerine uzanırsınız. Sırtınızda bir mezar serinliğinin ürpertileri dolaşır. Yaşarken gömüldüğünüz bu mezar içinde bir şey düşünmeye çalışırsınız:
- Peki ama, biz bin yıl önce girdiğimiz şu Anadolu topraklarına ne verdik?
Selçuklular, Anadolu beylikleri, son imparatorluk hayalinizde canlanır. Basra Körfezi'nden Viyana’ya, Habeşistan'dan Hazar Denizi'ne kadar uzanan sahada geçen ve sizi bütün çocukluk hayallerinizle o kadar sarhoş eden şeyler, fetihler, istilalar, şanlar, alaylar; sarayların, vezirlerin hikayeleri gök yakuttan taçlar, köprüler, medreseler, camiler?
- Peki ama, bu yayla ki imparatorluğun hem temeli, hem mihveriydi. Bütün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan dağılırdı. Burası kan ve can hazinesiydi. Buraya ne bıraktık? Birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı?
Bir büyük masal ki, sonu hiçlikle biter....
Şevket Süreyya Aydemir - Suyu Arayan Adam
(Ahmet Özgür Türen)
(https://www.facebook.com/a.ozgurturen?fref=photo)
“…Biz hepimiz bir çadırda yatıyoruz. Bu çadır koğuşun yanında bir de in var. “Tayyare, bombardıman, filan işittiniz mi hemen bu ine giriniz!” diye bize talimat veriliyor. Filhakika, sabahleyin böyle bir bombardıman ve tayyare gürültüleri ile uyandık. Bizim kafilede kısmen telaş büyük. Hele, şiirlerinde hep kahramanlıktan bahseden bir şairin, top sesini duyar duymaz, don, gömlek, kendisini inin ta dibine bir atışı var ki gülmemek kabil değil!
Büyük gök gürültülerini andıran bu bombardıman bir müddet devam ediyor. Fakat, çok değil, ben kalkıp giyinip ininceye kadar geçmiştir. Sonra dışarı çıkıyorum. Bir zabit, karşısında bir nefer konuşuyor:
-Ne oldu Mehmet?
-Hiç, Beyim. Mermi düşünce ben de yıkılıverdim. Sonra gene kalktım!
Mermi dediği şey, şu mahut 38’liklerden. Mehmet orada nöbet bekliyormuş. Nöbet inde beklenmez. Olduğu yerde durması lazım. Durmuş. Mermi hemen yanıbaşına düşmüş ve patlamamış. Amma açtığı çukurun dahmesini yemiş ve rüzgârı ile de kıçüstü oturmuş. Sonra kalkmış, gene nöbet beklemiş. “Ne oldu?” diye soran zabitine, “Hiç!” diyor.
Filhakika hiçbir şey olmamış amma “her şey”in olması da kabildi. Ben de bu suretle anlıyorum ki muharebe meydanında her mermi bir insana tesadüf etseydi, şimdiye kadar dünyada insan kalmazdı. Harp demek, tevekkül demektir. O zaman orada dövüşen Türkler için her şey bir “hiç”le ifade ediliyordu. En kızgın muharebede gördüğü en korkunç dakikayı o, hep bu “hiç”le ifade etti. Ölmedikçe cevabı buydu. Ölünce de zaten bizzat bir “hiç” oluyordu.
(Çanakkale muharebelerini gözlemek üzere muharebe bölgesine giden bir gurup gazeteciden biri olan Tanin Gazetesi Başmuharriri Muhittin Birgen’in satırlarıdır..)
"İttihat ve Terakki, yani onu vücuda getiren bizler, tarihin bizim omuzlarımıza yüklemiş olduğu vazifeyi ifa edecek bilgi ve beceri kuvvetine malik değiliz. Bunun birincisini kültür, ikincisini tecrübe verir. Bizde bunun ne birincisi, ve ne de ikincisi vardır. İçimizden bunları, bugünkü bizlerden daha iyi temsil eden bir zümre ve bunun başında herkesi arkasından seve seve koşturacak bir mönör, bir hareketçi çıkıncaya kadar tarih bizden daha iyisini beklememelidir."
(Ömer Naci, İttihat ve Terakki'nin yönetim kurulu üyesi, Mustafa Kemal'in Manastır İdadisinden okul arkadaşı.)
Kaynak: İTTİHAT VE TERAKKİ'DE ON SENE, M. BİRGEN, S.70)