14 Ağustos 2014 Perşembe

"Ne mutlu Türküm" sözü kime söylendi?


"Sen ne mutlu Türküm diyene dersen oradan biri çıkar, o da ne mutlu Kürdüm diyene der" diyerek asırlık cumhuriyet ağacının gövdesine balta sallayan Erdoğan gibi, Atatürk Türkiye'sinin 1930'lu yıllarda kaldığını; "CHP, 30'lu yılların CHP'si değildir. Artık bunu herkes kafasına soksun" mealinde sözler söyleyen "Neo-CHP"nin genel başkanı Kılıçdaroğlu da böylece, artık bu cumhuriyetin "eskidiği" konusunda Erdoğan'la aynı ortak paydada buluşmuş oluyor.

12 Eylül sonrası siyasi hayatla beraber dillendirilmeye başlayan "bu ülke hepimizin" söyleminin altında yatan sinsilik, AKP iktidarı ile beraber "Türk, Kürt, Abaza, Laz, Çerkez...vb." söylemine döndü. Buradaki amaç her ne kadar Türk milletini etnik aidiyetlere indirgeyerek ufalamak ise de, biz bugün bu konuyu ele almayacağız. Bunun yerine, Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" sözünü hakikatte hangi maksatla söylediği üzerinde duracağız. Çünkü, onun bu sözü bugünlerde asimilasyoncu, ırkçı ve "faşistçe" bir söz olarak anlaşılıyor, dağlardan taşlardan söküldüğü gibi devlet dairelerinden de kaldırılarak diğer onlarca(!) etnik unsur bu sayede rahatlatılmış
(!) oluyor!

Konuya şu soruyu sorarak girelim: 


Atatürk'ün ilk kez "Onuncu Yıl Nutku"da seslendirdiği bu cümle, gerçekten ülke içindeki "Türk olmayan" unsurları "Türkleştirmek" için sarf edilmiş bir cümle mi idi?

Bu böyle kabul ediliyor olmalı ki, en gayretli Atatürkçüler dahi onun bu sözünü adeta tevil eder bir hal içinde; "Türk olana dememiş ki, "Türküm diyene" demiş" diyerek, adeta bir yanlış anlaşılmış olma durumunu utana-sıkıla düzeltme(!) ihtiyacı duyuyor!..

Halbuki, yok böyle bir şey!

Bir millet düşünün ki, yüzyıllar boyu kendisine İslam ümmetinden olduğu telkin edilmiş, ırkıyla anılmasının ayıp ve günah olduğu söylenmiş, devşirme idarecilerden müteşekkil bir imparatorluk idaresinde ve-İslam olması sebebiyle ticaret de yapamadığından-ikinci/üçüncü sınıf fakir insanlar olarak sürekli horlanmış ve itilip kakılmıştır!

Merhum Turgut Özakman'ın yayınlandığında çok ses getiren "Şu çılgın Türkler" kitabına da aldığı üzere, Ahmet Vefik Paşa'ya ait bir hatıratta, paşanın İnegöl taraflarına yaptığı bir seyahatte, kendisini karşılayan kalantorların tamamının Ermeni, Rum vb. olduğunu öğrenmesiyle beraber bir kıyıda kendisini seyreden üstü başı perişan bir ihtiyara: "Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz?" diye sorması ve kendisinin adam yerine konmasına alışık olmadığı her halinden belli olan bu ihtiyarın şaşalayarak: "Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri?.." demesi ve Paşanın da: "Evet, sana soruyorum babacığım, sen hangi millettensin?" diyerek sorusunu tekrar etmesi üzerine, ihtiyarın sıkıntı içinde ve kekeleyerek: "Ben...haşa huzurdan Türküm Paşa hazretleri..." demesi, durumu en iyi izah eden tarihi bir hadisedir.

Aynı konuda verilebilecek diğer bir örnek ise Cumhuriyet dönemi aydınlarından Falih Rıfkı Atay'ın çocukluğuna dair anlattığı şu anısıdır:

”Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık…Okullarda da Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”

* * *

Evet, imparatorluğun son zamanlarına denk gelen II. Meşrutiyet döneminde de, Talat Paşanın anılarında anlattığı üzere son bir ümitle yeniden ihya edilmek istenen "Osmanlıcık" ruhu tutmamış ve yine Talat Paşanın "itiraf" ettiği üzere; o meclisin vekilleri Osmanlıcı olmak yerine Rum iseler Rumluğu, Ermeni iseler Ermeniliği, Arap iseler Araplığı gütmüşler ve neticede yakın coğrafyamızı etkisi altına alan milli akımlar karşısında çok uluslu bir imparatorluğun ayakta kalamayacağı da gayet açık bir şekilde anlaşılır olmuştur.

Böyle bir yüzyılın eşiğinde kurulacak devletin bir Türk devleti olması ise bir tercih değil, bir zorunluluktur ve o devlet de kaçınılmaz olarak öteden beri hakim unsurun Türk olduğu bilinen topraklarda kurulacaktır. Fakat gelin görün ki, bu çoğunluk kendisinin daha Türk olduğundan bile habersizdir!.. Bu insanlarla bir ulus-devlet kurulacak ise, ilk yapılacak iş önce onlara Türk olduklarını hatırlatmak ve milli bir devlete mensup olmanın getirdiği yükümlülüklerin bilincini onlara aşılamaktır. İşte bu sebeple de "Ne mutlu Türküm" sözünün asıl muhatabı "yeniden Türkleştirilmesi gereken Türklüğü unutturulmuş Türkler"dir. Keza, "Türküm, doğruyum, çalışkanım" sözü de aynı amacın bir başka şekilde ifade edilmiş halidir.


Sözün özü, Atatürk'ün; "Din milliyetin bir parçasıdır. Ancak, taassubun(bağnazlığın) bir milleti ümmet haline düşüreceği unutulmamalıdır" ikazından bile habersiz sözde Atatürkçüler sayesinde, bugün; başından beri millet olmayı ısrarla reddederek ümmet olmak özlemi ile yanıp tutuşanların elinde bu memleketin geldiği nokta ortadadır! 

"Ne mutlu Türküm" sözünün Kürtleri rahatsız ettiği gerekçesi ile Güneydoğu vilayetlerimizden kaldırılıyor olmasının Kürtleri ne derece "rahatlatacağı" ise başka bir yazının konusudur. Ancak, bu iş böyle devam ederse, bilgisizliğin bir eseri olarak oradan oraya savrulan ve siyaset yapmayı semt pazarında çığırtkanlık yapmakla eşdeğer gören cahil ve sorumsuz siyaset tüccarlarının elinde bin parçaya bölünen bu ülkeye tarihin keseceği fatura ne Türkün, ne Kürdün kolayca altından kalkamayacağı kadar büyük olacaktır. Yine de aklı selimin galip gelerek milletin bu sorumsuz ve işbirlikçi kafaların elinden yakasını kurtarmasını dileyelim.















0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.