7 Mayıs 2012 Pazartesi

Türk halkının olağanlaşan çaresizliği ve Türkiye'nin demokrasisi

Bu kadar uzun süren bir "istikrar"(!) döneminde nasıl oluyor da, daha hâlâ bu ülkenin yarısı böylesine istikrarlı bir gidişten rahatsız oluyor da, bu istikrarın "müsebbibi" olan bir iktidara muhalefet ediyor?!.. Veya, soruyu tersten soralım: Mevcut iktidara muhalefet edenler, iletişim vasıtalarının bu kadar ileri olduğu bir çağda, nasıl oluyor da halkın yarısının ülke gerçeklerinden habersiz yaşadıklarını ve bu yüzden bu iktidara destek vermeye devam ettiklerini, bu sebepten onları bu gerçeklerden haberdar etmenin en başta gelen bir "vatanseverlik görevi" olduğunu ama bunda bir türlü başarılı olamadıklarını düşünüyorlar?..


Bu ülkenin siyasi tarihinde ve hatta dünyanın bilinen siyasi tarihinde dahi bir eşine rastlanmayacak bir siyasi yapılanma karşısında, bu yapılanmayı deşifre ederek buna karşı bir türlü bir strateji geliştirememek, ilk anda, parlamentoya girmeyi başarmış iki büyük siyasi partinin muhalefet ettikleri bu siyasi yapıyı hakkı ile deşifre edemediklerini ve dünyaya hakim olan küresel gücün yöntem ve argümanlarını kavrayamadıklarını düşündürüyor. Fakat, öyle görünüyor ki, bu bir "kavrayamama" sorunu olmaktan çok, muhaliflerin ekserisini temsil eden bu muhalefet partilerinin "yeni dünya düzeni"ni çoktan kabul ettiklerini ama asıl "sıkıntı"yı, kendilerini bu "yeni düzen"e adapte etme konusunda yaşadıklarını gösteriyor.




Bunun böyle olduğunu anlamamızı sağlayacak bir çok siyasi davranış içinde bulunmuş olsalar da, sadece şu "yeni anayasa" çalışmalarına görünüşte "katkı"(!) yapmak ama esasen bu yeni anayasaya "meşruiyet" kazandırmak konusunda gösterdikleri "heves" bile bunu anlamamıza yetiyor. Öyle ise, bundan sonrasında paylaşacağımız aşağıdak tahlil, bu malûm muhalefet partilerinin işine yarar bir tahlil olmayacak ama bu muhalefet partilerine hâlâ umut bağlayan vatandaşlara ve ülkenin boynuna geçirilmiş bu demir halkayı kırmaya azmetmiş yeni bir siyasi yapılanma düşünenler varsa, sorunun teşhisinde ve "desteğine muhtaç oldukları halk hakkında" onlara oldukça önemli fikirler verecektir.


BAKSAK GÖRECEĞİZ


Borç yiğidin tutuşan paçasıdır. Devletler gibi insanlar da borçlandırılarak ele geçirilmektedir. Sistemin istikrar talebi ile borçlu bir halkın istikrar talebi üst üste gelip örtüşmüştür. Nasıl borçlu bir devlete istikrarsızlık tehdidi söküyorsa aynı tehdit borçlu insanlara da aynı şekilde sökmektedir.


“Herşey daha kötü olur” şantajı halkın başına dayanmış bir namlu gibi dururken halk da bu şartlarda kılını kıpırdatmamayı çıkarına uygun bulmaktadır.


Elinde hep küçük rakamlar toplanan vatandaş, oyunu lehime çevirecek kozlara sahip değilim diyerek el almaz oynamakta ve sürekli altına girmeye mecbur kalmaktadır.

Olağanlaşan çaresizlik


Vatandaş ensesinden tutulmuş bir kedi misali etkisizleştirilirken sistemin menfaatle yağlanmış çarkları da hızla dönmektedir.


Toplum istikrar tsunamisinin yarattığı girdabın içine düşmüş, koşulları insani olmaktan iyice çıkmış bir bataklığın dibine doğru sürüklenmektedir.


Her türlü rüşvet toplumsallaşırken her türlü dilencilik de olağanlaşıp meşrulaşmıştır.


Halkın çaresizliği ve muhtaçlığı öylesine olağanlaşmıştır ki; halkın oylarına talip partiler seçim meydanlarında ve TV reklamlarında, açılan avuçları nasıl dolduracaklarını anlatmaktadır.


Açlıktan ölen çocuklar, sedye bulunamadığı için hastane koridorlarında yerde sürünen yaşlı hastalar, güvenlik kamerası kayıtlarından derlenmiş soygun haberleri ve daha nicesi…


Hepsi yoksul bir halkın kendi başına kalışının ve kendi göbeğini kendi kesişinin dramatik örnekleridir.


Halkın bazı kesimlerinin geçim kaynaklarıyla kurdukları eşitsiz ilişki, toplumun dünya yıkılsa umursamayacağı bir yaşam biçimini benimsemesine neden olmaktadır.


Eğitim sisteminden rahatsız olan bir öğretmen, çalıştığı okulun vakıf yöneticilerini ya da dershanenin sahiplerini ürkütmemek adına susar.


Haberden habere koşarken gerçekte neler olduğuna tanık olan muhabir, medya patronunu karşısına almamak için oto sansür uygular.


Hayati tehlikesi olan ama parası olmayan insanları acil servisin kapısından çeviren doktor, hastane yönetimini kızdırmamak için yalnızca Hipokrat yeminini değil insani vasıflarını da bir kenara bırakır.


Kimisi asgari ücretle kimisi kayıt dışı bir şekilde çalıştırılan 21. yüzyılın kölelerini ve köle olma hakkı bile elinden alınmış işsizlerini ise anlatmaya gerek yok. Onlar tepelerine çoktan yıkılmış olan dünyalarının enkazında hayatta kalmaya çalışıyorken dünya yıkılsa umursamazlar tabi…


Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Herkes kendine ya da çevresine baksa göreceği manzara aşağı yukarı böyledir.


Nefes alıp verdiği her günü mutsuzluk içinde yaşayan, hayatta önüne koyduğu birçok hedefe ulaşma umudunu yitiren, kaliteli ve zevk alınarak yaşanmış bir ömür geçiremeden son nefesine doğru hızla ilerleyen milyonlarca insandan söz ediyoruz.


Bu insanların büyük bir kısmı akıl ve ruh sağlığını korumak için bilerek ya da bilmeyerek her türlü savunma mekanizmasını işletmektedir.


Gururu kırılan insanlık sıkıntılarıyla yüzleşmemek için hem sorunlarıyla hem de sorunları yaratan sorumlularla bilinçli bir şekilde karşı karşıya gelmemeye çalışmaktadır.


Toplumun hali, canı yanan bir çocuğun gözünden akan yaşa rağmen “acımadı ki” demesi gibidir.


Onlar kurda kuzu, kuzuya kurt olurlar


Halkın bazı kesimleri, kendisi gibi mutsuz olan ama kendisinden farklı olarak son bir gayretle bu mutsuzluğa sebep olanlarla hesaplaşmaya kalkan her kişiye ve örgüte nefretle bakmaktadır.


Hakkının peşine düşenlerin yanında olarak alacağı risk ile hakkını çalanın yanında olarak bertaraf edeceği risk arasında çıkarcı bir muhasebe yapıp o gün için “yırtabilmenin” yollarını aramaktadır.


Bu tipoloji küçük hesaplara itibar eden ezik bir kişiliktir.


Bu kişilik yeri geldiğinde güçlünün yanında durur, yeri geldiğinde de sanki yaşamıyormuşçasına kendi kuytusuna saklanır. Ne kadar “kurnaz” olduğunu kendince böyle gösterir.


Kendisi gibi olmayıp itiraz edenlere ise büyük bir kibirle hakaret eder.


Onları kandırılmış ve kendini kullandıran insanlar olarak yaftalar ve itiraz edenler itirazlarının bedellerini öderken hem “yırtmış” olmanın hem de haklı çıkmanın “gururunu” yaşar.


Haber bültenlerinin “öfkeli kalabalık linç etmek istedi” cümlesindeki kalabalığın içinde yer alır ve orada yiğitleşir çünkü sindiği köşelerden ancak ardına gizlenebilecek bir sırt bulduğunda çıkabilir.


Yerdekini tekmeleyecek kadar cesur, ayaktakine diklenemeyecek kadar korkaktır.


“Orada ben olacaktım ki…”


Siyasetle hiç ilgilenmez ama her sorulduğunda da bir siyaset bilimci gibi konusunun uzmanı kesiliverir. Ülkeyi O’na verseler iki günde herşeyi halleder.


Parti bayrağı ve kaşkolünü seçimden seçime sandıktan çıkarır. Örgütlenmez ama parti tutar, liderini sever. Siyasete tribünden bakar ve kuponunu sandıkta iddialı görünen 3 büyüklerden birine oynar.


Bazen “Türkiye seninle gurur duyuyor” bazen de “sandığa gömdük” diyerek gururlanır ve kendinin de oyunun içinde olduğunu sanır. Oysa katılmayı değil seyretmeyi sever.


“Orada ben olacaktım ki…” cümlesi hayatını özetler. Hiç orada olmadığını kendi ağzıyla itiraf eder.


Değişmeyen tek şey statüko


Türkiye demokrasisinde seçim oltası işte bu çaresizlik deryasına atılmakta ve oylar seçim vaadi denilen yemlerle avlanmaktadır.


Oysa ülkenin en statükocu kesimi aslında ne herhangi bir devlet kurumu ne de siyasi bir adrestir; Türkiye’nin en statükocu kesimi toplumun tam da kendisidir.


Toplumun değişmez statükosu, “biz bilmeyiz büyüklerimiz bilir” klişesidir. Peki ya büyükler de bilmiyorsa? O zaman da Allah bilir…


İçlerinden biri de çıkıp “biliriz ama korkarız” demez, o derece de “onur”una düşkündür herkes…


Sorunları dile getirenler, sıkıntılara çözüm isteyenler fitne ve fesat çıkarıp birlik ve beraberliğimize kastedenlerdir. Eğer değişim lazımsa bir lider gelir ve kimseye gerek kalmadan memleket için lazım geleni yapıverir.


Gelen becerirse Allah razı olur, beceremezse belasını verir, içeri atılırsa kurtarır, ipe çekilirse de rahmet eyler ve hayat devam eder.


Türkiye’de adına değişim denilen şey aslında en başa dönüştür.


Ağızlara sakız olan “değişim” söyleminin de siyasetinin de içi boştur.


Biz de gündemde olan “değişim” gerçek bir değişim değil, eskinin “zamanın ruhu”na uygun olarak yeniden canlandırılmasıdır. Kısacası değişim denilen şey statükonun restorasyonudur.


Bu restorasyonunun “değişim” adı altında pazarlanıyor olması hem satıcıların hem de alıcıların işine gelmektedir. Toplum “değişim”in hazzını yaşarken kolektif iktidar da statükonun yeni formunu oturtmaya çalışmaktadır.


Halkın önemli çoğunluğu ülkesinde gerçekte neler olduğunu takip edemeyecek kadar yorgun düşürülmüştür. Toplum yıllar evvel sürülüp atıldığı bir hayattan göç edip kendisine yeni bir düzen kurmuştur.


O nedenle milletin bugünkü halinin sebebi ne “bidon kafalı” olması ne de “göbeğini kaşıyan adam olması” ile ilgilidir ve hiçbir halk asla aptal değildir.


Ne zaman “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşsa” ayağa kalkmış olan halk karşısında şiddet, baskı ve tehdit bulmuştur.


Toplum radyoda okunan bildiriler ve gece yarısı baskınlarıyla defalarca kez darp edilmiştir. Halk bunca şiddetin karşısında tek başına dayanamayacağını görmüş ve sinmeyi en “akıllı” çözüm olarak bellemiştir.


Asıl aptallık yalnız ve örgütsüz kalmış bir halkın sistemin örgütlediği parti, vakıf, dernek ve cemaatlerin kucağına düşmesine şaşırmaktır.


Türkiye’de toplumun yararına her ne olacaksa bu halkla olacaktır ve halk ancak sistemle arasındaki “suni denge” kırıldığında kendini bulacak, var olduğunun farkına varacaktır.


Evet, Türkiye’de gerçekten de küresel çarka uyumlu bir değişim olmaktadır. Konunun asıl sorunlu boyutu ise, bu küresel çarka uyum için toplumun rızası sağlanmıştır.


Oysa bir önceki yazının sonunda belirttiğim nokta hayatidir.


“Küresel kontrgerilla savaşı başlatıldı” cümlesi, adına değişim denilen geçişin yönüne işaret etmektedir ve asıl hedefte olan ise rızası alınmış olan bu halkın ta kendisidir.


Toplum ateşin ortasında kalmış bir akrep gibidir ve bir kuşak daha kendini sokmak üzeredir…


Bir sonraki yazı aslında neye razı edildiğimiz üzerinedir. Belki ne gördüklerimiz ne de bildiklerimiz gerçektir …


Oysa dikkatli baksak hem göreceğiz hem de bileceğiz.


Eren Eğilmez


twitter.com/erenegilmez


Bu yazının 1. Bölümü için:


http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=196





0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.