5 Ocak 2012 Perşembe

Soy Kardeşliğinden "Kan Kardeşliği"ne...

Bildiğimizi düşündüğümüz, bu yüzden de üzerinde çok fazla durup düşünmeye gerek görmeden şöyle bir bakıp geçtiğimiz öyle konular var ki, bunları "eskimiş düşünceler" olarak varsayıp, bir kenara bırakıyor ve bunların yerine kendimize "daha yeni" ve  "daha orijinal" fikirler bulmak gerektiğini düşünüyoruz. 


Oysa, öyle fikirler vardır ki, "maya" gibidirler. Mayasız hamurla yapılan ekmek bünyede nasıl rahatsızlık yaratırsa, özünde "insanlık hayrına" olduğundan kuşku duyulmayan fikirlerin kendine yer bulamadığı kimi savlarla vakit geçirmek de, zihinlerde aynı rahatsızlığa ve bulanıklığa sebebiyet verebilir. Bu sebeple; "ben bunları zaten biliyorum" demeden, Bahadır Kubaş imzalı aşağıdaki çalışmaya bir göz atalım, "düşünen beyinlere" mutlaka ki bir faydası olacaktır...


Yurttaşlığın Yabanıl Düşmanları: Etnik Ayrımcılık ve Aşiret Sorunu (1)


"Ulus olma düşüncesi"nin, "insan hak ve özgürlükleri"nin 1789 Fransız Devrimi ile çıktığını savlayanlar için şifa niyetine bir yazı olmuş. "Işık"ın doğudan yükseldiğini "biraderler"den daha iyi kim bilebilir ki zaten... "Batı, batı" diye yanıp tutuşan sapkınlar, Güneş'in aslında hep yerinde durup yalnızca Dünya'nın döndüğünü anladıkları gün, "demokrasinin memleket aşkı" olduğunu da anlayacak...


Atatürk'ün Unutturulan Açılım Tasarısı


"Avrupa, Avrupa" diye tutuşup kavrulan yırtlaklar, Avrupa ile Asya'nın aslında Avrasya olduğunun ayırdına vardıkları gün, "İsviçre'nin Alpleri"ne, "Anadolu'nun Torosları"na ve tabii "Anayurdun Tanrı Dağları"na hep bir gözle bakacak...


"İmge'nin doruğu"ndan seslenildiği gibi: "Bak iki göz bir görüyor!" 


Gazi Kemal Atatürk'ün dediği gibi: 


"Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde: Hakikat nerede!"


Kişi soyu yeryüzünde yüz binlerce yıl kana soya dayalı, insan ve yurttaş haklarının kırıntısı dahi bulunmayan aşiret toplulukları biçiminde yaşadı. Aşiret topluluklarını bir arada tutan, soydaşlık, akrabalık bağlarıydı. Bir aşireti diğerinden ayıran, kendisinden türediklerini varsaydıkları atanın öteki aşiretlerin atasından ayrı olmasıydı.


Başlangıçta soyun en yaşlı üyesi aşiretin başı olurken, giderek başkanlık bir ailenin tekeline girmiş; "raiyet oğlu raiyettir" (yönetilenlerin çocukları da yönetilen olacaktır) yasasıyla, aşiret üyesinin ana-babası aşirette hangi konumdaysa, oğlu-kızı aynı konumu yüklenir ve sürdürür olmuştu. Aşiret topluluğunun soydaşlığa dayalı yasaları, suç ve cezanın kişiselliğini tanımıyor, aşiretten birine yapılan saldırı, tüm aşirete yapılmış sayılıyordu. Saldırganın bağlı olduğu aşiretin diğer üyeleri, o saldırıya katılmamış olsalar dahi, salt saldırgan o aşiretin üyesidir diye topluca suçlu sayılıyordu.


Aşiret yasası "kısasa kısas", "kana kan, dişe diş, göze göz", "intikam"dı. Biri, diğerinin gözünü çıkartırsa, karşılık olarak onun ya da ailesinden birinin gözü çıkartılır, ancak sorun burada bitmezdi; ceza olarak gözü çıkartılan kişi de kendi gözüne karşılık olarak, cezayı veren aileden birilerinin gözünü çıkartmaya hak kazanır; böylece, kimin başlattığına bakılmaksızın, göz çıkartmalar karşılıklı olarak kuşaklar boyu sürerdi. "Kan davası" denilen Aşiret yasası uyarınca, biri diğerini öldürdüğünde cezası ölümdü; fakat katil ceza olarak öldürüldüğünde, bu kez de katilin yakınları onun öcünü almaya, katili öldüreni öldürmeye hak kazanır, karşılıklı öldürüşlerin sonu aşiretlerin birbirlerini yok etmesine dek uzanırdı.


Suç ve cezanın bireysel olmayışı, aşiretler arası soykırımcılığı doğurmuştu. Bir aşiret, diğer aşiretle bir nedenle çatıştığında, çatışmadan üstün çıkan aşiret, yendiği aşiretin tüm üyelerini topluca yok etmeksizin kendisini güvende saymıyordu. Eğer yendiği aşiretin üyelerini sağ bırakacak olursa, yenilen aşiret bir süre sonra toparlanacak, "kısasa kısas" ve "intikam" yasası uyarınca, öç almak için saldıracaklardı. Bunu önlemenin biricik yolu, yenen aşiretin yenilen aşireti geride bir tek bebek dahi bırakmaksızın, kadın çocuk ayırmadan topluca öldürmesiydi. Zaten Aşiret yasası gereği, aşiretin tüm üyeleri, kadınlarıyla, çocuklarıyla birlikte savaşa katılmıyor muydu? Eh, öyleyse topluca öldürülmeleri de haktı.


Bu ortaklık mülkiyete de yansımış, aşiretin yaşadığı yöre, üyelerin ortak toprağı sayılmıştı. Üyelerden hiç birinin kendi özel toprağı olamazdı. Dahası, aşiret üyelerinin kendileri dahi aşiretin otlattığı hayvanlar gibi ortak mal sayılır; hangi aşiret üyesinin kimle evleneceği aşiret yasalarınca belirlenirdi. İç evlilik yasasının yürürlükte olduğu aşiretlerde, bir aşiretten olan, başka aşiretten biriyle evlenemezdi.


Böyle aşiretlerde kızların öncelikle kendi amcaoğullarıyla, o da olmazsa yine kendi aşiretinden biriyle evlenmesi zorunluydu. Çoğu kez kimin kimle evleneceği daha onlar kundakta bebek iken aşiret tarafından belirlenirdi. Büyüyünce başka aşiretten birini sevip "ondan başkasıyla evlenmem" diye tutturan olursa, sonu ölümdü. Aşkın dahi yasak olduğu, kişinin duygularına özgürlük tanımayan aşiret düzeninde, üyelerin kendi kararlarını kendilerinin vermesi; başka bir deyişle "kişinin kendi kaderini tayin hakkı" kesinlikle söz konusu olamazdı. Aşiret üyelerinin soluk alıp verdikleri her anı nasıl yaşayacakları, yüz binlerce yıldır yürürlükte bulunan aşiret gelenek, görenek ve yasalarıyla belirleniyordu.


Özellikle son 30-40 yıldır, "aşiret" ile "ulus"u kasıtlı olarak birbirine karıştırıp "aşiret"lerden "ulus" diye söz ederek, aşiretlere "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" tanınmasına yönelik aldatıcı söylemler doruğa tırmanmıştır. Oysa hangi örgütlenmenin çağcıl "ulus", hangi örgütlenmenin çağdışı "aşiret" örgütlenmesi olduğu "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi"nde yazılı değerlerle tartılarak kolayca saptanabilir: Kendi kararlarını kendi özgür istençleriyle veren birey yurttaşlardan oluşan topluma, "ulus" adı verilir. "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı", aynı zamanda o ulusu oluşturan "birey yurttaşların kendi kaderlerini tayin hakkı" demektir.


Aşiret ise, üyelerinin duygularına, düşüncelerine, sözlerine ve kararlarına en küçük bir hak dahi tanımayan, insan hakları düşmanı yabanıl ve ilkel bir toplumsal örgütlenmedir. "Aşiret"e "ulus" diyerek "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"nı savunuyormuş görüntüsü altında "aşiretlerin kendi kaderlerini tayin hakkı"nı, eşdeyişle insan hakları düşmanı yapıya devlet dokunulmazlığı kazandırmayı savunmak, insan hakları düşmanlığıdır.


İnsanın insan olması, her şeyden önce aşiret (kandaş topluluk) düzeninin parçalanması ve topluluk üyelerinin özgür bireylere dönüşmesiyle gerçekleşebilmiş ve binlerce yıl süren bu sancılı evre 'Tüm Varolanları Yaratan Tek Tanrı' inancıyla başlamıştır. Tanrı, aşiret düzeninde birbirlerini boğazlamakta olan kişi soyuna, ayrı ayrı atalardan değil, tek bir ana-babadan türediklerini, hepsinin soy kökünün Adem ile Havva'ya dayandığını, kan soy döl ayrılığı güderek birbirlerini düşman bellemek yerine; bu ayırımları kaldırarak evrensel kardeşlik bilinciyle barış içinde yaşamalarını buyurmuştur.


Tanrı'nın çağlar boyu değişik dönemlerde değişik topluluklara değişik dillerde esinleyerek elçileri aracılığıyla yeryüzüne yaydığı bu buyruk; insanı birey olmaktan alıkoyan soydaş topluluk bağlarına dayalı aşiret düzeninden kurtarıp özgür düşünen; düşündüğü gibi davranan; söz ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenebilen yetkin bireylere dönüştürmeyi amaçlıyordu. Gelgelelim, yüz binlerce yılda kökleşen "ayrı ayrı ataların çocuklarıyız" yanılsaması, kişi soyunun belleğinde öylesine derin izler bırakmıştı ki… Aşiretler, "ortak atadan türediniz; hepiniz kardeşsiniz" diyen Tanrı Bildirgesi'ni benimsemiş görünerek dinin bütün tapım biçimlerini titizlikle uyguladıkları durumlarda bile, ikiyüzlü bir tutumla, Tanrı'nın kişi soyunu uygarlaştırıcı evrensel kardeşlik öğretisini çiğneyerek, aşiret örgütü erini korumuş; özellikle kentlerden ve devlet denetiminden uzak yörelerde, aşiret yasalarını inatla sürdürmüştür.


Kişiye yaradılışından verilmiş özgür düşünce ve davranış yetisini boğan, etnik ayırıma dayalı, kangüder, soygüder, aşiret örgütlenmesi; yalnızca çağcıl "İnsan ve Yurttaş Hakları"na değil, aynı zamanda Tanrı'nın; "tüm kişi soyu tek Adem'den ve Havva'dan türemiştir; dil ve ten ayırımlarına dayalı emik örgütlenmeleri, ayrışmaları, çatışmaları bırakın; hepiniz kardeşsiniz" buyruğuna da aykırıdır.


Kişi soyunun aşiret örgütlenmesi ve yabanıl kandaş sürü yasalarından uzaklaşarak "hepimiz kardeşiz" bilincine varması nice bin yıllar almış; tarihte buna yönelik en önemli girişimlerden biri, göçlerle büyük bir alana yayılarak gittikleri her yerde başka soydan aşiretlerle karşılaşıp onlarla savaş-barış ilişkileri kurmak zorunda kalan İskitlerce gerçekleştirilmiştir. İsa'dan önce 450'lerde tarihçi Heredot'un tanık olduğu İskitler, savaşta yendikleri aşiretlerin sağ kalan üyelerini topluca öldürmek yerine, birbirlerinin parmak uçlarını kanatıp şarap kupalarına damlattıkları kanlarını karıştırarak içerken; "işte kanlarımız birbirine karıştı, hepimiz kandaş olduk; öyleyse bundan böyle aramızda kana kan intikam olmayacak" diye topluca ant içmişlerdir. "Dış evlilik"e yönelip birbirlerinden kız alıp vererek soylar arası kaynaşmayı pekiştirmişlerdir.


Kandaşlık ve Kan Kardeşliği…


"Doğuştan kandaşlık"a ve "iç evliliğe" dayanmayan bu "antla edinilebilir kan kardeşliği", aşiretlerin doğuştan akrabalığa dayanan "kana kan, intikam, toplu kıyım" yasasını uygulanamaz kılmıştır. Bizans, Ermeni, Süryani ortaçağ tarihlerinde "İskit" olarak nitelenen Türkler, Moğollar, Tatarlar, aşiret düzeninin toplu kıyımcı, intikamcı yasalarını delen "antla edinilebilir kan kardeşliği" buluşunu binlerce yıl öncesinden günümüze taşıyarak yaşatmışlardır. Örneğin Türk + Tatar (Moğol) İmparatorluğu, Cengiz Han'la babasının Nasturi Hıristiyan Türklerin önderi Onghan Tuğrul ile "antlı kan kardeşliği"nden doğmuştur. Türklerin en eski yazmalarında geçen "ant içmek", "antlı içkin" deyimleri, "doğuştan kandaş" aşiret yasalarını yurt kardeşliğine doğru eviren "antla edinilebilir kan kardeşliği"nin Türk tarihindeki derin köklerini belgelediği gibi, Türklerin çoğu Batılı kaynaklarda belgelenen "yabancı soylarla barış içinde kaynaşabilme" özelliğinin nereden kaynaklandığını da göstermektedir.


Avrupalıların kandaş sürü aşiret evresinden uygar yurttaş evresine geçişleri, önce "edinilebilir kan kardeşliği"nin doğudan batıya göçlerle, savaşlarla yayılması ve Türk yönetim biçimi konusunda yaptıkları toplumbilimsel çalışmaların bir ürünü olmuştur.


-1096-1192 arası Haçlı Seferleri sırasında Tapınak Şövalyeleri, Hospitalier gibi daha sonra Mason örgütlerinin manevi önderi olacak Hıristiyan tarikat başlarının soy gütmez Müslüman Türk yaşamına ilişkin gözlemlerini Avrupa'da yaymalarından ve çoğulcu Endülüs İslam devletiyle ticari ilişkilerden etkilenen İngiltere'de 1215 yılında soygüdücülüğü yumuşatan ilk adım 'Magna Karta'nın imzalanması. 


-1240'larda Türk + Tatar (Moğol) ordularının Macaristan'a, Adriyatik'e dek uzanması ve 1271-1292 arası Moğol Hanı Kubilay yönetiminde yaşayan Marco Polo'nun gördüklerini duyduklarım yazıp Avrupa'ya yayması.


-Tapınak Şövalyesi Katalanlar'ın 1302'de Bizans hizmetine giren komutanı Roger de Flor'un, kroniklerde adı Ataman, Atuman, Otman, Tuman (onbin askerin başı) olarak geçen Osman Gazi, çevresindeki Türk komutanlarla ortaklık kurup Atina Dükalığı’nı birlikte kurmalarına tanık olan Ramon Muntaner'in, soy ve din ayırımı gütmeyen bu birlikteliği kitaplaştırarak Avrupa'ya yayması.


-1310'larda Anadolu'da Yunus Emre gibi ozanların "dört kutsal kitabının hepsinin özünün bir olduğu" görüşünü yaymaları.


-1355'te Selanik Piskoposu Palamas'la din tartışmalarına giren Orhan Gazi'nin, "bütün dinler aynı kapıya çıkar, insanlık sonunda bir düşüngüde birleşecektir" sözlerinin Rum doktoru Taronites tarafından yazılıp yayılması.


-1500'lere dek Türk topraklarında dolaşan Busbecq gibi Avrupalı gezginlerin, din ve soy ayrımcılığına dayanmayan, bir çobanın eğer yetenekliyse sadrazam bile olabildiği Türk yönetim biçimini, tüm görevlerin aşiret yasasıyla asalete göre dağıldığı soygüder Avrupa'ya tanıtmaları.


-1525'te ölen Papaz Thomas Münzer'in Türklerin soygütmez, din ve mezhep ayrımcılığı yapmaz yönetim biçimini savunan Alman köylüleri, feodal soylulara karşı ayaklandırması.


-1532'de Machiavelli'nin "soygütmez Türk yönetim biçimi örnek alınıp uygulanmadıkça Türk yayılmasının durdurulamayacağını" savunan 'Prens' adlı yapıtımn Avrupa'da yayılması.


-Martin Luther'in 1546'da ölümüne dek Türklerin Avrupa'ya yayılmasında ırk, din ve mezhep ayrımcılığı gütmemelerinin en önemli etken olduğunu vurgulayan vaazlar vermesi.


-Montaigne'in 1580'de yayımlanan "Denemeler"inde Türklerin soygütmez yönetimlerinden övgüyle sözetmesi. 1610'larda doğunun ışığını batıya yayan Mason öncüllerinden Rosenkreuzer (Gülhaç Kardeşliği) Bildirgesi'nde soy, din ve mezhep ayrımlarım geriye atan Müslüman Türk yaşamının, İhvan-ı Safa ve Ahiliğin örnek alınması. Rosenkreuzer savunucuları İngiltere'de Royal Society'de toplandıktan sonra Locke'un "Yönetim Üzerine Tezler"ini 1680'lerde aynı etkiler altında yazması.


-1717-1738 arası oluşturulan Anderson Anayasası'nda Mason örgütünün "Hepimiz Nuh'un Çocuklarıyız" (Noachidae) görüşünü benimseyerek soy ayırımlarına dayalı etnik feodal aşiret düzeninin aşılmasını en yüce amaç olarak duyurması. İngiliz ve Fransız Akademileri üyesi Fransız tarihçi Guignes'in 1748'de yayımlanan "Mémoire historique sur l'origine des Huns et des Turcs" adlı yapıtında Türklerin İslam öncesi ve sonrasında laik, soy, din, mezhep ayrımı gütmez yönetim anlayışlarını övmesi ve örnek göstermesi.


-Voltaire gibi yaşadıkları dönemin çok okunan aydınlarının Guignes'e dayanarak, Türk soygütmezliğini örnek göstermeleri. Soygüdücülüğe başkaldıran 1774-1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerinde, Guignes ve Voltaire üzerinden Türk soygütmezliğine duyulan ilginin etkileri…




Devamı yazının ikinci bölümünde…  


Makale Kaynağı: Bahadır Kubaş - MakaleMarketi.com





0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.