2 Ekim 2011 Pazar

Halk ve Siyaset

"Halk, basit yaşar ama basit bir yığın değildir." 


Prof. Dr. Şahin Filiz'in; "Halkın Sırtına Binenler" başlıklı makalesinde geçen bu muhteşem vurguyu, bu ülkeyi "muhalefetsiz bırakan" o sözde siyaset erbabına ithaf etmek istiyorum! 


Halk, bireylerden meydana gelse de, bireyden çok daha farklı ve çok daha ötede bir karaktere sahiptir. Bu durum, "toplumsal psikoloji", ya da "kitle psikolojisi" adı altında çok çeşitli incelemelere konu edilmiş ise de, sayın Prof. Dr. Şahin Filiz'in aşağıdaki makalesinin, günümüz Türkiye'sinin fotoğrafını gayet net bir şekilde ortaya koyması ve daha güncel ve daha somut teşhisler içermesi bakımından ayrı bir önem taşıdığına inanmaktayım.


Bu makaleyi; karada yaşamakta ısrar eden balıklar gibi siyasetin kıyısında çırpınıp duran "müzmin muhalefet"e bir faydası olacağını düşündüğümden değil ama en azından "milli muhalifler" için "ufuk açıcı" bir makale olacağının muhakkak olduğu düşüncesinden yola çıkarak sizlerle paylaşmayı gerekli buldum. Şimdi, geçelim o makaleyi okumaya:


HALKIN SIRTINA BİNENLER




Alışkanlıklarımızı sürekli yinelediğimiz; değişmesini pek istemediğimiz kalıp düşünce ve davranışlar hep günlük hayatın basit ama vazgeçilmez olgulardır. Basittirler; felsefi ve düşünsel değerleri çok derinlikli değildir. Ama üzerine düşünmek söz konusu olduğunda durum çok değişir.

Gündelik bilgi gibi gündelik hayat da yalındır. Karmaşık, uzun uzun ussal çıkarımların ürünü değildir. Alışıldık, yinelenen ama asla vazgeçilemeyen yapıp-etmeler, adet ve görenekler, basit kültür öğeleri ve inançlar hep gündelik hayatı sürdürmemize yarayan yaşamın asgari koşullarını oluştururlar.  Bu tip yaşam tarzı, yığınlara özgü gibi görünse de bu ayırım sırf sosyolojik kaygılara dayanır. Oysa gündelik hayattan kimse müstağni değildir. Herkes bu hayatın içindedir.

Siyasi partiler açısından düşündüğümüzde “halka inmek”, “ halkın nabzını tutabilmek” deyimleri pek yerinde değildir. Her birey, gündelik hayatı şu ya da bu düzeyde, şu ya da bu yanıyla paylaştığına göre, siyasi jargonları “halk” ve “seçkinler” ayrımına oturtarak siyaset yapmak özellikle Türkiye’de pek tutarlı ve mantıklı bir tarz değildir. Halkın üstünde ve ötesinde olmanın anlamı yoktur. Halkın üstünde ve başka yerde olunmalı ki “halka inilebilsin”. Nerden nereye iniyoruz? Bu tabir bile kendimizi halktan ayrıksı ve üstün gördüğümüzü savlar. En tuhafı da, gündelik hayatı onlarla birlikte paylaşmadığımız savını bin bir zahmetle mantığı zorlayarak savunmamız sonucunu doğurur.

İnsan, hangi sosyal ve ekonomik sınıftan olursa olsun, günlük hayata katılmaktan uzak kalamadığına göre, seçkinci bir siyasi söylem, başta kaybetmeyi göze almak anlamına gelecektir. Nitekim böyle de olmaktadır. Halka inmek olsa olsa halktan olduğunu hiç unutmamak olmalıdır. Halkın içinden gelip “halka inmek”, siyasi bir dehanın doğal bir sonucu olamaz. Böyle bir söylemi dile getirmek bile halktan geldiğimiz halde halktan farklı olduğumuzu hissettirmek demektir.

Başına poşu geçirip rastgele bir düğün ya da kutlama anında insanların arasına karışarak zılgıt çekmek, alelacele bir kasket bulup başa kondurmak ya da çiftçi ile birlikte tarlada göstermelik hasat toplamaya girişmek, bunu da basının önünde yapmak, halktan olunduğunu değil, “halka sözüm ona yukarıdan inmek” demektir. Lütuf ve inayet gösterirmişçesine seçkinci tavrı vurgulamaktan öte zihinlerde olumlu hiçbir iz bırakmaz.

Partiler il, ilçe ve belde örgütlerine baksınlar. Ankara’da ağırlığı olmayanın taşrada etkinliğinden söz edilemez. Halk, basit yaşar ama basit bir yığın değildir. Yaşam kalıp ve biçimlerinin basit ve gündelik özellikler taşımasını yanlış yorumlamamak gerekir.  Olgu olarak basit olan bir şey, basit düşünce ve yargılarla değerlendirilemez. Öyle basit olgular vardır ki, önemsenmediği için zamanla felaketlere yol açacak kadar sorun teşkil edebilir. “Halka inmek” şöyle dursun, halk “yukarı çıkmaya” çalıştığında, koltuğunun tehdit edildiği vehmine kapılanlar, “küçük olsun, ama bizim olsun” düşüncesizliğini siyaset yapıyorum saymaktadırlar. Halk, inşaat işçisinden öğretim üyesine kadar geniş bir yelpazeyi ifade eder. Halkçılık, gariban edebiyatı kadar yüzeysel bir kavram değildir. Her mezhep ve meşrepten, her türlü tahsil düzeyinden, ekonomik ve sosyal sınıftan insanın oluşturduğu toplum, yekpare bir yığın olarak görülmemelidir.

“Halkçı” söyleme dayalı ideolojisi olan parti ya da partiler, ayaklarına kadar gelen “halk”ı, yüz üstü geri göndermeyi, “yüksek düzeydeki ideolojilerinin” tabii gereği gibi görmektedirler.

Halkçıyım denmekle halkçı olunmaz. Halkız, halktanız ve halk için varız kavramlaştırmaları daha makuldür.  Epiktetos diyor ki : “Koyun çobanına, şu kadar yünüm, etim ve sütüm var” demez. Demesine gerek yoktur. Çünkü bunlara sahipse, çoban zaten onu görür.”

“Muhafazakâr” olan partiler, sol jargonun diliyle söyleyip eliyle yapmadığını yapabilmektedir. On yılıdır gittikçe açılan fark da buradan gelmektedir. Halkçılık, halka rağmen, halkın ötesinde ve ondan kopuk bir ideolojinin ifadesi olduğu sürece, bu havanda su dövmekten ileri gidemez. Halk olarak hepimiz basit yaşarız. Ama bunu hafife alamayız. Sağlık, ulaşım, sosyal haklar, emeğin değeri, sosyal yaşam alanları gibi halkın burnunun dibindeki temel sorunlar “inilmelidir.”. Halka inilmez, halkın gündelik sorunlarına inilir, inilmelidir. Halkçılık eğer, halkla bütünleşecek bir ideoloji olacaksa, ayakları yere değmelidir. Halk ad edip halkın ulaşamayacağı fildişi kulelerinde “gündelik hayatla bağı kopuk” ideoloji nostaljileri tertip etmek, halkı sadece uzaklaştırır. Halka rağmen halkçılığın dünya tarihinde hiçbir örneği yoktur.

Halk, sabah evinden çıkıp akşam geri dönünceye kadar günlük hayatında en temel gereksinimlerinin çözülmüş olduğunu görmek ister. Bunu ona sağladığınızda, halk, halkçılığı benimser. Bu gün aynısı olmuyor mu? “Halka inmenin” yanlışlığını kavrayan partiler, “halkın içinde“ kalmanın daha tutarlı ve sonuç verici olduğun keşfetmişlerdir. Sağ partiler bu konuda daha başarılı gözüküyor. Din ve kutsal değerlerin istismarı, hatta pazarlanması halkı rahatsız etmiyor. Nedeni açık. Günlük hayatında en temel ve somut sorunların çözümüne ilişkin az da olsa belirtiler gördüğünde, somuta ve nesnele meyilli olan halk, soyutun başına neler geldiğini umursamıyor. Bu sosyal antropolojinin bir kanunudur. Halk somut düşünür; somut görür ve somut yaşar. Onun göz, duyma ve dokunma melekelerine sunulabilecek somut siyasi projeler ve icraatlar olmadıkça, halkçı ideoloji ile onun pratik gerekleri arasındaki uçurum gittikçe büyüyecektir.

Din istismarı ve kutsalın kullanılması, işte bu boşluğa yerleşmektedir. Halk tanrıyı, teolojinin ve felsefenin karmaşık ve sistematik kurgularına göre değil, günlük yaşamını kolaylaştıran etmenlere göre belirler. Siz hiç, türbe, tekke ve mezarlıkların etrafında Kelam ilmine ve İslam teolojisine göre algılanan ve inanılan bir tanrı tasavvuruna rastladınız mı? Yoksa bin bir çaputtan, kıl, tüy ya da bezlerden medet bekleyen milyonları mı gördünüz? Halk, tanrıyı somut sembollerde, eşyalarda ve pratik hayatta görmek ister. Hepimizde bu doğal meyil vardır. Dinler bunu tartışmalı bulsa da yaşana hayatta tüm toplumlarda benzer davranış modelleri geçerlidir.

Günlük hayatı kolaylaştıracak her türlü siyasi icraat, halk nazarında tanrısal değerini içinde taşır. Siyasi özne, günlük hayatı düzene sokabilecek başarılı pratikler, somut çözümler ürettikçe,  halkın gözünde soyut tanrısallıktan daha avantajlı konuma yükselir.  Artık ne yaparsa haktandır. Ne ederse, hikmettendir. Hikmetinden sual olunmaz.

Olay budur.

Prof.Dr. Şahin Filiz
HALKnet.com





http://www.halknet.com/haber/132-halkin-sirtina-binenler

0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.