8 Temmuz 2011 Cuma

MHP'nin Açmazları (2)

22 Temmuz 2007 seçimleri, mevcut "MHP yönetimi" hakkındaki bir önceki yazımızda vardığımız hükümleri pekiştirecek örnekler içermesi bakımından önemlidir. 


İlginçtir; anılan seçimler öncesinde meydanlarda, "Apo"'yu asmak için ip atan ve "ABD'ye de kaçsa getirip Yüce Divanda yargılatacağız!.." diyecek kadar AKP'ye "öfkeli" görünen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, seçimlerden hemen sonra, MHP'nin Grup Başkanvekili Mehmet Şandır'ın, 6 Ekim 2007 tarihli Hürriyet Gazetesine verdiği demecindeki; "Milletin AKP'ye öfkesinin sözcüsü olmak istemiyoruz " sözlerine, nedense müdahale etme gereği bile duymamıştır?!.. Yoksa, "vekili" olmaya talip oldukları kesimin "AKP'ye öfkeli" olmadığını mı düşünüyorlardı, ya da "milletin AKP'ye öfkesini" haksız mı buluyorlardı, doğrusu bugüne kadar bunu anlayabilmiş değiliz?!!..  


Söz konusu demeçle ilgili olarak, Bahçeli ve ekibi tarafından partiden uzaklaştırılan isimlerden biri olan merhum Mehmet Gül, 10 Ekim 2007 tarihinde, Yeniçağ Gazetesindeki köşesinden MHP yönetimine şöyle sesleniyordu:


"MHP Genel Başkan yardımcısı Mehmet Şandır diyor ki "Milletin AKP'ye öfkesinin sözcüsü olmak istemiyoruz." Yani laf ola beri gele.


Lafın tabanı olmazsa öyle olur derler.


Oysa ki siyasi partilerin en önemli görevlerinden biri sadece halkın öfkesini değil, halkın tepkilerini de izleyip değerlendirmek hak değil vazifedir de. Halkın bütün özlem talep ve ihtiyaçlarının, maddi ve manevi ihtiyaçlarının da, öfkesinin de sözcüsü olacaksın. Aksi halde bir parti kurmanın anlamı yok, figüran görevi görürsün.


MHP de son dönemde AKP gibi mazisi ile bağını koparmaya çalışıyor.


Oysa ki hâlâ AKP, Müslüman cumhurbaşkanı ile oyalıyor, MHP de PKK bölücülüğünü önleyebilecek en ileri milliyetçi parti imajıyla. Oysa ikisi de bu kimliklerden sıyrılmak için sistemli bir gayret içindeler. Kim bilir aynı noktada durma konusunda MHP-AKP tavır beraberliği bu yüzdendir. Zaten Şandır'ın sözleri için birileri çıksa; o zaman yağlı urganı ne diye attın, R. Tayyip Erdoğan için, ABD'ye de kaçsa getirip Yüce Divanda yargılatacağız niye dedin dese, bu kimin öfkesi içindi sahi?"


* * *
Evet, merhum Mehmet Gül, her ne kadar o gün, bu olan bitenlere bakarak; "MHP son dönemde mazisi ile bağını koparmaya çalışıyor" demiş olsa da, "MHP'nin mazisindeki bağlarından kopuşu" bu son döneme değil, çok daha öncelere dayanmaktadır.  
                                      
"Türk-İslam Sentezi" ile beraber, zaten başlamış olan bu "kopuş süreci", Devlet Bahçeli ve ekibi tarafından olsa olsa, sadece tasdik ve tescil edilmiştir. "Türk-İslam Sentezi"ne olan itirazımıza derhal "refleksif" bir tavır koyan bir çok MHP'li arkadaşımız bunu bir "İslam karşıtlığı" olarak algılasa da, şunu belirtmeliyiz ki; nasıl ki bir ordu siyaset sahasına girer de, varoluş maksadını sekteye uğratır ve kendi varlığına zarar verir ise, Türkiye'de bir siyasi partinin (şayet özel bir maksadı(!) yok ise...) dini kendi siyaset alanının kapsamında görmesi de, o derece kendisine, dinine ve ülkesine zarar verir. Nitekim, bugünkü gelinen nokta da, bu dediklerimizin bir ispatı mahiyetindedir. 


Bu konuyu biraz daha açar isek: Muhaliflerince "utangaç Kemalist" olarak adlandırılan merhum Türkeş, (kendilerini Atatürkçü, ya da Kemalist olarak tanıtan bir çokları gibi...) Mustafa Kemal ATATÜRK'ün şahsında vücut bulmuş olan "müdafaai hukuk ideolojisi"ni anlayıp geliştirerek tatbik sahasına koymak yerine, "Dokuz Işık Doktrini"ni ortaya koyarak, siyasetini bu "yeni doktrin" üzerine oturtmayı tercih etmiş, böylelikle de "Atatürk" adından pek hazzetmeyen kimi "cemaat" ve gurupları kendisine yakın tutabileceğini düşünmüş olmalıdır.


"Dokuz Işık Doktrini", bu politikanın doğal bir neticesi olarak da, bugün bir çok MHP'liye; genelde Mustafa Kemal'i, yani Atatürk'ü, özelde ise Mustafa Kemal önderliğinde ortaya konmuş olan "müdafaai hukuk ideolojisi"ni ve onun ortaya konuşundaki tarihi gerekçeleri unutturmuş ve MHP camiası, Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl kurulduğundan ya bîhaber kalmış, ya da o gerçekleri, (farkında olmayarak) "dincilerin" tasvir ettiği şekilde anlamış, açıktan olmasa da, Mustafa Kemal'in "milliyetçilik davasından" bîhaber bir şekilde, "milliyetçilik davası"na "Türk-İslam Sentezi" noktasından bakar olmuşlar, "Atatürk"e de bu sebepten, ister istemez mesafeli durmaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir.


Bu noktada, "Dokuz Işık Doktrini"ni, "devletin partisi" olan CHP'nin "Altı Ok"unun daha gelişmiş ve "çağa" daha uygun bir şeklidir" mealinde bir iddia ileri sürülecek olursa da, bu iddia, söz konusu "doktrinin"; ülkedeki mevcudiyeti inkar edilemez olan "dini cemaatleri" dikkate alarak, "Mustafa Kemal'in adını dahi anmamaya özen gösteren bir siyaset anlayışının eseri olarak ortaya konduğu gerçeğini" değiştirecek herhangi bir unsur içermediği açık olduğu için, geçerli ve dikkate alınmaya değer bir "iddia" olmayacaktır.


Şu hususun altını bir daha çizmeliyiz ki; bir "Türk Milliyetçisi" için acı olan şey, yapıp ettikleri ile hakiki bir Türk milliyetçisi olduğunu defalarca ve her vesile ile ispat etmiş olan Mustafa Kemal hakkında "din düşmanlığı" da dahil olmak üzere, malum kesimlerce ortaya atılan iftiraların, sırf böyle bir "iftira" ya da daha hafif bir söyleyişle; böyle bir "söylenti" mevcut diye ve bu iftira ve söylentileri boşa çıkaracak bir çok delil de ortada iken, bunlarla mücadele etmek bir yana, adeta bu iftiralara hak verir bir şekilde, -ortada var olan bu büyük mücadeleyi pas geçerek- "yeni baştan" bir "milliyetçilik" anlayışı geliştirmek ve bunu da "İslamiyet" ile desteklemek ihtiyacı hissetmek, kendisinden önce yapılan mücadelelerin gerçek mahiyetini ya anlayamamış olmaktan, ya da böyle bir mücadeleyi "gereksiz" ya da "yanlış" bulmaktan kaynaklanmış değilse, nedir?!.. 


Mustafa Kemal Paşa da nihayetinde bir insandır ve elbette hata ve kusurdan berî değildir. Bu sebepten kimi icraat ve düşünceleri tartışılabilir. Lâkin, bütün bunların, o günün şartları iyice bilinmeden, rastgele yapılamayacağı ve hele ki, adeta bir kuyuya doldurulup üstü kapatılarak, ebediyyen yeryüzünden silinmek istenen Türk milletine karşı girişilen bu gaddarca hücum ve aşağılamayı nefsine yediremeyen bir "Türk" olarak: "Bu millet esir olarak yaşayamaz, esir yaşamaktansa ölsün daha iyidir, öyle ise ya istiklâl, ya ölüm!.." deyip, bütün sorumluluğunu üstlenerek milletini ayağa kaldırmış bir Türk evladının milleti nezdinde kazandığı o şerefli mevkiiye dil uzatır bir mahiyette olmasına bir "Türk Milliyetçisi"nin asla razı gelemeyeceği çok iyi bilinmelidir.


"Doğruluğundan şüphe duyulmayacak kadar açık ve net olarak tespit edilmiş hedeflere" ulaşmak için başvurulan yöntemlerde bir hata olduğu düşünülüyor ise, samimi bir "Türk milliyetçisi"ne düşen iş, ancak "daha iyisi" için gayret göstermek ve "atalarının" yaşadıklarından çıkardıkları derslere bakarak, kendisine "tutulsun" diye verilmiş olan  "nasihatleri" hiç bir şekilde unutmamaktır.


Bir sonraki yazımızda, "Türk milliyetçiliği" kavramının gerçek manasından saptırılması ile, emperyalist emellerin önünde aşılmaz bir sur olarak dikilmesi gerekenlerin, bu "hatalı" tercihlerinden dolayı kendilerini ve ülkelerini nasıl bir uçuruma sürüklediklerini belgeleri ile anlatmaya devam edeceğiz. 

Devamı için lütfen tıklayınız: MHP'nin  Açmazları (3) 





0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.