25 Ekim 2010 Pazartesi

Yoksulluk bireysel bir sorun mudur?

İçinde yaşadıkları dünyayı "olduğu gibi" kabul etmek, onun koşullarına göre yaşamaya çalışmak, kendisini o koşullara uymaya mecbur hissetmek, "böyle gelmişse, böyle de gider" demek, zannederim "insan olmanın" epeyce bir uzağına düşmek demektir. "Doğruyu ve adaleti aramak"; sorgulayan, "niye" diye soran ve kendi yaşadığı ortama biçim verip, "düzenleme" yetisine sahip bir "varlık" olan "insan"a mahsus bir özelliktir. Ona, onun bu özelliğini yitirmesi yönünde dolaylı/dolaysız baskı yapmak, ya da "unutmasını" istemek, onun "köleleşmesini" ve "insanlıktan çıkmasını" istemek demektir. Bu bakımdan, günümüz insanın içine "sürüklendiği" ve bir gün "huzura ereceği" umuduyla koşuşturup durduğu bu "hay-huyun", kendisine asla o huzuru veremeyeceğini görmeli ve insanlığın doğasına aykırı olan hiç bir "düzen" ve "düzenleme"nin insana ve insanlığa mutluluk getirmeyeceği gerçeği artık anlaşılmış olmalıdır. Bu düşünceler içerisinde aşağıdaki makaleyi sizlerle paylaşıyorum.



 
Kapitalist Tüketim Toplumunun Böldüğü Çalışanlar


Onur Öncan

İnsanın kimliğini oluştururken kim olması gerektiğine ve kim olabileceğine dair düşünceleri yetiştiği toplum ve o toplumda bulunduğu konum tarafından belirlenir. Kişiliklerimizi oluşturan en önemli dinamik deneyimlediğimiz, tanık olduğumuz toplumsal ilişkilerdir. Peki biz şu anda nasıl bir toplum içinde yaşıyoruz ve bu toplumun bize dayattığı kimliğin özellikleri nelerdir? Bu soruyu başka sorularla açmaya çalışalım.
Dolmuş şoförlerinin veya çöp toplayan çocukların elindeki son model cep telefonları sizi hiç şaşırtmış mıydı? Peki kıt kanaat geçinen bir ailenin gelirinin çoğunluğunu araba, yeni bir koltuk takımı veya bilgisayar almak için harcamaktan çekinmediklerini gördüğünüzde anlam veremediğiniz oldu mu? Ya da neden bazı insanların çok hızlı bir şekilde şöhret olduktan sonra aynı hızla unutulduklarını açıklayabildiniz mi? Veya vatandaşların çoğunlunun kredi kartı borcu içinde yüzmesini? Peki hiç sokağın karşısından gelen evsizlerden çekindiğiniz hatta tiksindiğiniz oldu mu? Ya da yoksullarla ilgili tek sosyal politikanın artık kömür dağıtmak olduğunu fark ettiniz mi? Veya arabalarını modifiye edip yüksek sesli müzikle sokakları dolaşan gençleri anlamlandırabildiniz mi?


Bu soruları elbette çoğumuz hayatımızın bir noktasında kendimize sormuş ve
cevap aramışızdır. Fakat sağduyuya dayanan bireysel cevaplar insanın kendi
sınırlı gözlemlerinden öteye gidemeyebilir. İşte toplumbilimsel açıklamalar ve
Bauman’ın analizi bu noktada devreye girmektedir.


Yoksulluk bireysel olarak kader olmayabilir ama tarihe baktığımızda insan
topluluklarının hiçbir zaman yoksullardan mahrum kalmamış  olduklarını
görebiliriz. Evet, toplumsal olarak yoksulluk bir sabittir fakat yoksulluğun ne
anlama geldiği hangi toplum içerisinde gözlemlendiğine ve deneyimlendiğine
bağlı olarak değişecektir. Bauman, bu çalışmasında  modern ve geç modern
toplumlarda yoksul olmanın ne anlama geldiğini ortaya koymaktadır.

Analizinin temeline “iş ahlakı” kavramını koyan Bauman, bu terimin  doğuşunu sanayi devrimi ve modernleşme sürecinin başlangıcına  dayandırmakta ve bu kavramı sürecin temel şiarı olarak ele almanın imkansız olduğunu,  insanın elindekilerle yetinmesinin ahlaki olarak yanlış  olduğunu ve çalışmanın kendi içinde asil bir faaliyet olduğunu bildiren bir felsefedir. Ve bu anlayışa dayanarak, bireye “çalış” emrini verir çünkü çalışmak iyidir, normaldir ve boş oturmak kötüdür, anormal olandır.

Robert Cox’un deyimiyle teori daima birileri ve bir amaç için üretilir.  İş ahlakı da bu kurala dahildir Bauman’a göre. Böyle bir anlayışın ortaya çıkarılıp insanlara dayatılmasının arkasında yatan amaç sanayi devriminin  ürünü olan fabrikaları doldurabilmekti. Geleneksel  olarak sadece belirli ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ve kendi zaman çizelgesine uygun olarak  çalışmaya alışmış işçileri fabrika üretiminin anlayamadıkları ve kontrol edemedikleri rasyonel ve duygusuz sürecine dahil etmek imkansız gibiydi;  fakat çarkların dönmesi için bir o kadar da gerekliydi. Kısaca, iş ahlakının  temel hedefi insanları sanayinin isteklerine uygun çalıştırabilmekti.

İnsanların isteklerinin ve hırslarının, üretici güce katkıda bulunmadığı sürece,
hiçbir önemi yoktu ve dolayısıyla kontrol altına alınmalı, şekillendirilmeli
ve sürece uygun hale getirilmeliydi. İş ahlakı bu çerçevede insan özgürlüğünün kısıtlanabilmesi ve insanların başkaları için çalışmaya zorlanabilmesi için üretilmiş bir anlayıştı. Tabii ki bu yaklaşımın üreticileri olaya çok farklı bakıyordu; onlar için iş ahlakı, tembellerin, ilerlemeye karşı olanların, serserilerin, yoksulların ve kendilerini idare etmekten acizlerin topluma nasıl faydalıolabileceklerini gösteren bir manifestoydu.

Oysa ki sanayi devrimi sonucu üretilen yeni dünyada, eski çağların köle
ekonomisi  sınırsız üretim hedefiyle birleşiyordu. Doğanın fethedildiği ve
meta haline getirildiği  bu dünyada insan da meta haline getiriliyor ve
acıma, şefkat ve umursama gibi  duygulara yer bırakılmıyordu. Bu anlamda
iş ahlakı, hem yaratıcı hem de yıkıcıydı. Bireye nasıl davranması gerektiğini
gösteriyor ve “ilerlemenin” önüne engel çıkaracak  her tür düşünce ve
davranışı ortadan kaldırmayı hedefliyordu.

Sanayi üretimi için emek eksikliğini gidermeyi amaçlayan iş ahlakı diğer
yandan da çalışanların varlığına ve çalışmayanlara uygulanacak olan sosyal
politikalara meşruiyet kazandırıyordu. İş sahibi olmayanlar, örneğin
İngiltere’de Yoksullar Yasası reformlarıyla, öyle kötü koşullara mahkum
ediliyordu ki fabrika hayatının işsizliğe tercih edilmesi hedefleniyordu.
Öte yandan, bir iş sahibi olanlar durumlarından memnun olmadıklarında istifa
etmeden önce iki kere düşünmek zorunda kalıyordu. Böylece sermayedarların
merhametine, ki çoğu zaman yetersizdi, bırakılıyorlardı. Bu dönemde yoksulları
hedef alan politikaların temel hedefi, ücretli çalışmanın dışında insanlara geçim
olanağı bırakmamaktı. Ayrıca çalışanların ücretleri de kıt kanaat geçinmelerine
yetecek kadardı; böylece ertesi gün ve sonraki günlerde de işe gelmek zorunda
kalıyorlardı. İş ahlakına  bu denli önem verilmesinin sebeplerinden biri bu
dönemde işin, tüm toplumsal  sorunların çözümü olarak algılanmasıydı. Bir
yandan bireyin işi, kendini nasıl tanımlayacağını, kim olduğunu ve toplumdaki 
yerini belirliyordu.

Öte yandan, çalışma hayatı bireylere, normlara uyma, disiplinli davranma ve
toplumsal hayata uyum sağlama gibi önemli yetiler kazandırarak toplumsal
bütünlüğü sağlıyordu.

Aynı zamanda, devletin ve toplumun hayatta kalması, ihtiyacı olduğu sanayi
ürünlerinin üretimiyle sağlanıyordu. Bu üç önemli görev, bireylerin ücretli iş
gücü olarak varolmalarına bağlıydı. Ve bu noktada iş ahlakı, çalışmayı bu
görevlerin zorunlu koşulu olarak göstererek  iş sahibi olmayı ahlaki bir görev
olarak insanlara sunuyordu.

İş ahlakının geçerli olduğu dönemde üretim toplumu varlığını sürdürmekteydi;
diğer bir  deyişle bireylerin çoğunluğu toplumda üretici rolünü üstleniyordu;
kimliklerinin oluşumunda üretim süreci ve meslekler ana kaynağı oluşturuyordu.

Günümüz toplumu ise Bauman’ın tanımıyla tüketim toplumudur. Bireylerin
sosyal rolleri tüketici olarak tanımlanmıştır. Bu toplumda yer alabilmenin temel
şartı gün aşırı alışveriş yapabilme gücüdür. Tüketimin arttırılabilmesi için tüketiciye
dinlenme izni verilmemelidir ve tüketim arzularının sürekli tetiklenmesi
gerekmektedir. Tüketim toplumunda hiçbir şey uzun süreli kabul görmez ve odak
noktası olamaz. Hız ve değişim temel özelliklerdir.

Toplumsal ve bireysel hafıza zayıftır ve bireylerin dikkatini toplamasına izin
verilemez. Tüketicinin sürekli arzu duyması, arzularını tüketim yoluyla tatmin
etmesinden daha önemlidir.  Hiçbir ihtiyaç daimi olarak giderilmiş sayılamaz. Ve en
önemli olarak, tüketiciler farklı bir  yaşam tarzı hayal edemezler. Pazardaki mallar
arasından seçme fırsatı yakalayan tüketici kendini özgür sanar; fakat alternatifsizlik,
aynen iş ahlakının uygulandığı dönemde olduğu gibi, bireyin özgür iradesini kısıtlar
ve sadece bir hürriyet hülyasına kapılmasına neden olur.

Kimlik oluşumu tüketim üzerinden gerçekleşir ve tüketim ve değişimin hızına uygun olarak kimlikler değişir. Bu toplum içinde, nizami davranış kalıpları üretecek kurumlara ve normatif düzenlemelere yer yoktur. Çünkü bu gibi modern kurumlar ve politikalar tüketicinin cebinden çıkan paralarla yaşatıldığı için tüketicinin alışveriş esnasında tercihlerini azaltır ve tüketim arzusuna gem vurabilir. Tüketim toplumu kredi kartlarının, borçların ve şimdinin toplumudur; artan tasarruflar bu toplumda kıyamet habercisidir.

Tüketim toplumunda toplumsal tabakalaşma pazardaki mallar arasında seçme özgürlüğüyle orantılıdır. Birey ne kadar özgürse, ne kadar fazla mal satın alabilme gücü varsa, daha üst katmandadır. Toplumsal statüyü belirlediği gibi satın alma gücünün yüksekliği iyi bir hayat imajının da kaynağıdır. Her tüketicinin arzusu da bu iyi hayatı yaşayabilmektir. İş ise öncelikli konumunu kaybetmiştir; eskinin ne olursa olsun her işin onurlu ve ahlaki bir yaşam sağlayacağı anlayışı kaybolmuştur ve meslekler ilgi çekici, çok para kazandıran, şöhret sağlayan, ve sıkıcı, tek düze olarak ikiye ayrılmıştır. İlgi çekici meslek sahibi olabilmek pek az bireye nasip olurken sanşsız çoğunluk onları televizyonlarda ve gazetelerde takip etmek zorunda kalır.

Her toplumda olduğu gibi tüketim toplumundada yoksulluk, toplumsal olarak tanımlanmış normal hayat standartlarının altında kalmak anlamına gelir. Bireyin fiziksel varoluşuyla ilgili olduğu kadar psikolojik ve toplumsal bir durumdur yoksulluk. Tüketim toplumunda yoksul olmak, iyi veya yeterli bir tüketici olamamak, tüketici kimliğinin gereklerini yerine getirememek demektir. Tabii ki yoksulluğun etkileri birey işsiz olduğunda, boşta olmanın getirdiği can sıkıntısıyla birlikte, katlanarak artar. Burada gözönünde bulundurulması gereken iki önemli nokta vardır. Birinci olarak, tüketim toplumunun yaşayabilmesinin en önemli kaynağı insanlara yapay bir yetersizlik duygusu aşılamasıdır. Bireyin elinde olan sahip olabileceklerine kıyasla azdır, küçüktür ve büyütülmelidir. Tabii bu süreç daimi tatminsizlik anlamına gelmektedir.

İkinci olarak, tüketim toplumunun ortaya çıktığı refah devleti sonrası dönemde, eskiden yoksulluğa çare olarak düşünülen ekonomik büyüme, emeğin verimliliğin önünde bir engel haline getirilmesi sonucu, daha fazla işsizlikle eş anlamlı hale geldi.

Bugün ekonomik büyüme planları arasında sürekli yer alan faizlerin arttırılması, özelleştirmeler, kontrollerin kaldırılması ve emek piyasasının küçültülmesi politikaları yoksullar için daha fazla yoksulluk anlamına gelmektedir. Öte yandan neoliberal politikaların bugün artık herkes tarafından bilinen ve kabul edilen en önemli sonuçlarından biri yoksullardan zenginlere servet aktarımıdır.



Refah devletinin yükselişte olduğu dönemlerde, modern toplumun zenginliği yeniden dağıtıcı kamu politikaları olmadan var olması düşünülemezdi. Fakat sermayenin karşı saldırısı ve orta sınıfın desteğiyle dünyanın her  tarafında refah devleti politikaları sona erdi.


İşsizlik neoliberal politikalarla birlikte, Batı ülkeleri de dahil olmak üzere, en önemli sorunlardan biri haline geldi. Firmaların sürekli işçi çıkardığı, teknolojinin sürekli iş gücü tasarrufuna yol açtığı, çok uluslu şirketlerin üretim merkezlerini dünyanın herhangi bir köşesine taşıyabildiği bu dönemde iş ahlakı çoğu insan için anlamsız bir terim haline gelmiştir. Fakat iş ahlakı terimi tamamen ölmemiş, yeni bir görev üstlenmiştir. Bugün iş ahlakı, Bauman’a göre toplumun yoksullara nasıl bakması
gerektiğini belirleyen bir pusula haline gelmiştir.


Tahmin edilebileceği gibi sosyal olayları psikolojik sebeplere bağlamaya çalışan Amerikan sosyal bilimi uydurması olan, iş ahlakı teriminin bu yeni kullanılış yöntemi yoksulları ikiye ayırmaktadır.

Birinci kısımda topluma uyum sağlamaya çalışan, toplumun kurallarına, bu iş ahlakına göre, yaşamaya çalışan fakat geçici olarak maddi zorluklar yaşayan yoksullar vardır.

İkinci kısımda ise iş ahlakını reddeden, kendi özgür iradeleriyle yoksul kalmayı seçen, tehlikeli, yabancı, toplumun diğer kesimlerinin erişimine kapalı yoksullar vardır. Burada önemli olan nokta ikinci kesimde tanımlanan yoksulların (ingilizce underclass, Marx’ın lumpenproleterya terimine yakın) bu hayatı kendi istekleriyle seçmiş oldukları iddiasıdır. Yoksulların önemli bir kısmını bu şekilde tanımlamanın getirdiği bazı önemli sonuçlar vardır. Öncelikle, eğer bu tarz bir hayatı seçmişlerse toplumun geri kalanını oluşturan iyi vatandaşlardan bir şey beklemeye hakları yoktur. Eğer isterlerse sürdükleri sefil hayattan vazgeçip normal vatandaşlar gibi yaşayabilirler.

İkinci olarak, bu ayrım yoksulluğu toplumsal sorunlar sınıfından çıkarıp bireysel bir sorun haline getirmekte ve toplumun yoksullara olan ilgisizliğine meşruiyet kazandırmaktadır.

Üçüncü olarak, bu yoksullar sınıfının toplum tarafından tehdit olarak algılanması ve yoksulluğun sosyal politikanın kapsamından çıkarılıp ceza hukukunun sınırlarına sokulmasıdır. Modern devletin devrimcileri var idiyse post-modern toplumun suçluları vardır. Yoksullar tam anlamıyla tüketim toplumunun düşmanları haline getirilmişlerdir. Bu toplumda, yoksullara biçilen bir rol yoktur. Modern toplumda işsizler ordusu olarak günün birinde sanayinin çarklarını döndürmek için yedekte beklerlerken günümüz tüketim toplumunda iktisadi olarak işlevleri kalmamıştır ve tüketicilik görevlerini de yerine getirememektedirler.

Yoksulların, durumlarını toplumsal bir sorun olarak gündeme getirme güçleri çok azdır çünkü ellerinde pazarlık edebilecekleri bir şey yoktur. Topluma sunabilecekleri bir şey kalmayan yoksullar, toplumun diğer üyelerinin gözlerinde var olmayı sürdüremeyeceklerdir. Bu sebeple yoksullar toplumun gözü önünden çekilmelidir.

Bauman bu noktada, yoksullara karşı toptan yok etme politikasının bile bazı kesimler tarafından savunulacağını söylüyor ve bunu engellemek için bir çözüm bulunması gerekliliğini de ekliyor.



0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.