25 Mayıs 2010 Salı

CHP: Umut, Korku, Endişe...

Olayların hızına yetişmek mümkün değil!
İnsanların bildikleri, inandıkları ne varsa hepsini bir anda tersyüz edebilecek kadar hızla değişen (ya da değiştirilen) ülke gündeminde "umut" ve "korku" tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda.
Olan biteni yorumlamak, korkulu rüyaları hayra yormaya benziyor! Gündemi tutmaya çalışan en aklı başında yazarların en iyimser satırlarında bile bir endişe gizli.
Yıllar yılı hayırlı bir haber duymamış olan muhalif vatandaş ise en azından bir süreliğine de olsa "sevinme" ihtiyacını gidermekle meşgul. Bu nedenle de şu an başka bir şey duymak istemiyor. Kısacası, kendi sorunlarını kendi iç dinamikleriyle çözme refleksini yitirmiş bir milletin bu şaşkınlığı, piyangodan para çıkmış bir adamın sevincine benziyor; acaba kazasız belasız ikramiyesini alabilecek mi?...Biz yine de bir kenara çekilip duruma şöyle bir bakalım ve aklımıza takılan soruları soralım:

Devamını gör...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Meksika/ABD Sınırında kaçak insan avı

Adına, ister "Yeni Dünya Düzeni", ister "Globalizasyon", ister "Küreselleşme" deyin, hepsi de "umut dolu yeni bir dönemi "  "çağrıştırsın" düşüncesi ile özenle seçilmiş kelimelerdir ve kapitalizmin kendisini  yeni bir ambalajla dünya milletlerine yeniden dayatmasından başka bir şey değildir. Köhne kapitalizmin bu çabası emperyalist niyetleri gizlemeye ne kadar yetecek, o ayrı konu. "Yerel" kimlikli ama global bir egemenliği hedefleyenlerin emrinde, kendi halklarının hızla "yoksullaştırılmasında" görevli kılınmış idarecilerin yarattığı "cehennemlerden" kaçıp kurtulmak isteyen ve doğup büyüdükleri topraklarda "insanca" bir yaşam imkânını ve umudunu kaybeden insanların hazin hikayeleri, öyle görünüyor ki, daha bir çok ümidi söndürerek devam edecek...Ülkemiz üzerinden Avrupa'ya yapılan "insan kaçakçılığı", başka bir boyutuyla Meksika'da da yaşanıyor...İşte bu kaçıştan bazı kareler ve "insanlığın" içine "düşürüldüğü" durum:

Devamını gör...

9 Mayıs 2010 Pazar

NAVİ HALKI, PANDORA GEZEGENİ VE KUTSAL AĞAÇ

=== AVATAR ===



 Bir internet sitesinde yayınlanan bir haber analizine yazılmış ve AVATAR filminden yola çıkılarak güncel siyasi durumu değerlendiren bir okuyucu yorumu. İlginç bulacağınızdan eminim...

"Ergenekon davası ilk başladığında operasyonlara gaz vermekle ve bizleri yönlendirmekle görevli bir internet sitesinde birbirini hiç tanımayan ve farklı fikirlere sahip üç arkadaş, ülkenin selameti için, bayrak vatan ve özgürlük mücadelesi bağlamında ortak idealler çerçevesinde görüşlerimizi yazıyorduk. Bizlerin bu duruşuna karşılık, ayrılıkçı kürtler, adresi belli cemaat mensupları ve içimizdeki saftorik keklenmişlerin ettiği hakaretler küfürler çok şiddetli idi, ama bizler pek aldırmıyorduk. Görüşlerimizden dolayı bizlere Ulusağcı (bendeniz) Uludinci (Milli görüş çizgisindeki arkadaş) ve Ulusolcu (şimdi CHP'yi destekleyen, eski kulağı kesik devrimcilerden) adlarını yakıştırmışlardı. Bu terimleri hakaret etme aşağılama adına bizlere yaftaladıklarını da açıkça söylüyorlardı. Yaftalama olarak kullandıkları bu terimler onlar için kötülük anlamı dışında hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu durum benim çok dikkatimi çekti ve "toplum olarak nerelerden nereye geldik, ve bu işin sonu nereye gidecek?" diye acı acı düşündüm. Açıkçası vatanımı bayrağımı canımdan çok seven bir insan olarak, bizleri var eden ve bir arada tutan kültür değerlerinin bu kadar aşınması ve alay konusu edilmesine üzüldüm...............

Geçenlerde sinemalara Avatar [İMDB ID No: tt0499549] ismiyle bir film geldi. Okuyucular arasında bu filmi seyreden arkadaşlar da mutlaka vardır. Seyrettiğim bu film benim çok ilgimi çekti. Belki seyretmeyenler olmuştur düşüncesiyle film hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum: Film 2100 yılında Navi adlı bir halkın yaşamını sürdüğü Pandora gezegeninde geçiyor. Pandora gezegeninde bulunan çok özel bir element, bütün enerji kaynaklarını tüketmiş ve yok olma sürecine girmiş olan İnsanoğlu için hayati öneme haiz. Pandora gezegenindeki bu çok özel element ise Navi ırkının yurt edindiği olağanüstü boyutlarda büyük ve kutsal saydığı bir ağacın köklerinin altında. İşte bu elementi alabilmek için, o ağacın mutlaka yıkılması ve tahrip olması gerek. İlginç bir özellikte; ağacın köklerinin bir kısmı dışarıda, toprak üzerinde..............

Naviler avlanma dışında, yaşamlarının hemen hemen tamamını ağacın üzerinde geçiriyorlar. Ağacın kökleri arasında kalan çok geniş alan, onlar için toplantı, seromoni merkezi, dalları üzerindeki bitki benzeri açılır kapanır hamaklar ise uyku ve dinlenme yerleri. Dünya egemenlerinin varlığının devamı için mutlak öneme sahip bu elementi alabilmek, ancak Navi ırkının oradan sürülmesi veya yok edilmesiyle mümkün. Naviler 3 metre boyunda, güçlü kasları, son derece savaşçı ve direnişçi özellikleri olan bir canlı türü. İşte film, bu Navi Irkı ile Emperyalistlerin kiralık paralı askerleri arasında geçiyor ve sonuçta ağaç ve çevresindeki ormanlar bütünüyle savaş makinaları ile yakıp yıkılarak, Navi Irkı oradan zayiat vererek ayrılmak zorunda kalıyor.... Filmde benim en çok dikkatimi çeken sahne, Navilerin Kutsal Ağaçlarını tahrip edip yıkabilmek için, hep köklerine ateş etmeleri oldu. Film bittiğinde, bilmem kaç milyar km. öteden yaklaşık 6 yılda uzay

Devamını gör...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Generalliğe terfi eden Paşalarımız!

Başlık biraz acaip oldu, farkındayım, lâkin daha önce "Sayın General"(*) başlığıyla yayınladığım yazımda; "Bana paşa demeyin!" diyen şimdiki sayın Genelkurmay Başkanımızın bu tutumuna dair fikirlerimi izaha ve  "Paşa" ve "General" arasındaki farkı anlatmaya çalışmıştım...


Şimdi söze başlarken hemen şu tespiti yapmakta yarar görüyorum; Turgut Özal'la başlayan ve12 Eylül sonrasında da yine Özal ve Anavatan Partisi vasıtasıyla iyice pekiştirilen 24 Ocak Kararları'nın ülkede yarattığı  ekonomik değişimi (transformasyon), sosyal dokudaki etkileriyle birlikte ele almak gerekir. Serbest ekonomi denilerek getirilen ithâlat serbestileri ile hızlı bir biçimde ülkeyi adeta istila eden tüketim malları, mahiyeti icabı kendi talebini yaratmakta gecikmedi. Bu saatten sonra gelir düzeyi ne olursa olsun, insanlara sağlanan borçlanma kolaylıkları ve onun yetmediği yerde; "Benim memurum işini bilir" teşvikleri ile alabildiğine körüklenen tüketim iştihasının, gün gelip bu tüketim için ihtiyaç duyulan geliri elde etmek uğruna her yolu mübah kılar hale gelmesi elbette beklenmeyen bir durum değildi ve öyle de oldu. Bu tüketim tahriki kısa sürede siyasetçisinden esnafına, amirinden memuruna kadar toplumun bütün kesimlerine sirayet etti, gemisini kurtarmaya azimli insan sayısında adeta patlama yaşandı. "Devletten maaşlı" askerlerin de her tarafı istila eden bu havadan solumaması elbette mümkün değildi. Daha çok tüketebilme imkânına sahip olmanın toplum içinde daha yüksek bir "statü" demek olduğu bir ortamda bütün manevi ve moral değerlerin bu uğurda "deforme" edilmesi kaçınılmaz bir durumdu. Hele ki "eş"lerin baskısından bunalmamak adeta mümkün değildi. Öyle ya, filânın kocası da senin gibi müdür ama onlar şurdan bir ev daha aldı, yazı bilmem hangi beş yıldızlı otelde geçirdi, filanca müteahidin falanca yerde yaptığı villalara da yazılmış vb...


Bütün bunlar olup biterken bir de adeta bu "transformasyon"a "katalizör" etkisi yapsın diye halk nezdinde saygın olan kurum ve kavramların tahribatına girişildi. O günün gazetelerinde, Turgut Özal'ın "şortla asker teftiş ettiği" haberi resimli olarak manşetlerden veriliyor, artık hiç bir şeyin "dokunulmaz" olmadığı mesajı adeta bir "müjde" gibi millete duyuruluyordu. Haysiyet cellatlığının önü açıldığına göre haysiyet cellatlarının re'sen görev başı yapmamaları için bir sebep de kalmamıştı. Artık her şey alenen tartışılabilir, milli mukaddesata ait ne varsa "artık tartışılması zamanı gelmiştir" denilerek yerlerde dahi sürüklenebilirdi. Bu büyük "ufuk adamı(!)" sayesinde memleket semalarını kaplayan "nur"un aydınlığından olsa gerek, hızla artan iç ve dış borçlanmanın başımıza açacağı işler pek farkedilmiyordu. O yıllarda Sakıp Sabancı İsviçre'lerden; "Hökumattan da, icraatlarından da memnunuk gardaşım" diye beyanatlar vermekten pek mutlu oluyordu. Bu arada da "üç-beş çapulcu" güneydoğumuzda asker-sivil demeden bu ülkenin evlatlarını kırıp geçirmeye başlar olmuştu. Özal sonrasında başbakan olanlardan Tansu Çiller döneminde "teröre karşı" yeni bir "konsept" geliştirilmeye çalışılmış, "özel harekât" adı altında yeni birlikler kurulmuş ve Günydoğu Anadolu'da özel amaçlı yeni bir tugay kurulmasına karar verilmişti. Osman Pamukoğlu Paşa'nın "Unutulanlar dışında yeni bir şey yok" adlı kitabından öğrendiğimize göre, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in bu tugayı sevk ve idare etmeye istekli bir subay bulmakta epey zorlandığı anlaşılmaktadır. Kime görev tevdi edilmişse, kimi eşinin sağlığını, kimi çocuklarının durumundan mevzuubahisle görev üstlenmekten kaçınmışlar, ta ki "görev" Pamukoğlu'na  tevdi edilene kadar...(Ayrıntılarıyla o kitapta anlatılıyor...) Burada daha fazla ayrıntıya dalıp, "Bir koyup beş alma" politikalarına, "Necip Torumtay"ın istifa nedenine girmeyeceğim. Sadece şunu soracağım: Bütün bu sayıp döktüklerimiz olup biterken ve olaylar adeta "ilmek ilmek" işlenirken bu milletin en güvendiği kurum olan TSK ve başındaki Genelkurmay ekibi ne yapıyordu? Bu sorunun cevabı şu satırlardan çıkarılabilir mi acaba? Buyrun birlikte okuyalım;

Devamını gör...

4 Mayıs 2010 Salı

Anadolu'da Osmanlıcılık oynamak!

Son zamanlarda, sanki Türkiye Cumhuriyeti baştan hatalı bir şekilde kurulmuş da şimdi bu yüzden bir açmaz içine düşmüş gibi laflar sıkça edilmeye ve bu durumu aşmanın bir yolu olarak yeniden "Osmanlı" politiklarına dönülmesi gerektiği yüzlerce kanaldan zihinlere pompalanmaya başlandı. Bu, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran "Müdafaa-i Hukuk İdeolojisi"yle ve elbette bu ideoloji ile Osmanlı'nın külleri üzerinde bambaşka bir anlayışla yepyeni ve bağımsız bir devlet kuran Mustafa Kemal ATATÜRK ile de dolaylı olarak hesaplaşmanın yeni bir yolundan başka bir şey değil.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni "Kürt Sorunu", "Ermeni Meselesi", "Türban Sorunu", "Alevi/Sünnî Meselesi" vb. gibi yapay sorunlarla sistemli bir şekilde bir açmaz içine düşürmeye çalışanlar -sanki bu sorunları başımıza musallat edenler kendileri değilmiş gibi- şimdi de dönmüşler bize çözüm yolları öneriyorlar! Zihniyet hep aynı; önce bir hastalık icat et, sonra ilacını sat! Tıpkı, kuş gribi, domuz gribi gibi...Şu söylenenlere bir bakar mısınız: "Kürtleri asimile etme amacında olan Kemalistlerin tersine, Yeni Osmanlıcılık ortak bir kimlik duygusu inşa etmede İslam'a çok daha önemli bir rol biçmektedir."(1)


Şimdi bunu düzeltmeye neresinden başlamalı?

Kim, kimi nasıl ve ne diye asimile etmeye ihtiyaç duymuş?

Öyle ya, her eylem bir ihtiyaçtan doğar!

Yanmış, yıkılmış, darmadağın edilmiş bir imparatorluktan arta kalanlar ne diye bir Balkanları ya da Arap yarımadasında bir yeri değil de Anadolu yarımadasını tutunulacak bir dal olarak görmüş?

Mustafa Kemal "Misak-ı Millî" sınırları olarak neden Anadolu topraklarını düşünmüş?

Neden Sivas'ın "ötesi", Sivas'ın "berisi" diye bir hesaba girmemiş?

Neden kurduğu devletin adında "Türkiye" kelimesini kullanmış?

Şimdilerde kazara ağzınızdan "Türk" kelimesi çıksa neden hemen birileri "Kürd'ü", "Laz'ı", "Çerkez'i" "Türklüğün" karşısına koyuveriyor?

Türklüğün bir ırka indirgenemeyecek ve bir "ırk" çerçevesine sığdırılarak izah edilemeyecek kadar büyük ve güçlü bir "gerçek" olduğunu sizce bilmiyorlar mı?

Biliyorlar elbette de, "bildirmek" istemiyorlar!

Bilmeyenlere de sayın Arslan Bulut'un ağzından biz bildirilelim; "Türkçülük” kavramı son zamanlarda, emperyalizmin güdümünde propaganda yapanlar için “Kürtçülük” kavramı ile birlikte ve ikisinin de bölücülük olduğu iddiasıyla sık sık gündeme getiriliyor. Oysa Türk adı, öncelikle Tengri dinine inanan ve Türkçe konuşanlara verilen bir addır. İçinde çeşitli ırklar barındırmıştır. Elbette temelde Ural-Altay kavimleri vardır fakat bu kavimlerin izine, sadece Asya ve Avrupa coğrafyasında değil, Güney Amerika’daki And dağlarında, Kuzey Afrika’da hatta Güney Afrika’da bile rastlayabilirsiniz.... Atatürk, devletin adına Türkiye, milletin adına Türk derken, kendisi yeni kavramlar icat etmiyordu. Tarihi bir gerçeği, siyasi gündeme taşıyordu. Atatürk, Türk kavramını, “sadece bir milletin adı değil bütün adamların birliği” olarak görmektedir. Dolayısıyla, Türk aleminin karşısına Ermeni sorunu gibi bir sorun çıkarmak için Kürtlerin kullanılmak istenmesi karşısında emperyalizmin restini görmüş ve aynı silâhla karşı koymuştur."(1)


Devamını gör...
 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.