15 Ocak 2010 Cuma

"VAHDETTİN HAİN MİYDİ, DEĞİL MİYDİ?" Meselesi

.

Önce bilindik bilgiler içeren bir makale:

VAHDETTİN HAİN Mİ!
Resmi Tarih 19 mayıs 1919 olayının gerçeklerini hiçbir zaman açıklayamadı. - Falih Rıfkı Atay, ÇANKAYA isimli eserinde Atatürk’ün ağzından Vahdettin ile olan görüşmesini açıkladı. -Padişah Vahdettin, kendi yetkilerini vererek Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği hakkındaki belgeler Arşivde ortaya çıktı


-Türkiye’deki İnkılap Tarihi kitaplarında yer alan ve Vahdettin’i hain gösteren bilgileri esastan sorgulamak ve çıkarmak lazım.

Mayıs 1919 başları Osmanlı ülkesinde, İstanbul’da ümitlerin adeta yok olup gittiği kara günlerin felaketlerin beklendiği günler olarak hatırlanır. Olayların yaşanmasından yıllar sonra ÇANKAYA’daki sofrada savaş hatıralarını arkadaşlarına anlatan Mustafa Kemal, her şeyi bir yana bırakarak çok tartışılan bir konu hakkında açıklamalarda bulunuyordu. 19 Mayıs 1919 günü SAMSUN’A ÇIKMADAN ÖNCE İstanbul’da yaşanan olaylar, Padişah ile karşılaşması ve verilen görevle ilgili bilgiler aktarıyordu. Devletin resmi görüşleri bir yana bırakılmış, yaşanan olaylar açıklanıyordu. Sır ve sohbet arkadaşı Falih RIFKI ATAY’a…

Mustafa Kemal, Sadrazamlık’taki görüşmelerinden arta kalan kısa zaman içinde PADİŞAH Mehmet Vahideddin ile görüşmek üzere Yıldız SARAYI’NA gitti. Ve kabul anı geldiğinde yaşanan olaylar bizzat Mustafa Kemal tarafından şöyle açıklanıyordu: (1)

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.Bunların hepsi bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti) Tarihe geçmiştir. O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım.Dikkatle ve sükunetle dinliyordum: “Bunları unutun” dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa! Devleti kurtarabilirsin!” bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim. “Hakkımdaki teveccüh ve itimada arzı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz” söylerken kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında padişahlığında, bütün his ve temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hükmü verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım. “- Merak buyurmayın efendimiz dedim. Nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim. Ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmıyacağım”. “Muvaffak ol” hitabı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. “Zatı şahanenin ufak bir hatırası” dedi. Kapağının üzerinde Vahdettin’in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. “Peki, teşekkür ederim” dedim.

Sonra, sanki Yıldız sarayından çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık”…

http://cezmiyurtsever.com/index.php?option=com_content&task=view&id=146&Itemid=3

Gelelim bu konudaki kendi düşüncemize:

Yalnız sadece böyle bir makaleye dayanarak Vahdettin hain mi, değil mi diye sorgulamak, işin kolayına kaçmaktır. Ayrıca bu konu, ne yazık ki, cumhuriyete bir türlü ısınamamış bir zümrenin kendi düşünüşlerine en çok dayanak yaptıkları bir konudur. Bir tarihçiye düşen iş; sadece sonuçlar üzerinden soru sormak değil, bu neticenin ortaya çıkmasında etkin olan amilleri ortaya koyduktan sonra “VAHDETTİN HAİN MİYDİ” sorusunun cevabını okuyucunun takdirine bırakmak olmalıdır.

Bu bakımdan, yıllardır üzerinde tartışılan bu konu hakkında, mevcut bütün belgeler okuyucunun dikkatine sunularak bu konunun sürekli bir istismar vesilesi olmaktan çıkarılması, artık bir gereklilik olmuştur.

Mesela, Veliaht Vahdettin ile yaveri M. Kemâl'in Almanya seyahatindeki konuşmalarını da yazmalı, Mustafa Kemâl'in yaklaşan büyük tehlike konusunda Vahdettin’i defalarca ikaz ettiğini de yazılmalıdır! M. Kemâl'in, veliaht Vahdettin'e: İstanbul'a döner dönmez "Padişah Efendimiz'den 1. Ordu Komutanlığını talep edin, ben de sizin kurmay başkanınız olayım ve işe buradan başlayalım!" dediğini de yazılmalıdır! Yazılmalıdır ki, bu millet gerçekleri bilsin ve Mustafa Kemâl'i; "emniyeti suiistimal eden bir adam" olarak göstermek isteyenlere kanılmasın! Şimdi burada iki ayrı kaynaktan sizlere alıntılar vermek istiyorum.

Buyurun başlayalım:

“1922 yılı Haziranında, Kurtuluş'un gerçekleşme noktasına geldiğinin görüldüğü günlerin İstanbul’unda Pera Palas'ta karargah kurmuş Haçlı komutan Yüzbaşı Armstrong'a, Şehzade Sami eliyle 'Padişah' Vahdettin'in, Haçlı subaya tazarrunamesi* şu utanç verici satırlardan oluşuyor:

"Mustafa Kemal ve arkadaşları ihtilalcidirler. Bunlar sizin ve benim düşmanlarımdır. Asidirler. Türkiye'yi yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye hazırım. Halbuki siz Ankara'dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana yardım için 4 milyon sterlin borç veriniz. Size mal vererek bu borcu öderim. Ankara'yı tanımayın, barışı benimle yapın. Propaganda yapmam için uçak, adamlarımı korumam için bir savaş gemisi verin. Bursa'ya gider herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime koşar. Boğazları açık tutarım. Halife olarak sizin lehinize çalışırım. Çünkü siz müminlerin savunucususunuz. Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalacaklardır. Ankara’dakiler katil adamlardır. Moskova'nın tesiri altındadırlar.”

6 Kasım 1922'de Haçlı kumandan Horace Rumbold'a yazdığı mektubunda şunları söyleme düşüklüğüne tenezzül ediyordu:

"Mustafa Kemal, nesebi bilinmeyen Makedonyalı bir ihtilalcidir. Bunların aralarında gerçek Türkler yoktur. Ben her özveriye hazırım ama tahtımın çıkarlarını korumanız gerekiyor.”

Şimdi şunu da ilave etmek gerekir ki; hiçbir Türk çocuğu, tarihinin padişahlarından birinin 'hain' diye anılmasından memnun olmaz. Bu yolda bir gayretkeşlik de hiç bir Türk çocuğuna itibar kazandırmaz. Vahdettin durup dururken vatanını satmaya kalkan bir adam anlamında elbette hain değildi. Ama zaaflarını, kişisel çıkarlarını yurdunun ve yurdunu kurtaranların üstünde tutmak gibi zilletler sergiledi”.**



*(Tazarru: Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevâzu ile yalvarmak)


**Y. Nuri Öztürk / Allah ile aldatmak, s.326-327

* * *

Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hatıralarından:

(İstanbul işgal altındadır ve Damat Ferit’in yalan yanlış fikirleri, sarayla Meclisi Mebusan arasına soğukluk sokmuştur...)

Kara Vasıf (Zeki Bey’e):

“…İstanbul Hükümeti bugün işgâl altında bulunuyor. Düvel-i Mu’telife’nin (itilâf devletlerinin) verdiği emir direktiflerle yürümeğe mecburdur. Anadolu ise hiçbir vakit Düveli Mu’telife’nin değil emirlerine, onların mukaddes topraklar üzerinde serbest-i harekâtına bile müsâade etmeyerek silâhla mukabeleye hazırdır. Yeter ki, Zât-ı Şahâne vatanın gâyesine mâtuf olan bu harekâtı zâhirde (görünüşte) bize muârız (karşı), hakîkatte bizimle muvafık ve mutâbık olarak bizleri mânevî himâyelerine alsınlar. Ecnebî ordu ve sefâretlerinin Anadolu’daki serbesti-i icraatları için merkez-i hükümeti tazyik ettikleri zamanlarda kabahati bütün varlığı ile bize hamletsinler ve hükümetin Anadolu’ya karşı bir icraat yapmaya muktedir olmadığını bildirsin, bize bu kâfîdir.”

(Zeki Bey’in mebus arkadaşları Kara Vasıf, Rıza Nur, Yusuf Kemal Beyler, Zeki Bey’in babasının paşa olması ve dolayısı ile sarayda tanıdıkları olabileceği düşüncesi ile bu görüşlerini saraya, yani Vahdettin’e iletmenin yollarını aramaktadırlar…Neticede, Şehzade Selim Efendi’ye ulaşmayı başarırlar.)

Gümüşhane mebusu Zeki Bey, Şehzade Selim Efendi’nin huzuruna kabul edilir.

Selim Efendi; “Başağanın verdiği mâlûmâta göre, ziyaretinizin Meclis nâmına olduğu anlaşılıyor. Acaba size ne gibi bir hizmette bulunabilirim” diyerek, benim kalben arzu ettiğim çığıra kendisi girmesini fırsat kabul ederek hemen genel vaziyeti ve Anadolu’nun geçirdiği buhranı, milletin Sevr Muâhedesi’ni hiçbir sûretle kabûl edemeyeceğini uzun uzadıya izâh ettim.

“Millet hânedânımıza son derece merbuttur (bağlıdır). Yalnız, buradaki hükümet Düvel-i Mu’telife’nin emirberliğini yaptığından Anadolu’yu Zât-i Şahâne’ye karşı isyan etmiş baği (âsi) bir halde göstermeleri ve keza İstanbul Hükümeti’nin vilâyetlere verdikleri emirlerle meşrû bir kalkınma ile memleketi kurtarmak isteyen Millî Birliklerin tevkif ve dağılmalarını istemeleri bizleri çok müşkül bir vaziyete düşürdüğü gibi bugün dahi Ferid Paşa’nın devam eden telkînâtı ve kasden Zat-ı Şahâne’ye verdiği hilâf-ı hakîkat mâlûmatlarla teşebbüsâtımızı akîm bırakmaya ve Zat-ı Şahâne’lerin de bize iyi bir nazarla bakmadıklarını kemâl-i teessürle (üzülerek) görmekteyiz. Bizim Padişâhımızdan istediğimiz yalnızca mânevî bir müzâherettir (yardım). En emin olduğu zevâttan bir ik tanesini Anadolu’ya göndersin, çalışıp çabaladığımız ecnebîlere karşı İstanbul Hükümeti’nin acz ve zaafı neticesi yapmadığı işleri, yine Zat-ı Şahâne’ye bildirmek üzere, bu belalar başımızdan def’ edilinceye kadar biz yapalım, her türlü mes’uliyeti biz üzerimize alalım.

İşâe edilen Sevr Muâhedesi’ni kabul etmektense bir ferd kalmayıncaya kadar harbe devamı çoktan göze aldık. Düvel-i Mu’telife’ye cevap verecek kuvvet ve kudretteyiz. Yeter ki Zat-ı Şahâne bizim plânlarımızı sağlayacak bir vatanperver kabineyi dâimî surette iş başında bulundursun ve bizlerden emin olsun ve bu ikilik orta yerden kalksın.

Meclis’in resm-i küşâdında (açılışında) bulunmak lütfunu bizden esirgeyen ki Zat-ı Şahâne’nin bu gibi ahvâli bilmediğini ve mukarrebînlerin (yakınlarının) kendilerine hakikati bildirmediklerine kanî bulunuyorum.

“Efendimiz’den Meclis nâmına istirhâmâtımız, Zat-ı Şahâne’yi ziyaret ederek bizlerin bu mâruzâtını kendilerine bildirmek, irade buyurdukları takdirde göndereceğimiz üç kişilik bir heyet mufassal (tafsilatlı) bir sûrette mâruzâtta bulunurlar” diyerek sözüme nihâyet verdim.

Selim Efendi derin bir düşünceye daldı. Yüzünden çok müteessir olduğunu görüyordum. Beş dakika kadar bu vaziyette kaldıktan sonra ayağa kalkarak bir-iki adım atar atmaz ben de kalktım. Eliyle oturmamı işâret ederek:

“Zeki Bey, beni çok müşkül bir mevkide bıraktınız, sizler hânedanın yekdiğerlerine karşı tâkip ettikleri hat u hareketi ve siyâseti bilemezsiniz ve bunda da mazursunuz. Zat-ı Şahâne ile aramız samimi değildir. Esbâbı (sebebi) bence de meçhuldür. Bununla beraber beni vatanî ve kudsî bu vazifeyi ifâ edeceğim. Yeter ki bizi huzurlarına kabul buyursunlar. Ben gidip şimdi mülâkat talep ederim, siz de lütfen akşamüzeri bir daha uğrayarak benden mâlûmat alırsınız” buyurdular.

(Zeki Bey akşam üzeri tekrar uğrar)

“Zeki Bey, vatanî vazifemi ifâ ettim. Çok müteessirim ki, ma’kûs ( aksi) netice verdi. Ferid Paşa olacak mel’un bu milletin başına belâ kesildi. Başımızda Pâdişah olan zât da maalesef onun telkînâtıyle yürümektedir. Hatta sizlerin buradaki vaziyetlerini de meşkûk (şüpheli) görmekteyim. Sizden ayrıldığım anda, arabamı hazırlatarak Mabeyn’e gittim ve Başmabeynci vâsıtasıyla mülâkat taleb ettim. Yarım saat intizardan sonra bizi kabul etmek lütfunda bulunduklarını haber verdiler. Huzûra girdim. Mûtad (alışıldık) merasim yapıldıktan sonra, kendisi salonda hafif hafif gezinmeye başladı. Biz de yanı sıra yürüyerek Anadolu harekât-ı milliyesi hakkında bana verdiğiniz mâlûmattan bahisle Meclis’in Zât-ı Şahâne’lerine karşı olan hürmetten bir mukaddime yaparak, uzun uzadıya izâhat vermeğe başladım. Yürümemiz devam ediyordu. Üç çeyrek zaman süren bu mülâkat neticesinde hiçbir kelime söylemedi. Ben sustuğum vakit, yanına dönerek, başka bir arzum olup olmadığını sual etti, “hayır” cevâbını verdim. Bunun üzerine:

“O halde çok sabırsız hareket ediyorsunuz, sıranız geldiği vaki umûr-i devleti kendi fikrinize göre idâre edersiniz.”

Salonu terketmek sûretiyle de bize en ağır hakarette bulundu. Şahsım nâmına gördüğüm bu hakaretten müteessir olmamak kabil değilse de beni en ziyâde teessür ve teessüfe sevkeden ahvâl, memleketimizin geçirdiği bu fecî vaziyet karşısında Hükümdâr’ın tâkib ettiği siyâsettir. Şunu da açık söyleyeyim ki, ahvâlin vahâmetinden bahsederken:

“Hânedânımız için dahi bu sakîm (sakat) siyâsetin neticesi olarak hiç me’mul etmediğimiz hâdiselerin vukuu dahi muhtemeldir” dedim. O sırada dönerek sert bir sûrette yüzüme baktı. Ben de salonu terk ettiğim vakit, benden evvel Ferid Paşa'nın huzurda olduğunu haber aldım. Çok müteessirim ki, size istediğiniz şekilde muvaffakiyetli bir hizmet göremedim. Bununla beraber de vicdânen müsterihim kî, vatanî olan vazîfemi ifâ ettim. Lütfen bu mâruzatımı lâzım gelen meb’us arkadaşlarınıza iblâğ ediniz.” Buyurdular.
….

Netice saraydan, pâdişahtan ümid kalmamıştı. Bizim bazılarımız da olup bitenden Zât-ı Şahâne’nin mâlûmâtı yoktur. Bunlar hep Ferid Paşa’nın mel’aneti îcâbı fikrindelerdi. İşte Zât-ı Şahâne’nin de mâlûmâtı oldu. Bence bu Hükümdar, Damat Ferid’in aklı ve kendi fikr-i sâbitiyle hareket etmekten başka düşündüğü yoktur.


(Bu duruma rağmen Vahdettin’le bir kez daha görüşmek üzere meclis azalarından üç kişi; Zeki Bey, Mecdî Efendi ve Mehmet Ârif Bey olmak üzere Yıldız Sarayı’na giderek Sadrazam Kâmil Paşa’nın damadı olan Nâci Paşa’yı (Eldeniz) ziyaret ederler. Mecdî Efendi vaziyeti izâh ederek Vahdettin ile görüşmek istediklerini beyân eder.)

“Paşa içeri gitti. Geldiği vakit çok renksizdi. Ellerini oğuşturarak Zât-ı Şahâne rahatsız oldukları ve bu cihetle selâm-ı şahâneyi tebliğ etmesi üzerine bizi kabul edemeyeceği anlaşıldı.

Ben ayağa kalkarak:

Meclis itthâz edeceği kararda dâima serbesttir. Biz ikilik ve ara yerde bir sû-i tefehhüm olmasın diye buraya geldik. Millet kendi mukadderâtını kendi vekilleriyle halleder, buyurun gidelim.

Bunun üzerine Mecdî Efendi, Nâci Paşa’nın yüzüne bakarak:

“Paşa paşa, bu lâkırdılar çok acı olmakla beraber çok doğrudur. Bunları açıkça arzediniz” demesi üzerine, Nâci Paşa ikinci defa huzûra gitti, yirmi dakika sonra gelerek şunları söyledi:

“Zât-ı Şahâne buyurdular ki;

Ben de kendileri kadar müteessirim, hastalığım kendilerini kabûle mânidir. Defteri imza buyursunlar.”

Zavallı Nâci Paşa çok müteessir bir vaziyette idi, önümüze sürülen defteri Gümüşhâne Meb’usu Zeki imzadan istinkâf etti. Bunun üzerine Mecdî Efendi:

“Zeki, bu tarihî bir vesikadır. İmzâ et” demesi üzerine başta Karesi Meb’usu Abdülaziz Mecdî Efendi, ikinci olarak esbak Dâhiliye Nâzırı Mehmed Ârif kulları, üçüncü de Gümüşhâne Meb’usu Zeki defteri imzâladılar.

Hatta “kulları” tâbiri üzerine Zeki tarafından Mehmed Ârif Bey’e târiz kılıklı serzenişte bulunmuştur.

* * *

İşte size tarihten bir kesit. Daha Mustafa Kemal'in Vahdettin ile birlikte yaptığı Berlin Seyahati'ne dair anılarını da zikretmedik. Onu da ilk fırsatta sizlerle paylaşacağız .

Kararı kendi vicdanınızda kendiniz verin. Kendi hayâl âlemlerinde kendilerine göre bir padişah yaratıp geçmişe kederlenerek bugünümüze lânet okuyanlar her türlü tarihi vesikâya rağmen yine de gerçeklerin ışığından kaçıp bir kuytuda hayâlleriyle avunmayı elbette sürdüreceklerdir. Ama olsun! Biz yine de Yaşar Nuri Öztürk'ün yukarıdaki sözünü tekrar edecek ve gerçeklerin ve bilimin aydınlattığı yolda yürümeye devam edeceğiz.Ne diyordu Yaşar Nuri Öztürk:

"Hiçbir Türk çocuğu, tarihinin padişahlarından birinin 'hain' diye anılmasından memnun olmaz. Bu yolda bir gayretkeşlik de hiç bir Türk çocuğuna itibar kazandırmaz. Vahdettin durup dururken vatanını satmaya kalkan bir adam anlamında elbette hain değildi. Ama zaaflarını, kişisel çıkarlarını yurdunun ve yurdunu kurtaranların üstünde tutmak gibi zilletler sergiledi”


(Kadirbeyoğlu Zeki Bey'in Hâtıraları / Sebil Yayınevi / İstanbul - 2007)

0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.