6 Eylül 2009 Pazar

"KARDEŞLİK" MESELESİ VE BAZI HATIRLATMALAR

.

"Doğru siyaset", şüphesiz ki, olacağı olmadan, geleceği daha gelmeden öngörebilmek ve olayları kendi hedefine hizmet edecek şekle sokabilmek sanatıdır. Bilgisizce ve hissiyata dayalı tepkiler vererek olaylara müdahil olunabileceği düşüncesinin adı da, siyaset değil, olsa olsa günü kurtarabilmek telaşının bir tezahürü olabilir.

Yoktan yaratılan bir "sorun"u "biz zaten kardeşiz" diye söze başlayıp, ardından da taviz üzerine taviz vererek çözebilmenin dünyada bir örneği daha yoktur.

Buyrun size tarihten bir kaç satır:

"Türk Milliyetçiliğini dışlayan Osmanlıcılık anlayışı, yalnızca o dönemde değil, daha sonra da, aydınlar arasında bir amaç kargaşası yaratmıştır. 1908 sonrası Jön Türk hareketinin önderlerinden Enver Paşa bile, azınlıkların tümü ayrılığa yönelmişken, 2. Meşrutiyet'in ilanı üzerine coşkuyla, "Halkların kardeşliğini sağladık, hasta adamı iyi ettik. Bundan böyle artık Bulgarlar, Rumlar, Eflaklar, Yahudiler ve Müslümanlar yok. Hepimiz Osmanlı olmaktan, aynı derecede gurur duyan kardeşleriz" diyordu.

1876'da Tuna Vilayeti'nde (Bulgaristan), Fransız kaynaklarına göre 1 milyon 233 bin Bulgar'a karşılık 1 milyon 130 bin Türk yaşıyordu. Ruslar'ın "nüfus devrimi" adını taktığı öldürme ve göç ettirmelerle Bulgaristan'daki Türk nüfus birkaç yıl içinde yüzde 70 azalmıştı. Rus Prensi Çerkaşki, Türk katliamları için, "bu bir ırk yok etme savaşıdır" diyordu.

Rumeli Türkleri'ni perişan eden "yok etme" savaşı, artan eksilen şiddetiyle yıllarca sürdü ve "Osmanlı kardeşliği" Türkler'e çok ağır bir bedel ödetti.

İttihatçılar, başlangıçta tam anlamıyla Osmanlıcı'ydılar. 1908'de Avrupalılar'a, "Osmanlılar, mezhep ve cins farkı olmaksızın kardeştir. Ülkenin yüksek ve ortak yararları karşısında ne Hıristiyan ne Müslüman vardır. Osmanlılıktan başka bir şey yoktur. Hepsinin çıkarları, gelecek umutları ve kaderleri aynıdır" diyorlardı. İki yıl içinde Libya, tüm Batı Trakya ve Girit'i, on yıl içinde de, Suriye, Irak ve Arabistan'ın tümünü yitirdiler. "Kardeş" gördükleri Osmanlı azınlıkları, hem imparatorluğu hem de onları yok etti. Tunalı Hilmi 1908'de Avrupalılar'a, "Osmanlılık Türklük değildir, mezhep ve cins farkı olmaksızın kardeşliktir" derken, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasının siyasi merkezi gibi çalışan Fener Rum Patrikhanesi, "Osmanlı milleti diye bir tanım kullanılıyorsa da gerçekte böyle bir millet yoktur" diyordu..." Bu bakımdan, İttihatçılar, Osmanlıcık'tan Milliyetçiliğe ulaştıklarında artık çok geç kalmışlardı. Yine de, 1913'ten sonra başlayan milliyetçi yönelme, bir çok yeniliğe ortam hazırlamıştır."*

Bütün bu gerçekler orta yerde dururken, uluorta "kardeşlik edebiyatı" yaparak kimlerin kardeşliğini "istirham" ettiğinizi biliyor musunuz?!

Bilmiyorsanız, bilenlere kulak verin:

Cumhuriyet dönemi askeri tarihçilerinden Albay Reşat Hallı, "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar"  (1924-1938)  adlı eserinde bunların kimler olduklarını (özetle) şöyle anlatıyor:

"II. Abdülhamit döneminde, Babıâli tarafından tutulan ve yükseltilen birçok Kürt ileri gelenlerinin çöcukları, iyi eğitim görmüşler ve Batı'daki milliyetçi akımlarla ilişkiye geçmişlerdi. Denilebilir ki, Abdülhamit Devri ve bu padişahın 'ayır ve hükmet' siyaseti, Kürt bağımsızlık hareketinin başlangıcını oluşturur."

Evvela siz, sonra kardeşliklerini diledikleriniz iyi bilsinler ki; hem bu dünyada, hem de bu ülkede (hem de bol miktarda) Türk vardır ve onlar da ataları gibi bugüne kadar, daima bir millet olarak var olagelmişlerdir. Bu millet yüreğinde, bugüne kadar kardeş diye kucak açtıklarından sevgi ve muhabbet yerine, maalesef kurşun acısından başka bir şey de duyamamıştır!

Geçmişteki hatalardan çıkarılan derslerin bir eseri olarak Mustafa Kemal'in başlattığı "Müdafaa-i Hukuk" hareketi, milli bir vicdan ve namus hareketidir ve bu harekete sekte vuracak olan her türlü iç ve dış tesiri etkisiz kılacak güç de, çerçevesini Müdafaa-i Hukuk İdeolojisi'nin çizdiği "Türk Milliyetçiliği"dir!*

 *"Sağ ya da sol" adı verilen akımlar, "Batı kaynaklıdır" ve Türkiye'nin koşullarına uygun değildir. Bu tür düşünce akımlarına karşı "tek etkili silah milliyetçiliktir". (9-16 Mayıs 1935, CHP 4. Büyük Kongresi)

Bu hareketin bir eseri olarak ortaya çıkan "Birinci Meclis", yetkisini ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan değil, esas olarak, millet iradesini yansıtan, kökleri çok eskilere uzanan ve yazılı olmayan özgürlük tutkusundan alır. Eğer bir benzetme yapılacaksa, bu meclis Batı parlamentolarına değil, Göktürk toyları (meclisleri)'na benzer. Bu bakımdan, seçilmek, milli iradenin icra yetkisine "vekâlet etmenin" tek şartı değil, ilk şartıdır ve icraatların ortaya koyduğu neticeler milli vicdana uygun düştüğü müddetçe de "icra yetkisi" devam eder ve meşruiyetini korur. Ayrıca, kendilerine millete hizmet maksadı ile makam tevdi edilmiş olanlar, bu makamları başka bir yabancı amaca vasıta kılamayacaklarını ve meşruiyetlerini tasdikte anayasalardan bile önce gelen yegâne makam olan"milli vicdan"a karşı daima riayetkâr ve hürmetkâr bulunmaları gerektiğini bilmekle de mükelleftirler!

Bu, binlerce vatan evladının şehadeti ve tarifsiz fedakârlıklarla kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, kendi sınırları içinde yaşayan insanları, kökenlerine ve kuruluşta bir katkılarının olup olmadığına bakmaksızın vatandaşı olarak kabul etmiş ve bir insaniyet ve hakkaniyet gereği olarak tamamına birer hüviyet belgesi vererek, onların iş kurabilme, kamuda memuriyet, mülkiyet hakkına sahip olabilme vb. gibi bütün vatandaşlık haklarından faydalanmasını sağlamıştır. Vatandaşları arasında bir ayırım yapmaksızın onları bütün medeni haklardan faydalandıran Türkiye Cumhuriyeti'nin, her vatandaşından  sadakat ve dürüstlük beklemesi de onun en tabii bir hakkıdır.


Bu noktadan sonra sözü Çetin Yetkin hocamıza bırakayım:


"Benim hiç kardeşim yok" diyor hocam ve şöyle devam ediyor: 


En yetkili ağızlardan bile duyuyoruz: Diyorlar ki, “Türk-Kürt
kardeştir”.

Bu yargı, anlamsızdır ve tehlikelidir de!

Bir kere, söylenmek istenen şey, Türk ve Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti Devleti “vatandaş” larının “kardeş” olduklarıdır. İyi de, Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkes, Boşnak, Süryani, Arap, Çeçen... kökenli vatandaşlarımız da var, o zaman, aynı sözü onlar için de söylemek gerekmez mi?


Doğrusu, hangi kökenden gelirse gelsin, bizleri birleştiren birincil bağ, eşit hak ve özgürlüklere sahip Türk vatandaşı olmaktır.


Devletler, akrabalık ilişkileri ile yönetilmezler!...


Hiçbir Kürt kökenli Türk vatandaşı benim kardeşim değildir! Tıpkı hiçbir Yahudi ya da Ermeni v.b. kökenli vatandaşlarımın benim kardeşim olmadığı gibi.


İkincisi, bu kardeşlik söylemi, ister istemez, terörist PKK’lıları kapsar. Yani, şimdi onları da mı “kardeş” diye bağrımıza basmalıyız? Öyle ya, onlar da Kürt!


Bir başka nokta da, Türk vatandaşı olmayan, başka ülkelerde yaşayan, oraların vatandaşı olan Kürtler de var. Onlara da mı “kardeş” diyeceğiz?


Buna karşılık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmayan ve Azerbaycan vatandaşı olan Türkler var. Devletimizi yönetenlerin bu Türkler’e reva gördükleri karşısında zaten hiç kimsenin “kardeş” sözünü ağzına almaması gerekir!...


Bir de “Kürt sorunu” sözü almış başını gidiyor. Bu denli bölücü bir söz mumla arasan güç bulunur. Ne ki, Türkiye’nin dört bir yanında Türkler’le Kürtler bir arada barış içinde ve dostça yaşıyorlar, birçok Türk ailenin Kürt kökenli damadı ya da gelini var, Kürtler’de de Türkler’den. Aralarında bir sorun mu var ki, şimdi Türk-Kürt ayırımı yapılarak, bırakın ulusu, aileler içine bile fitne sokulmak isteniyor?


Yinelemekte yarar var: Şu “Kürt açılımı”cılar ya da maskelenmiş biçimiyle “demokratik açılım”cılar, anayasayı ihlal suçunu işlemektedirler. Çünkü açıktan açığa Anayasa’nın 10. maddesini çiğniyorlar. Anayasa’nın 10. maddesinin hükmünü burada bir kez daha, ilgililerin bilgisine ve dikkatine sunuyorum:


“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.


...Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.


Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”


Bir Anayasa’nın 11. maddesini okuyalım:


“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.”


Şimdi hükümetin bir üyesi başbakanın buyruğu üzerine kapı kapı dolaşarak, Kürt kökenli vatandaşlara başka kökenden olanlar için söz konusu olmayan ne gibi haklar ve “imtiyazlar” tanıyalım diye sorup durursa; dahası, bu konuda “mutabakat” sağlandığını ve bunun uygulamaya konulacağını söylerse, Anayasa’nın bu maddelerini yok sayıyor demektir.


Aynı bakan bir de biz Türkler’e sorsa ya! Ya da, söz gelimi, Çerkes kökenli vatandaşlarımıza!...


Yazının başına dönersek: Benim babam da anam da Türk. Ben onların tek evladıyım. Hiç kardeşim yok. Olmasını isterdim. Ama o zaman “Türk” bir kardeşim olurdu. Ancak ne mutlu ki bana, Türk vatandaşı olduğum için milyonlarca vatandaşım var.


( Çetin YETKİN / mudafaaihukuk@superonline.com / 06/09/2009 )



* Metin Aydoğan / "Yönetim Gelenekleri ve Türkler", II. Cilt

0 yorum:

Yorum Gönder

 

"Allahsız Oğlu Allahsız"

Firavunların Laneti ile Damgalandı: "Allahsız Oğlu Allahsız" - Açık İstihbarat

Sizi artık ne gücünüz, ne malınız mülkünüz, ne gizli hesaplardaki paranız, gizli ortaklıklarınız, sansürünüz, RTÜK'ünüz, her yıl yenisini yaptırmakla övündüğünüz hapishaneleriniz, eteğinizi öpen basınınız, biat etmiş yargıçlarınız, silah arkadaşları bin bir iftirayla tutuklanırken size topuk selamı veren generalleriniz;

Ne öfke ve kin kusan diliniz, korku filmine dönen çehreniz, yalakalarınız, dalkavuklarınız, jurnalcileriniz, gaz bombalarınız, özel yetkili mahkemeleriniz, 'akilleriniz'...

Allah'ı kandırmak, güya günahlarınızın kefaletini ödeyip sıyırmak amacıyla, halkın parasıyla inşa ettirmeye giriştiğiniz cami-mabed'leriniz..

Hiç birisi kurtaramayacak demektir...

Devamı...

Perdenin arkasında hava kötü

Sürece Diyarbakır'dan bakınca...


Örgütün gizli ajandasını anlamamız
için son iki gün içinde yerinde teyit ettiğim üç noktayı kayda geçeyim:

1- Örgüte katılım artıyor.Yeni yapıda rol almak için dağa çıkanlar artıyor. Burada örgütün şöyle bir taktiği var. Çekilme adı altında gidenlerin ciddi bir kısmı bu yeni katılımlar. Bir yandan da tecrübeliler içeride bekletiliyor. Hem bölgedeki koordinasyonu yapıyorlar hem de olası bir yol kazası sonrası çatışmaya hazır bekliyorlar. Plana göre ekime kadar tecrübeliler çıkmayacak. Sonra da kar kış bahanesiyle kalmaya çalışacaklar.

2- PKK ağır silahlarını ve bombaları belli bölgelerde depoladı.
Etraflarını da bubi tuzakları ve mayınlarla çevirdi. Dolayısıyla ihtiyaç halinde lojistik sorunu yaşamayacak. Asker bir şekilde buralara girmek isterse de ağır zayiat verecek.

3- Örgüt bu süreci legalleşme dönemi olarak gördüğü için önceki gün yeni bir kampanyanın startını verdi. Bundan sonra herkes evine ve işyerine Öcalan posterleri asacak.

4- Örgüt uyuşturucu ekimine hız vermiş. Diyarbakır kırsalı esrar tarlalarıyla dolu. Diyarbakır neredeyse suç ihraç ediyor. 'Nasıl olsa çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' diye köylüleri de baskı altına almışlar.

Başka örnekler de vermek mümkün. Yani örgüt bir yandan çözüm/barış diyor ama öbür taraftan başka bir ajandanın yol haritasını uyguluyor.